..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > İronik > Cengiz Arabacı




20 Nisan 2004
Kabus  
Cengiz Arabacı
Köyünde mütevazı bir ailenin gururu Mustafa olarak uykuya dalar dalmaz, Ankara’da akademisyen bir çiftin biricik kızları Eylül olarak uyanıyor ve aynı günü tekrar yaşıyordum.


:CACA:
“Ninemin beşiğinde tıngır mıngır sallanırken tanıştım kendimle. Büyük, dökme demir sobamızın üstünde ağır ağır pişen patateslerin gevrek kokusu uykuma eşlik ederken, gözlerimi Ankara’da bir evde, kaloriferlerin soğuk sıcaklığıyla ısınan bir evde açtım gözlerimi. Korkak ağlamalarıma annem telaşla cevap verdi: “Eylül’üm acıktın mı bebeğim?”. Annemin ılık sesiyle tekrar uykuya daldım. Ama uyandığımda kabus devam ediyordu. Çığlık çığlığa sabahı haber veren bir horoza homurdanarak yatağından doğrulmaya çalışan eşlik eden babam, hemen yanı başında duran uzun samsun sigarasını yaktıktan sonra, bana gurur dolu bir bakışla “Mustafam, aslan oğlum benim” diyerek pos bıyıklarının altından gülümsedi. Doğum günümde tanıştılar Eylül ve Mustafa.

Seneler geçtikçe buna alışmaya başladım. Köyünde mütevazı bir ailenin gururu Mustafa olarak uykuya dalar dalmaz, Ankara’da akademisyen bir çiftin biricik kızları Eylül olarak uyanıyor ve aynı günü tekrar yaşıyordum. Eylül uykuya dalınca Mustafa uyanıyordu. Hayatımda hiç rüya göremedim. Belki de hayatlarımdan biri rüyaydı. Belki de ikisi de benim rüyamdı. Ya da sadece delinin tekiydim. Ama elbette bu sırrımı kimseyle paylaşmıyordum.
     
Küçük yaşlarda beni oldukça korkutan bu döngünün bana sağladığı avantajları fark ettikçe keyfini sürmeye başladım. Her şeyden önce bana gözleri gibi bakan iki annem ve iki babam vardı. Eylül olarak oldukça hijyenik, eğitici, sağlıklı bir hayat sürerken, Mustafa olarak nispeten daha elverişsiz koşullarda ama kesinlikle daha eğlenceli bir çocukluk geçirdim. Köydeyken, şehirde asla göremeyeceğim bir çok hayvanla ve bitkiyle büyüdüm. Tertemiz havayı her gün arsızca ciğerlerime çektim. Her şeyin en tazesini, her şeyin en lezzetlisini tadarak büyüdüm. Diğer yanda köyde asla hayalini bile kuramayacağım konfor ve oyuncaklarla eğlendim, bilgisayarın ve televizyonun keyfini doyasıya yaşadım. Yazları güzel kumsallarda denize girip tatil yaparken bir yandan da Temmuz sıcağında tarlada ekin kaldırma telaşını yaşamak gibi karmaşalar düştüğüm zamanlarda bile hiçbir zaman halimden şikayetçi olmadım.
     
Yıllar geçtikçe avantajlarım da artıyordu. Eylül’ün aldığı eğitim, Mustafa’yı köy okulunda üstün zekalı, Mustafa’nın pastoral perspektifi ise Eylül’ü dahi sanatçı yapıyordu. Her iki kültürü de istediğim gibi kullanabiliyordum. Her ikisi de bana oldukça keyif veriyordu.
     
