Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
Oğlumun doğumundan sonra annem bir paket vermişti; içinden de çocuk zıbını, çorabı, açılmaz firkete, ter bezi ve bir adet küçük kokulu sabun çıkmıştı. Baba tarafından ailenin büyüklerinden İrebiye (Rabia) Teyze yollamıştı doğum hediyesi olarak bu paketi. İrebiye Teyze, 40 yaşında vefat eden babaannem ve geçen sene kaybettiğimiz dayının büyüğü, en büyük kardeşti. Memlekette arkasında, neredeyse bir dönüme yakın bahçesi olan, iki katlı bir evde otururlardı Osman Enişte ile. Son derece otoriter, son derece titiz ve temiz, kendinden emin, dirayetli bir kadındı. Etrafına sonradan üç dört katlı apartmanlar yapılan bahçenin dört bir tarafına söğüt ağacı dikmişlerdi, onlar da büyümüş de büyümüştü. Ortada kalan geniş alana ise her sene yonca ekerlerdi. Bütün yaz o yoncayı çapalar, sular, sonra top top derler, iplerle bağlar ve satarlardı. Senelerce eğilerek bu çapa ve yonca toplama işini yapmaktan beli böyle bükük kalmıştı sonraları. Evinde temizlik, düzen ve sessizlikten yürümeye korkardınız. Merdivenler de dahil iki katlı evin her tarafı pırıl pırıl habalarla (kilim) kaplıydı. Birkaç kez çıkabildiğim üst katı, hep içeriye güneş dolmuş bir ikindi vakti, pırıl pırıl aydınlık ve edepli bir şımarıklık hissiyle hatırlarım. Çünkü babamın bu kol akrabaları arasında aşırıya kaçmayan bir hüzünlü sevgi duyulurdu bana karşı. Sonraları bu hüzünlü sevgi ve şımartılmanın, babam askerdeyken kanserden ölen, bana da ismi verilen babaannemden dolayı sunulduğunu anladım. En uzun ziyaretlerimiz bayramlarda olurdu. Hararetle, o hiç değişmeyen otoriter tavrı ile büyük dededen ortak kalan bahçanın (bahçe) ortakçısı, oraya ekilen üç beş ölçek haşhaş, oradaki ağaçların bakımsızlığını anlatırdı babama. Arada annemle sokak yüzünde oturulan odadan sofaya çıkıp, duvar dibindeki ocağın içindeki üçlü ocakta çay demlemeye çıkardık. Hemen arkasından babam kaş göz işaretiyle çay bardaklarını yıkamam gerektiğini hatırlatırdı. Bardaklar bahça kapısının hemen arkasında, iki basamak merdivenle inilen dar alandaki çeşmede yıkanırdı. Arkasından bahçaya çık sıkıldıysan denirdi. Bahçada en çok dut ağaçlarını severdim. Birisi havuzun üstündeki beyaz ve mor dut, diğeri de bahçanın yola yakın tarafındaki daha ulu ve daha yüksek olan, bu yüzden de yetişemediğim beyaz dut... Havuz kenarına çıkarak yediğim bu dutların tadını unutamam. Ayrıca ekşi elma, mutaf eriği de bulunurdu bahçenin bir köşesinde daha önceden toplanmış. Birkaç kez de alacaş (mercimek ve bulgur karışımından oluşan bir pilav) yenmişti bahçedeki bu havuzun yanında, o dut ağacının altında; üstü helimeli (yemeğin üstündeki yağlı tabaka) ve bahçeden toplanmış taze nane ile süslenmiş... Önce eşi Osman Enişte vefat etti. Arkasından da uzun ve sıkıntılı bir yatma döneminden sonra İrebiye Teyze... Dut ağacını ise ömürlerinin son günlerinde evin temeline doğru kökleri uzadığından, evi yıkar korkusuyla kesmişlerdi. Çocuk zıbını ve çorabı ise eskidi, küçüldü, atıldı. Açılmaz firketeler kayboldu. Tarçın kokulu küçük sabunu ise kullanmaya kıyamadım; oğlumun iç çamaşırı çekmecesinde sakladım senelerce. Ve ne zaman bu çekmeceyi açsam, ne zaman oğluma bir çamaşır çıkarsam, çamaşırlarda o tarçın kokusunu duydukça, çekmeceden bir kez daha sabunu bulup çıkarır, bir kez daha o tarçın kokusunu