Artık akşamları sohbet tutturamayıp eve erken döndüğümde, merdivenleri çıkarken, tırabzana koyduğum ellerimin, bir zamanlar bunu yapabilmek için parmaklarımın üzerinde yükselmek zorunda kaldığımı her anımsayışta, sarışın güleç, sorular soran o saçlarını tepesinde toplamış, kirpiklerini kırpıştıran, incecik kızın görüntüsünü gizlice yüreğime atıveriyorum...Çocukluğum, öğle uykusuna yattığımda beni, sarıp sarmalayan sessiz rüyadan uyandıran bir satıcının sesi gibi...Gömleğimi çıkarıp devrilivermek istiyorum uykuya...[PB BB>Önce ortalığa zambak kokusu yayılır, eski kokan ahşap merdivenleri, küçük odalara sığdırdığı geçmişi, etrafında bir sürü dut, dutlarla yarışacak kadar incir, üç beş ayva tek tük kiraz ve vişneyle, penceresinden uzansam yola varacakmışım çarpılmışlığını, sokağın bittiği yerde, ama yokuşla çıkılan, baldırlarını kaskatı edecek kadar yürüdükten sonra tam karşında, ölmek üzere olan geride bıraktıklarına yinede gülümseyen bir yüz gibi karşılardı bizi ahşap ev. Benim gibi altı yaşında olan kuzenim, oturduğu koltuğa gömülüyor. Sert bir şey batıyor. “Şşşt”diyerek göz kırpıyor yatalak Nezih Bey. “Yay onlar.” Aklına at üstünde duran uzun saçlı şövalye geliyor. Yayını geriyor. “Salak! O yay, öyle yay değil. Somyalarda var ya onlardan! Diyorum. Semte geldikleri yıllarda, siyah saçlı, kocaman adaleli, güçlü ve yakışıklı görünümlüymüş Nezih Bey. Ama zaman tenini soldurmuş, balmumu gibi olup zayıflatmış. Şimdi bu çelimsiz yatağa bağlı bedeninin içinde yaşamaya çalışıyor. Omzunda, yünlü bej şalı, her zamanki gibi saçlarını ensesine toplamış, ocağın başında vişne şurubu kaynatıyor Sıdıkha Hanım. Olmamış çocukları. O yaşlı bilgeyle yalnız yaşamışlar bunca yıl...İnci koltuktan fırladığı gibi mutfağa geçiyor. Vişneyle kiraz arasındaki fark ne? Biraz daha şeker katıyor bakır tencereye ve karıştırıyor. Kirpiklerin arasından “Lütfen”diyor. Tahta kaşığın ucuna dudaklarını değdirdiğinde hafif bir burulmayla yeniden şeker kavanozuna dönüyor. Uzun bacaklarına sarılıyor İnci. Viş-ney-le ki-raz a-ra-sın-da-ki fark ne? Kaşıktan dökülenler pembe bir iz bırakıyor yün şalın üzerine. Hızla saçlarına yapışıyor tahta kaşık. Burnunun ucunda pembe bir nokta...Gözlerinden dökülen kalp kırıklığı, yanaklarından aşağı, biraz daha pembe, dudaklarından içeri, sonra yeniden kalbine dönüyor. Gökyüzü masmavi, pamuk yığını gibi atılmış bulutlar. Ağaçların arasından sızan sıcak yaz güneşi, ağacın kollarına oturduğumuz zaman ne kadar yakıcı olursa olsun üzerimize ulaşmıyor. Karşılıklı iki salıncağa kurulmuş gibi rahat rahat saatlerce konuşabiliyoruz. Aynı iki küçük serçe gibi...(Bir bahar günü, İnci’nin annesi onu köye göndermeye karar vermiş, ayrılmaya hiç istekli olamamasına rağmen, döndüğünde; kırların ve çiftliğin tadını çıkarmış, pembe tenli, tombul yanaklı bir kız olmuştu ama annesi, onu bir kız kardeşi olduğu haberiyle karşılamıştı.) “ Kız kardeşimi gördün mü?” “Hayır.” “Gidip bakalım mı?” Beşiğin içine eğilip bakıyoruz. Dikkatle inceliyoruz. Bebek tükürükler saçarak anlaşılmaz bir takım sesler çıkarıyor. Büyük babamın dişlerini bardağa koyduğu zaman ki gibi dudakları. Başını annesine doğrultup soruyor. “Konuşmuyor değil mi?” “Hayır”. Gözlemlemeyi sürdürüyoruz. Bebek yatay konumda, bacakları kısacık ve cılız. Bizimle koşması imkansız görünüyor. Ayakları sürekli havayı tepiyor. İnci, tepeden belli bir küçümsemeyle; “Yürüyor mu?” “Hayır- diye yanıtlıyor İncinin annesi. Beşikte yatan bu biçimsiz kütle yeterince ümit kırıcı geliyor her ikimize de.