Elbette kısa süre sonra “kendimi” görme isteğim beni çimdiklemeye başladı. 17 yaşını artık doldurmuştum ve kanım kaynıyordu. Mutlaka ama mutlaka kendimi görmeliydim. Küçük bir beyaz yalanla köyden Ankara’ya günübirlik gitmek için tüm hazırlıklarımı tamamlamıştım. Bir sabah erkenden annemle ve babamla helalleşip yola düştüm. Her ne kadar gece döneceğimi söyledimse de oğullarından bu ilk ayrılış onlar için oldukça endişe vericiydi. Ankara otogarına vardığımda elbette “köyden indim şehre” paradisini yaşamadım. Ankara zaten benim yaşadığım şehirdi. Hemen evime doğru yola çıktım. Karşılaşacağım durumu hayal etmeye çalıştım. Kendimi nasıl karşılayacaktım? Durumun karışıklığı aslında beni oldukça korkutuyordu. Eve yaklaştıkça kalbimin sesi kulaklarıma vurmaya başladı. Ürkek adımlarla basamakları çıktım. Günlerden Pazar olduğu için annem ve babamın evde olacaklarına emindim. Aslında bunu biraz da Eylül’e borçluydum. Çünkü doğum günümü evde kutlamak için annemlerle anlaşmıştım. O yüzden bugün evde bir parti olmalıydı. Kapının önüne vardığımda ise içerden duymayı beklediğim müzik sesini ya da gürültüyü duyamıyordum. Korkum bir kat daha artmıştı. Bütün cesaretimi toplayıp zile bastım. Bir süre sonra kapıyı annem açtı. Merakla yüzüme bakıyordu, bir an sonra yüzündeki ifade sıkıntıya dönüştü. Belli ki beni kapıya dayanan dilencilerden sanmıştı. Hemen kendimi toparlayarak “Özür dilerim Sevim Teyze, ben Eylül’ün okuldan bir arkadaşıyım, kendisi evde mi acaba?” dedim. Bu arada içeriden “Kim geldi Sevim?” diyen babam da çıka geldi. Yüzünde Eylül’ün ısrarlarına dayanamayarak 5 yıl önce kestiği sakalları hiç kesilmemiş gibi duruyordu. Annem ise “Bilmiyorum, Eylül diye birini arıyormuş”. Bir an da bütün tüylerim diken diken oldu. Vücudumdan bütün kanın çekildiğini hissedebiliyordum. “Yanlış geldin herhalde delikanlı, burada öyle biri yok” diye ekledi babam. Belli ki yüzümdeki dehşetengiz ifadeden ürkmüşlerdi. Beni içeri davet ettiler. Her gün yaptığım gibi içeri, evime girdim. Annem bana bir bardak su getirdi. Ben ise hala dehşetle evimi inceliyordum. Burası benim evim değildi. Bazı eşyalar aynı da olsa, burası kesinlikle benim evim değildi. Bu nasıl oluyordu bir türlü aklım almıyordu, annem ve babam karşımda bana bir yabancıymışım gibi bakıyorlardı. Titreyen sesimle “Eylül adında bir kızınız yok mu yani?” diye sordum. Cevap babamdan net bir şekilde geldi. “Bizim hiç çocuğumuz yok ki…”. Elimdeki suyu anneme verdim ve “çok teşekkür ederim” diyebildim. Hiç arkama bakmadan evimden hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım. Yine de annem ve babamın merak dolu bakışlarını üzerimde hissediyordum.
     
Gece köye vardığımda ilk annem kucakladı. Sonra babam. Ben ise onları bu kez bambaşka bir hasretle kucakladım. O gece uykuya daldığımda Eylül’ün saati 10’u gösteriyordu. Odama gelen babam beni sıcacık öptükten sonra “günaydın doğum günü kızı” dedi. Her şey bıraktığım gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti. Peki ama ben nereye gitmiştim. Hangi cehennemdeydim. Bu sefer de Eylül küçük beyaz yalanlarla köy yoluna düşmüştü. Ama yine sonuç değişmemişti. Bu sefer köyde annem ve babam bu şehirli kıza anlamsızca bakıp neden bahsettiğini anlamaya çalışıyorlardı. Hayatlarında hiç Mustafa diye biri olmamıştı.
     