içime çekerim. Ve bu koku bana aynı zamanda hem oğlumla çalışmadan evde geçirdiğim onun ilk sekiz ayını, o bebek saflığı ve temiz annelik duygularımı, hem de İrebiye Teyzeyi, dut ağacını ve bahçayı hatırlatır karışık bir biçimde.... makas Üç küçük erkek çocukla dul kaldığında 25 yaşındaydı. Çocukları varlıklı babasından kalan mirasın da yardımıyla tek başına büyüttü. Çocuklar delikanlılık yaşına geldiğinde miras tükenmek üzereydi. Evlenme çağına gelen oğullarından birini evinin sağ duvar komşusunun kızını, diğerini de sol duvar komşusunun kızlarıyla evlendirdi. Evin sadece iki duvar komşusu olmasından gerek üçüncü oğlu, Ege’de yakıcı sıcakları olan bir memleketten evlendi ve oraya yerleşti. Sol duvar komşusuyla evlenen oğlu da bir Orta Anadolu şehrine yerleşip, orada kalınca mirastan sona kalan çarşı içindeki han, ortanca oğlu ve geliniyle yalnız kaldı memlekette. Uzun yıllar mahalleye terzilik yapıp, iç göğneği ve içdonu (erkekler için iç çamaşırı) diken, mahallenin kızlarına gazoz kapaklarında özel karışımlarla krem hazırlayan gelini genç yaşta kanserden öldü. Hem de tek oğlu askerdeyken, son bir kez daha kendisini göremeden... Böylece Edik (Atike) Nine memlekette sadece çarşı içindeki han, ortanca oğlu ve torunu ile yalnız kaldı. Seneler sonra izne geldiğimiz memlekette onu hep daracık sokağa bakan pencerenin önünde bir minderde dizlerinin üstüne oturup, pencereden bakarken bulurduk. Artık torunu babam evlenmiş, yakındaki bir kasabada Sağlık Memuru olarak çalışmaktaydı. Oğlu Bekir Dedemi ise handa bulurduk hep. Alt katında artık kullanılmayan ahır, sonradan eve gelen suyun aktığı tek çeşme, tuvalet ve küçücük bir bahçenin bulunduğu ahşap evin üst katında iki oda ve ince, uzun bir sofa vardı. Ön taraftaki sokak yüzü oda Edik Nineme ait olup, kocaman iki kişilik yatağı aynı zamanda oturma odası olarak da kullandıkları bu odada bulunurdu. Bahçeye bakan arka küçük oda ise Bekir Dedeme aitti. Bu oda da sadece tek kişilik bir yatak ve genç yaşta kanserden ölen ve bana ismini verdikleri babaannemin sandığı bulunurdu. Bu her iki odanın da tüm duvarları dolaplarla doluydu. Bu dolaplar bana hep çok gizemli gelirdi; iyice karıştırırsam belkide içinden oyuncak çıkar diye her seferinde bir hevesle kapaklarını açar, karanlık dip köşelerine iyice bakardım. Fakat bu evde hiç oyuncak yoktu. Dolaplarda sadece İstanbul’dan gelen akrabaların getirdiği lokumların boş kutuları, eski kaşıklar ve Edik Ninemin eski yazı kitapları bulunurdu. Dolaplarda oyalanacak oyuncak bulamayınca sıkıntıyla Edik Nineme başvururdum. Nine hadi bana masal anlat... Kızım ben masal bilmem....Olsun ama anlat... Bak o zaman tekerleme söyleyivereyim: Var Allah, yok şeytan, şeytanın arkası gaytan. Şeytanı arkasından çekiverdiydim cızbıııız dedi, kaçtı... Ama bu çok kısa, bir daha söyle hadi... Kızım inan olsun başka bilmem... En sonunda anneme seslenirdi, bu çocuk iyice sıkıldı, sokağa çıksın bari. Bunları yaşarken ben altı, o ise doksanbeş, doksanaltı yaşlarındaydı. Yaşından dolayı zaman zaman bulanıklaşan bilinci, ağabeyim ve benim için başka bir eğlence kaynağıydı. O zamanlar altmışlı yaşlarda olan dedemi yere göğe sığdıramazdı. Dedemin yaşını onsekizden yukarıya çıkarttıramazdık ona. Bak ama nine biz onun torunlarıyız, o nasıl onsekiz yaşında olur derdik. Yine ısrarla Bekir’im daha