-Oyun oynamayı bilmiyor mu? O dakikaya kadar kılı kır yaran incelemelerimizi sabırla kabullenmiş olan İnci’nin annesi yanıtlıyor. “Hayır. Oyun oynamayı bilmiyor. Daha pek küçük.” “Öyleyse beni ilgilendirmiyor” diyerek acımasız bir sonuca varıyor İnci. Bizim küçük kurbağa beşiğinde işeyip dururken, ayva ağacına tırmanıyoruz. İnci, her zamanki hınzırlıyla daha yükseğe tırmanmak istiyor. Uyarıyorum: “Düşersin bak!” Aşağıya daha dikkatli bakıyor. “Düşersin İnci, bir daha da sokağa çıkmana izin vermezler. Gel çimenlere yatalım!” Yumuşuyor.Yamaç aşağı uzanıyoruz. Çimenler bacaklarımızı gıdıklıyor, toprakla karışan ot kokusu güneşle çoğalarak içimizi güldürüyor. Yaşlı bir çingenenin rengarenk çiçek resimleriyle süslenmiş, boş tahta arabası, ağır ağır geçiyor Arnavut kaldırımlı yoldan. Nal şakırtıları atın dışkı kokusuyla karışırken İnci meraklı bakışıyla yanındaki uzun, tırtıklı otlardan birini koparıp diline sürtmeye başlıyor. “Bu dil kanatma otu. Dene bak çok güzel oluyor.” “Acıtmıyor mu peki?” İnci elini başına destek yapıp doğruluyor: “Acıyor ama çok da güzel oluyor...Dene bak, korkuyor musun?” Aynı ottan koparıp dilime sürmeye başlıyorum. “Bak İnci bende yaptım!” Kanayan dillerimizi birbirimize çıkarıp gülüşüyoruz. Hıdırellez günü...Mahallemizin birkaç kadını, çocuklar toplanıp ormanın yolunu tutuyoruz. Sepetlerde çeşitli yiyecekler, filelerde meyveler. Hızır baba bugün bizimle. Gözüm İnci’ği arıyor. Birlikte dilek tutsak diyeceğim ona; kulağına fısıldayarak...Annem peşimi bırakmıyor. Hızır Baba böyle bir günde çocukların dileklerini kabul eder, diyor. Seslice tut dileğini, Hızır Baba duysun dileğini. İçimden tutsam olmaz mı? “Bir ev iste bize. Babana güzel bir iş”. İtiraz etmek istiyorum buna. Hızır Baba benim babamdan daha güçlümü? Güçlü ise babam kadar yoksul değildir umarım. Sadece halkalı şeker, iğde getirmez çocuklarına. Bayramdan bayrama giydirmez çocuklarını. Kasketini yana yıkıp, kara kara içmez sigarasını. Ben öz babamdan harçlık bile isteyemezken Hızır Babadan bu kadar şeyi nasıl isterim ki? Haydi diyor yüksek sesle dile. “Hızır Baba duysun”.... “Kulakları sağır mı yoksa Hızır Babanın”? Tövbe tövbe, diyor annem. “Ne biçim söz bu”? Geçen yıl hasta oldu abim. Karın ağrısından günlerce yattı. Ardından babamı işten çıkardılar. Annem veya babam, ya abim ölürse ne yaparım? Sağlık mı dilesem onlara? Uzun ömür dedikleri hani? “Güzel bir ev iste Hızır Babadan” diyor yine annem. Mahallenin en güzel evi geliyor akılma. Ortasından mermer merdivenle çıkılan. Salkımsöğütler, çam ağaçları var bahçesinde. Tam ortada su fışkırtan büyük bir havuz. Çok para birde. Hızır Baba duysa...! Mutlaka annem çok sevinir, yüzü ışık gibi parlar hep. Babama iyi bir iş. Bir dilekte İnci ile bana. Anneme söylemiyorum bunları. İnciyi buluyorum.Gel diyorum. Birlikte bir dilek tutalım. İnci niyetimi anlamış gibi utanıyor. Yanakları kırmızı oluyor. Ne kadar çok evcilik oynadık onunla, karı kocada olduk, peki o zaman neden kızarmadı yanakları? İçimden geçenleri daha net söyleyecek oluyorum ki İnci’nin annesi yanımıza geliyor. Tıpkı annem gibi o da sesli dilek tutmasını istiyor kızından. Ah bu anneler, ne de çok birbirlerine benziyorlar. Taştan, çerden çöpten ev yapıyorlar İnci’nin annesiyle annem. Bunun için dua etmemizi istiyorlar. Zorunlu olarak uyuyoruz bu isteğe. Duamız