Aynı dünyada yaşıyorduk ama Mustafa’nın yaşadığı dünyada Eylül diye bir kız hiç var olmamıştı ve Eylül’ün yaşadığı dünyada ise Mustafa diye bir oğlan hiç var olmamıştı. Aklımı kaçırmak üzereydim. Her günü iki kere yaşamak artık ağır gelmeye başlamıştı. Aslında bana en ağır geleni ailelerimin bana attıkları yabancı bakışlardı. Gerisi ise böyle bir cehennemi yaşamaya maruz bırakılmama duyduğum öfke ve iki dünya arasındaki çaresizliğimin altına kalın çizgiler çeken yalnızlığım.
     
Annemler ise bendeki durgunluğu ergenlik bunalımına veriyordu. Endişe duysalar da ergenlik sorunlarının sona ereceğini umutla bekliyorlardı.
     
Eylül’ün belalı aşığının telefonla rahatsız etmesi de bu zamanlara denk geliyordu. Lisede aynı sınıftaydık ancak sonraları okuldan atıldığını duymuştum. Daha o zamanlar bana olan ilgisini çekinmeden gösteriyordu. Gelir geçer diye düşünmüştüm başlarda. Defalarca kovdum, küfür ettim, hakaret ettim, şikayet ettim… Ama bir türlü heriften kurtulamıyordum. Köşe başlarında, sokak aralarında hep onun bakışlarını üzerimde hissediyordum. Sabah evden çıkışımdan akşam eve gelişime kadar bir an olsun peşimden ayrılmıyordu. Bu elbette en çok “Mustafa”ya dokunuyordu. Eylül olarak her ne kadar özgür büyüdüysem de, Mustafa olarak bir çok tabuyla beraber yoğrulmuştum.
     
Bir sabah köyde kan ter içinde uyandım. Dudaklarımın kenarından hafif bir kan sızıntısı geliyordu. Hala yaşadığım şokun etkisindeydim. Ankara’da apartmanın kapısının içerisine girmemle yüzüme yapıştırılan bir parça bezin kesif kokusunu duymam bir olmuştu. Bir süre direnmeye çalışsam da nafileydi. Bilincimi yitirdikten hemen sonra gözlerimi köyümde açmıştım. Tam bir panik içindeydim. Aklımdan tek geçen Eylül’ü kurtarmaktı ama Mustafa’nın dünyasında Eylül hiç var olmamıştı. Tek bildiğim Mustafa’nın dünyasında ölen birinin Eylül’ün dünyasında da ölüyor olmasıydı. Aklıma gelen tek çözüm ise tüylerimi ürpertiyordu.
          
Kimseyi uyandırmadan gizlice yola çıktım. Annemlere nasıl bir açıklama yapacağımı bilemiyordum. Öğleden sonra Ankara’ya vardım ve hemen soluğu lisedeyken adamın yakın arkadaşları olarak bildiğim gençlere adresini sordum. Bi akrabası olarak kendimi tanıttığım için adresini kolaylıkla buldum. Evine gittiğimde ise annesi arkadaşlarıyla mahallenin kahvesinde olduğunu söylemişti “kör olasıca” nın. Hızlı adımlarla kahveye doğru yol almaya başladım. İçimde alev alev yanan bir öfkeden başka bir şeyim yoktu yanımda. Adamın karşısına geçip ne diyebilirdim ki? Zaten Eylül diye bir kızla hiç tanımıyordu. Adama ne yaparsam yapayım ya da ne dersem diyeyim haksız durumda olacaktım.
     
Kıraathanenin kapısından içeriye girdiğimde ağır bir duman tabakası ve çay kokusu karşıladı beni. Kalbim hızla çarpıyordu. Onu bir masa başında arkadaşları ile okey oynarken gördüm. Damarlarımdaki kanın hızlandığını hissedebiliyordum. Kendimi kurtarmak için kendimi feda edebilecek miydim?. Daha da önemli bir sorun, yıllarca kendime sormaktan korktuğum soruyla baş başa kalmıştım. Ya hayatlarımdan birisi sadece rüyaysa, gerçek değilse. Ya Eylül rüyaysa. Rüyamı kurtarmaya çalışırken gerçek hayatımı yok edebilirdim. Yine Eylül için bu riski göze almaya değerdi. Zaten Eylül de ben değilmiydim. Bir hayalden başka bir şey olmasa bile o bendim.
     