onsekizinde, siz bilmezsiniz derdi. Tam yemekten yeni kalkmış halde annem bulaşığa yönelirken o sorardı; kızım yemeği ne zaman yiyeceğiz, bak geç oldu, ben acıktım!... Dişsiz ağzının içinde artık iyice sertleşmiş dişetleri ile artık her türlü yemeği ezerek yiyebiliyordu. Ama onlar fazla yağlı, tuzlu, salçalı yemekler yemezlerdi. Dedem yemek yapmayı bilse ve arada sırada yapsa da, en sevdikleri yemek, içine ekmek doğranmış bol tuzlu ayran veya ekmeğin üstüne çalınmış (sürülmüş) yoğurt idi. Bunu her seferinde bize de yanında yoğurdun cinsiyle ilgili bir yığın özel açıklama ve ısrarla sunarlardı. Belki uzun yaşamlarının sırrını buna borçluydular. İkisinin de aramızdan ayrılmasının ardından, babamların yerine apartman (!) yapmadan önce boşalttıkları ahşap evden kalan bir yığın eşya, halen babamların bodrum katında saklıdır. Ama içlerinden bir tanesi var ki, tüm yalnız geçen öğrencilik yıllarımda ve sonrasında hep benimleydi: O tahta kapaklı, porselen düğme tutamaklı dolaplardan birinde bulduğum küçük bir makas... Öğrenci yurdunda, dört kişi paylaştığımız odadaki tek makas, bekarlık yıllarımdaki üç beş eşyalık saray yuvası evimin nadide parçalarından ve hala mutfağımda her akşam çocukların süt kutularını kestiğim, artık Solingen’in sadece...gen’i okunabilen, karton kutudan başka şey kesmeyen makas... Bana öyle geliyor ki; sanki o makası işlevsiz bir köşeye atıp kullanmazsam, senede birkaç kez rüyamda gördüğüm Edik Ninem artık rüyalarıma gelmez... Ve çocukluğumda sadece birkaç sene görüp tanıyabildiğim halde, bütün altı yaş içtenliğimle sarılıp, artık yaşamadığını bile bile Edik Nine sen mi geldin diyemem ona... çömlek Çok iyi yürekli, insancıl bir kadın olduğu söylenir, hakkında değişik hikayeler anlatılırdı: Gençliğinde bir gün, rüyasında yaşlı bir bilge ona “senin görevin fakirin fukaranın düğünlerinde yemek pişirmek” deyince, gaipten gelen bu emre uymuş ve senelerce bir karşılık beklemeden fakir fukaranın düğününde aşçılık yapmıştı. Eşiyle birlikte vakitlerinin büyük kısmını evlerine dört beş kilometre uzaklıktaki bahçada geçirirlerdi. Bahça çok büyüktü: Sekiz dokuz dönüm genişliğinde vardı. Tahta, geniş bir kapıyla açılan girişinde ahırlar vardı. Evlerinden buraya eşekle geldiklerinde, hayvancağız burada konaklardı herhalde. Tam karşıda ise büyücek bir havuz ve tam üstünde de ulu bir kara dut ağacı vardı. Onlar öldükten ve bahça harap hale gelip, bakımsız kaldığı günlerde bile o ağacın kara dutundan reçel yapılıp, bana, yaşadığım şehre gönderildi senelerce. Bir tek bana mı? Bütün torunlar reçel yedi, senelerce o kara dut ağacından. Bu ağaçtan sonra ince, uzun bir yoldan bahçanın arka kısımlarına geçilirdi. Aslında bölmeli üç kısımdan oluşurdu bahça. Dut ağaçlı kısımdan sonra solda haşhaş ekili kısımlar takip edilerek, evli kısıma gelinirdi. Burada kerpiçten yapılı iki evcik vardır ki; ikisi de birer odacıktan ibaretti. Annemler senelerce bu evlerde pişirdiği mucizevi yemeklerden bahsettiler: İki kap yemekle yirmi kişiyi doyururdu. Öyle tatlı sohbeti vardı ki; sohbetinin yanında bahçadan toplayıp, pişirdiği fasulyenin tadını ömrümüz boyunca bir daha hiç bir yerde bulamadık derlerdi. Odacıktaki ocakta, ateşin üstünde kaynayan toprak göveçte piştiğinden mi gelirdi o tat, yoksa bütün malzemenin taze taze bahçadan toplanmasından mı, yoksa tatlı