bitince ellerimizi yüzlerimize çalıyoruz. Sabah, sokağa fırlıyorum. İnci azıcık geç kalsa gelmeyecek diye korkulara kapılıyorum. Elinde iki dilim reçelli ekmekle, koşarak yanıma geliyor. Dünyalar benim oluyor. “Al diyor. Birini sana hazırladım.” Birbirimize bakıp ekmeklerimizi ısırıyoruz. İnci’nin elinden alınan ekmek neden bu kadar lezzetli şaşırıyorum. Ben değil miyim evde bin bir naz edip bunların hiç birini beğenemeyen. Peki, neden şimdi bu kadar iştahlıyım? Bunu İnci’ye sorsam? Hayır hayır şimdilik soramam bunu. “Eeee...Ne duruyorsun daha? Hadi gelsene” Yıkık duvarın öteki tarafından bana bakıyor İnci. Ayaklarını yerdeki toza iyice sürtüyor. Etrafa toz bulutu yayılıyor. “Öyle durmasana kızım” Yumruğumu gözüme götürüyorum bastıra bastıra ovuyorum. “Ya görürse?” “Korkma, gel görmez”. “Kızar ama”.... “Off...ya’u...” “Kaç kere söyleyeceğim.”Hala çok korkuyor olmasına rağmen, ne olursa olsun deyip bir nefeste atlıyor duvarı. “Hah işte böyle”. Hemen yanıma sokuluyor. Bahçenin bu köşesinde, bir şeyleri beklercesine duruyoruz bir süre. Omuzu omzuma ama değiyor. Tedirgin adımlarla, Sıdıkha Hanımın evinin altında ki, kullanılmayan bodruma doğru ilerliyoruz. Kirli, loş, rutubet kokan buranın karanlığına alışabilmek için kapıyı aydınlığa açık bırakıyoruz. Bodrumu aceleyle taramaya, elimizdeki tahta çubuklarla dip bucak, kıyı köşe dolanmaya başlıyoruz. Örümcekler yıllar öncesinden bu yana tozdan kalınlaşmış, tembel tembel avlarını bekliyorlar. Gözlerimizin önündeki ve başımızın üstündeki ağlarını, çubuklarımızla çekiyoruz. Onlar için bir zamanlar hazine değerinde eski eşyalar, içlerinde çoğu yırtık pırtık kitaplar, dergiler dolu çuvallar, sandıklar, hatta Nezih Bey’in parçalanmış otomobilinin şoför mahalli duruyor. Yırtık meşin koltukların yayları fırlamış, ama direksiyon simidiyle, göstergelerinin bir kısmı hâlâ yerinde duran şoför mahallini görünce hemen elimizdeki tahta çubukları fırlatıp sevinçle oturuyoruz. Şoför gibi direksiyona sarılıyorum. Kornası da var mı bunun? İnci bir şeyin üzerine oturduğunu fark edip kalkıyor. Aaa Bak! Rengi sararmış büyük boy aile fotoğrafı. Bodrumun bu loş ortamında pek net görülmüyorlar ama, kocaman kolları yanlara bırakılmış, gözlüklü ve sakalı adamlar, uzun etekli, şapkalı, elleri önlerinde birleşmiş kadınlar, bahriye giysili çocuklar, elinde inci çiçeklerinden buketiyle telli duvaklı bir gelin ve hemen onun arkasında, genç kadının omzunu tutan takım elbiseli damadı seçebiliyoruz. “Bu Nezih Bey Amca mı acaba?” “Gel şunlara dışarıda bakalım.” diyorum. Gün ışığı yüzümüzü buruştururken, etrafta kimsenin olmadığına kanaat getirip bodrum kapısının duvarına çömeliyoruz. İnci, çerçevenin kalınlaşmış tozunu minik parmaklarıyla silerken gülümsüyor. “Ne?” Çocuk önsezim bu gülüşün ne anlama geldiğini hissedemiyor. Daha çok kıkırdıyor. “Ben seninle evleneceğim” “Sen deli misin? Yüzünü buruşturup, kirpiklerini sıkarak, “Nedenmiş?” “Olmaz işte!” Biz akrabayız.” Akrabalığın evlenmeleri için bir engel olabileceğini hiç düşünmemişti İnci. Çünkü annesiyle babası da akrabaydılar. Sözlerimin pek doğru olmadığını düşünerek, “Ama hep böyle bücür kalmayacağız ki, bu gelinle damat gibi olacağız işte...” O günden sonra, İnci’nin hep benimle evleneceğini düşleyerek, elimde annemin plastik mezrusuyla her gün boyumu ölçmeye başladım. Kapının pervazının önünde durup, Abi’min cetvelliyle başımın hizasını tahtaya işaret ederek meraklandım...Aslında o günlerde, evlenmenin ne anlama geldiğini annelerin çocukları nasıl ve nereden dünyaya getirdiklerini de bilmiyorduk. Bu konuda, okula giden çocukların aralarında çeşitli varsayımlarla ürettikleri sözleri duymuştuk. Bizim için evlenmek, aynı yatakta yatıp uyumaktan, arada sırada itişip kakışmaktan ibaret bir olguydu. Birde evli erkekler ve kadınlar aynı yatakta yatarlar sonra da çocukları olurdu. Çok daha sonraları, ergenlik sırasında aynı yatakta yatmanın uyumaktan öte bir şey olduğunu, içinde İnci’ninde olduğu çeşitli düşler gördüğümü ona söylemedim. Gözlerim iyice ağırlaşıyor. Bir iki avuç su çarpabilsem yüzüme. Kalkabilsem...Gözüme takılan ilk şey, masanın üzerindeki küçük küçük parçalara ayrılmış bir kağıt yığını...Acıkmışım!Üşengeç adımlarla dolabın kapağını açıp bir süre bakınıyorum. Ağzı açık kalmış vişne kavanozuna elimi değdirip vazgeçiyorum. Kırk yıllık hatırı olan kahve çekiyor canım... Önce kokuları sonra kahveler, biraz taşmış köpükleri, titreye titreye çıkıyor merdivenlerden Sıdıkha Hanım. Hatır soğumaya bırakılırken, soruyorum. İnci’yi görüyor musunuz? “İnci gurbeti seçti biliyorsun. Kaç yıl önceydi, yine böyle bir mevsiminde gelmişti.” “Bak şu konsolun üstündeki fotoğraf onların. Ne çok severmişsiniz batasıca gurbeti. Sizleri çekip aldı içine bir daha da bırakmadı.” İnci’nin bir denizciyle evli olduğunu biliyorum. Kocası uzun yol kaptanı. Bakar bakmaz anlıyorum; denizler, okyanuslar ötesi düşmüş bakışları. Ayrılıklar ne çok iz bırakmış yüzünde. Ne kadar gülümsemeye çalışmışsa da yüzünün bir yarısı gurbette. O gözler olmasa tanıyamayacağım. Bu gözler acıya, hüzne bulaşmış da olsa eski canlılığından bir şey yitirmemiş. Gök mavisi renginde, gök kadar sınırsız...Elerini omzuna saran bu yakışıklı adam mı kocası? İnci böyle birini mi sevdi, birlikte oldu? Sıdıkha Hanım teyze durmadan eşiyle ilgili bir şey anlatıyor. Kıskanıyorum adamı. Çocuklarının başarılarından söz ediyor. Çok istediğim halde tek soru bile soramıyorum. “Maşallah”lar çekiyor. Gözlerimi kapıyorum. Gözlerimin ardı yine çocukluğum... Belediye her an yıkılabileceği gerekçesiyle evden çıkarmıştı onları. Oradan, beton binaların çok olduğu bir semtte taşındılar. Fazla eşyaları yoktu. İnci’nin babası hergele meydanından bir at arabası tutup getirmişti. İki saate her şey yüklenmişti. Yataklar yorganlar, kömür sobası, soba boruları, leğenler, kitaplar, annesin dikiş makinesi, giysilerin tıkıştırıldığı hurçlar, bir iki kilim, küçük bir halı, kumanya torbaları ve reçel kavanozları... Sıdıkha Hanım elindeki göz nuru bastonuna yüklenerek kalkıyor. Saçları kısa, taşlı bir bant var yinede. Boynunda bir gül broş. Kolunda Nezih Bey’in saati. Ayak bilekleri ve yüreği şiş. Lacivert üstüne beyaz puanıyla salondan çıkıyor. Çift camlı pencerenin ardındaki sardunyaları çiçeksiz büyüyor Sıdıkha Hanım’ın. Pencereye daha yaklaşıyorum. Bir kuş uçuyor yükseklerden, oda gölgesini konsolun üzerindeki fotoğraflara düşürüyor...Tam kalkmış gidiyorken, Sıdıkha Hanım yanıma geliyor. Hazırladığı reçel kavanozunu elime tutuşturuyor. “Eşine götür, yerken beni hatırlarsınız”diyor. Yalnızlık içinde, adım adım gölgemle sokaktan iniyorum. Yine ağır ağır o yokuştan geri dönebilmek düşüyle...Az önce dolapta ellediğim Sıdıkha Hanım teyzenin vişne kavanozundan parmaklarıma bulaşanları yalarken, bildiğim sözü tekrarlıyorum Viş-ney-le kir-az ara-sın-da-ki fark ne”?
22/03/2003