Sigara dumanının içinden geçerek oturduğu masanın başına geldim. Oturanların şaşkın bakışları altında masadaki ıstakalardan biri ile adamın kafasına olanca gücümle vurmaya başladım, bir daha, bir daha.... Istakanın üstünden kan ve beyin parçaları damlarken masada oturanlar şaşkınlıklarını üzerlerinden atarak üzerime çullandılar. Önce birisi sırtıma bir tekme savurdu, daha sonra bir diğeri karnıma. Üstüme gelen bir çok tekmeden sonra, en son hissettiğim tekme başıma gelen tekme oldu. Son duyduğum ise boynumdan gelen bir kütleme sesi.
     
Eylül olarak gözlerimi açtığımda boş bir inşaattaydım. Başım zonkluyordu. Betonun üzerinde yatıyordum. Son yediğim dayağın hala etkisindeydim. Önce elimde bir sızı hissettim, sonra da boynumda. Elimi zorlukla kaldırdığımda büyükçe ve keskin bir cam parçasını tuttuğumu gördüm. Zorlukla parmaklarımı açtım ve kanlı cam parçası yere düştü. Etrafımın tam bir kan gölü olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Ancak hiç bir yerimde büyük bir acı hissetmiyordum. Zorlanarak da olsa doğruldum. Tam önümde beni kaçıran herifin cesedi yatıyordu. Kasığından akan kan bütün etrafımı kızıla boyamıştı. Büyük ihtimalle atardamarı kesilmiş ve kan kaybından ölmüştü. Uyandığımda elimde tuttuğum cam parçası onu bu hale benim getirdiğimi açıklayabilirdi. Ancak ben kesinlikle hiç bir şey hatırlayamıyordum. Sallanarak inşaattan dışarı çıktım. Sonrası ise malum kendimi burada buldum.
     
O günden sonra bir daha asla Mustafa’yı görmedim. Sanırım beni kurtarmak için kendimi feda etmiştim. Onu nasıl özlüyorum anlatamam. Biliyorum ki sizler bana asla inanmadınız. Ama söyler misiniz bana; Mustafa’nın ailesi olarak sizlere anlattığım aileyi nasıl en küçük ayrıntısına kadar biliyorum. Ben size söyleyeyim. Onlar da benim anne ve babam, her ne kadar onlar beni tanımasa da”

- CİNAYETLE SUÇLANAN BİR ŞİZOFRENİN MAHKEMEDEKİ SAVUNMASIDIR -

16 EYLÜL 1983 - ANKARA
   

.Eleştiriler & Yorumlar

:: güzeldi
Gönderen: aytunç üşümezoğlu / Eskişehir/Türkiye
17 Ağustos 2007
her ne kadar bu site yorum konusunda cimri davranıyor olsa da bizlere, ben esirgemeyeceğim hissettiklerimi. Yazınızı çok beğendiğimi söylemek isterim. tebrikler...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın İronik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Söz
Nerdeyim?

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Böcük
Bir Issız Adaya Düşseniz Yanınıza Alacağınız Üç Bakan
Oyun Bitti! Tekrar Oyna?
Ak Kreş
Neden Ben Allahım, Neden?
Satan Satana
500 Milyar Gitti Gider
Lütfullah'ın Hakkı Üçtür
Başracon
İstanbul'a Giiiiiiiiiit!


Cengiz Arabacı kimdir?

Okur - Yazarım, Yazarım - Okursun, Yazarsın - Okurum, Okursan - Yazarım.

Etkilendiği Yazarlar:
Atilla Atalay, Aziz Nesin, Alain Paris, Amin Maalouf,


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Cengiz Arabacı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.