dilinden mi anlayamadık derlerdi. Bahçanın iki bölümünü ayıran bu ara kısma daha çok sebze ekilirdi. Bir de türüm türüm (buram buram) kokan dorak (kekik benzeri bir ot).... Yine bahça harap hale geldikten sonra bile bu dorak inatla her sene kendi dökülen tohumlarından seneye ve bir dahaki seneye yaşam haklarını saklı tutmakta ısrar etti. Bahçanın bu ara kısmından sonra gelen ikinci kısmında da ilk kısımda olduğu gibi haşhaş ekilirdi. Ve bahçenin bütün etrafını çeviren kaşlar (bahçe duvarı) boyunca büyütülmüş olan meyve ağaçları da dorakla aynı inatçılıkla yaşamayı sürdürdüler, sahipleri yaşamı terkedip gittikten sonra bile... Babamın bekar arkadaşlarıyla bahçada yaptığı güvey eğlentisinin ertesinde, dedesine karşı sahip çıkmıştı ona. Ne de olsa genç yaşta ölen kızından ona kalan tek yadigârdı torunu. Kocası orası bizim ibadet ettiğimiz yer, içki mi içilirmiş orada dediğinde; öksüzdür, kırma çocuğu demişti. Birkaç kez daha tartışmışlardı kocasıyla bu torunu yüzünden. Onu diğer torunlarından bariz biçimde ayırır, korur, kollar, annesizliğini hissettirmemeye çalışırdı ona ve hatta torunun çocuklarına da. Her memleket ziyaretimizde içi kalaylı bakraçlarla süt, yoğurt, kaymak taşırdı sessizce yan evden, damadı ile damadının annesinin yaşadığı eve. Torunlar yesin, taze sağdı inekten gelin derdi ertesi gün. Ama ille de akşam üstü, sessizce yan evin kapısını açıp, birşey söylemeden, eve sonradan gelen suyun aktığı tek çeşmesinin önüne bırakır kaçardı bu dolu bakraçları. Hep kınalıydı saçları, kızıl kızıl görünürdü yaşmağının (ince, çiçekli bir kumaştan yapılmış başörtüsü) altından. Hayata karşı pozitif bakış açısını ve iyi niyetini son günlerine kadar hiç değiştirmemişti. Artık felçli olan sağ kolunu, sol koluyla kaldırır havaya, bak artık iyi oldum gördünüz mü, kaldırabiliyorum kolumu derdi. Annemler, anneannemler acaba kendi de inanıyor mu iyi olduğuna, yoksa biz üzülmeyelim diye mi böyle yapıyor derlerdi. Oda oda genişlettikleri ve bir zamanlar şehrin en güzel evlerinden sayılan evinde gün geldi yaşayan kimse kalmadı. Ve o orijinal evi boşaltmak, yıktırmak ve yerine apartman dikmek, yine o en çok sevdiği, en çok kolladığı torununa, yani babama düştü. Son bir kez gezerken evi, bu evin duvarlarına sinmiş olan bütün yaşanmışlıkların da yıkılacağını ve yok olacağını biliyordum evle birlikte. Mutfağındaki süt sahanlarının, ahırındaki saman sepetlerinin, ara kattaki balkona uzanmış asma ağacının, karanlık odaya sinmiş, kızı için dökülmüş gözyaşlarının, gelin odasındaki işlemeli tahta tavan süsünün, demir ustası oğluna ait el aletlerinin, tavanarasına çıkan ikinci ara kattaki on, onbeş ölçeklik buğday ambarının, tavanarasındaki küplerin, demir parçalarının ve bu evde yaşanmış olan bütün hayatların da bu evle yokolacağını biliyordum. O zaman dedim; hiç olmazsa Aşanamın (Ayşe Ana) mutfağından şu yağ çömleğini kurtarayım. İçine de onun ahçılık günlerinden kalan tahta kaşıklarını doldurayım ve mutfağımın baş köşesine, ocağımın yanına koyayım. O zaman belki Aşanamın ahçılık eli bana geçer de, onun güzel yemeklerini ben yaparım; bir kap sebzeyle yirmi kişiyi doyurur da, yemeğimin tadı tazeliğinden mi gelir, tatlı dilimden mi yoksa anlayamazlar!...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ceren Emre, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |