..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevgi en azgın yüreği uysallaştırır, en uysal yüreği azdırır. -Alexis Delp
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Gelecek > Murat M. UĞURLU




30 Nisan 2005
Victoria Gölü Kıyısından Esperanto'ya  
Murat M. UĞURLU
İnsanlığın en büyük yaratısı olarak "dil"in, insanlık tarihindeki olumlu ve olumsuz cilveleri...


:CCFE:
Türümüzün, Victoria Gölü kıyılarından başlayan serüven dolu yolculuğu, milyonlarca yıldan beri süregeliyor. Arka ayaklarının üzerine basıp ellerini alet yapacak konuma getiren ve gözlerini ufka dikerek, hareket alanını ve hayallerini de dünyasına katıp genişletince; doğaya karşı da baş kaldırıp özgürleşmeye adım atan ve hep uzaklara bakan bir tür çıktı ortaya. Evrimler, doğal ayıklanmalar ve yapay savaşlarla yana yakıla, ürete tükete ve yeniden yaratıla yaratıla; kavşaklarda dura kalka, tenha yollarda düşe kalka iyice hırpalanarak ulaştık bugünlere..
Yerküre yarılıp okyanuslarla, sıra dağlarla bezenince; insan türü de dağıldı, uzaklaştı , tarumar oldu. Homologous, antropomorph, homo habilis, homo erectus, homo sapiens evrimleşmesi derken, gele gele bin bir suratı ve bir o kadar da karakteri olan insan çıktı ortaya. Kökendeş canlılardan uzaklaşarak insan özelliklerine ulaşmanın tarihini, J. Daimond, “İnsanlık tarihi bundan yaklaşık 50.000 yıl önce, benim Büyük Sıçrama dediğim şeyle birlikte başladı” diye belirliyor. İnsan türü kendisiyle ve dışındaki dünya ile didişirken, İletişim ağına takıldı. Sıkışan ve çıkış yolu arayan insan bedeninin büyüsünü keşfederek; gözünü, kaşını, burnunu, elini, kolunu, tüyünü, derisini vs kullanarak anlaşmayı öğrendi.
“Büyük Sıçramanın” önemli ayaklarından biri dil olsa gerek. Birbirini izleyen yüz yıllar, insanı ikinci kez yaratan bu muhteşem görsel yetiyi geliştirerek ve nesillerden nesillere aktararak geçti. Asırlarca işlenen vücut dili öyle ezbere alınıp öğrenildi ki; belleklerden taştı ve insan genetiğine sızarak şifreler arasına kazınıp, silinmemek üzere yerini aldı.
Evrimleşme; renkler, boylar, tipler, yaşam biçimi olarak sürdü bu kez. Kıtalar ve uzak, yakın coğrafyalar arasında yayıldıkça insanlar; renklerin, boyların, tiplerin ve yaşam biçimi spektrumunu aşacak sayıda diller yarattı. Göçlerin, işgallerin yıkımına uğrayan onlarca dil öldü, kimileri bir yolunu bulup yeniden canlandı. Canlı diller yoksullaştı, eridi, yeryüzünden silinmesine ramak kalmışken bilinçli çabalarla zenginleşti. Ulusal, etnik dillerin yanında aynı dilin birden çok lehçesi ve ağızı türedi. Zaman geldi aynı dili konuşanlar bile anlaşmakta zorlandı.
Söz ve yazı dilinin çeşitliliğine karşın, vücut dili hangi coğrafyada, hangi ırkta ve hangi uygarlık düzeyinde olursa olsun tek tip ve tıpa tıp benzeşen figürleri kullanarak şaşırtıcı bir bütünlük sergiliyor. Ağlamak, gülmek, öfkelenmek, sıkıntıdan terlemek, kızarmak benzeri fizyolojik tepkiler ve el, kol, dudak (dudak bükme) burun, kafa hareketleri, göz kırpma, gözleri büyütme vd onlarca mimik en ilkelinden, en gelişkin topluma kadar değişiklik göstermeden kullanılmakta, insanlığın ortak kazanımı olarak varlığını sürdürmektedir.
“Tarzanca” adı altında varlığını sürdürerek ve karşısındakinin dilini bilmeyen insanlar arasında halen ortak dil olarak kullanılan vücut dili, insanlığın önemli bir eksiğini karşılayarak işlevinin vazgeçilmezliğini, yerinin doldurulamaz olduğunu kanıtlamaktadır..
Sözü ve yazısı ile birbirinden yalıtılmış ve uzaklaştırılmış olan insan, nasıl oluyor da vücut dilinde birleşiyor, aynı görsel malzemeyi kullanıyor birebir; eksiltmeden, artırmadan?
Milyonlarca yıl süren insanlaşma sürecinin başında, insan, vücut dilini hazır bulmadı genlerinde. Yani ezeli olarak insan varlığına bu yeti işlememişti. Koşullar dayattı ve yaşamın asli unsuru olarak ortaya çıktı dil
Vücut hareketleri durumları aktarmaya, olguları anlamaya yetişemeyince, ses eklendi bedene; sesin takati kesilince de yazı döküldü kalıba. Sesin ve anlamlı sözcüklerin gündelik yaşama girmesi; insanlaşma sürecindeki milyon yıllar ölçü alındığında, birkaç yüz bin senelik geçmişe dayanır ve yakın tarihimizin ürünü sayılırlar.
Milyonlarca yılda gelişen vücut dili, kim bilir hangi engelleri, ne gibi yasakları aştı da varlığını sürdürüp insan doğallığına yerleşti?
Yazı ise henüz yedi bin yılcık uzağımızda olduğuna göre bebeklik dönemini yaşıyor demektir.
Bu kısacık ömrüne karşın, unutulan, yok edilen o kadar çok yazı ve dil var ki insanlığın geçmişinde, barbarlar ve Vandallar öylesine bayraklaştırmışlar ki yakıp yıkmayı... Bırakalım uzak tarihi, bugün bile kitaplar, filmler, heykeller ve nice insan emeği gözlerimizin önünde kıyıma uğruyor, yakılıyor, yıkılıyor, toplatılıyor, yasaklanıyor; sanatkarlar cezalandırılıyor; yaratmaya karşı akla gelmedik cinayetler işleniyor Akla gelmedik engellemelerle karşı karşıya kalan söz ve yazı istikrarlı bir rota çizerek normal gelişme sürecine giremiyor. Hep azınlıkların elinde kalmış ve çok önemli bir silah olarak kıskançlıkla saklanmış kitlelerden. Okuma yasaklanmış, öğrenenler cezalandırılmış; genel hak olması bile çetin mücadeleler sonunda elde edilmiş. Bakmayın şimdilerde okuma çağına gelen çocukların zorla dersliklere sokulmasına. Sistem o kadar baştan savma ki; yıllarca süren okullu eğitim; adını, doğum tarihini ve iki ekmekle, üç kilo elmanın hesabını yapmayı öğretemeden diploma vermeyi başarır.
Üstüne üstlük sınıflı toplumların çatışkı ve çelişkileri, çekişmeleri de tüm ağırlığı ile dil üzerine abanınca ortalık iyice toza dumana bürünüyor. Kirleniyor, yıpranıyor, bozuluyor dil. Kah iyi niyetle , kah kötü niyetle. Şimdilik insan genetiğine işlenmesi bir yana genel kabul görmüş sözcüklere bürünmesi bile olası görünmüyor.
Gerek bir takım sığ kurullar tarafından, gerekse oto sansürden geçerek hadım edilince, gürleşip gelişemiyor. Dile ilişkin yaratımların kotarıldığı doğal atölyeler harabeye çevrilirken, usta eller titrekleşiyor, hastalıklı ortamlara düşüp mikrop kaparak ve gelişimi sekteye uğruyor. Giderek dejenere oluyor, unutuluyor ve kalıcılık yeteneğinden uzaklaşarak ha bire yeniden yaratılıyor. Ne denli üzücü olsa da bütün ulusal diller henüz yap boz dönemindeler; yumuşak çömlekçi hamuru kıvamında ve önüne gelenin gönlüne göre biçimlendirmesine elverişlidirler. O nedenledir ki her gün yeniden yaratılıyorlar.
Değişim deposu sözlük ve ansiklopediler keşiflerin ve icatların hızına yetişemeyerek, neredeyse altı ayda bir güncellenmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle de dil henüz oturmuş ve kalıcı özellik kazanmış bir araç olmaktan çok, emekleme dönemindedir.
Çok yönlü ve çok taraflı etkenlerin saldırısına uğrayan dilin korunması, doğru rotada yürütülmesi sandığımızdan da güçlü engellerle karşı karşıya.
Yazılı, sözlü ve görsel arşivlere, belgelere karşın tutunamıyor, buharlaşıp uçuyor diller. Henüz çok genç olmaları nedeniyle ele, avuca sığmıyorlar. Yap boz oyununa çok elverişliler ve delişmen bir yapıları var. Ayrıca çok da nazeninler; yaşı nedeniyle olsa gerek bir nefeslik havadan nem kapıyor, çabucak kırılıyor, eğilip bükülüyorlar. Bütün dillerin yapısı resmi, gayri resmi, bireysel, kurumsal birçok müdahalenin kurbanı olmaya uygun.
Yetmezmiş gibi bu masum ve ertelenemez gereksinme, ticari metalar arasına alınarak pervasız, giderek büyüyen verimli bir sömürü kaynağı olarak değişim pazarındaki saygın yerini almıştır. Gerek kendi dilini, gerekse bir başka dili öğrenmek için kaç milyar dolar veya bilmem hangi ulusal paralar ne miktarda akıtılıyor bu çarka?
Bu olumsuzlukların bertaraf edilmesi insanlığın kullanımına sunulacak ortak bir dil ile hafifletilebilir, sıcak çatışmalar soğumaya alınabilir sanıyorum. Ulusal dillerin yanında, ortak fakat egemenliği reddeden, anlaşmanın masumiyeti ile yüklü bir misyonla donatılı semboller sunulabilir. Ve olayın tarafları da vardır. Polonyalı doktor Ludwik Zamenhof 1887’de uluslar arası kullanıma sunulmak üzere bir dil geliştirmiştir. Stalin tarafından da destek gören bu dil, halen canlıdır. Belki de bu destek nedeniyle lanetlenmiş ve hak ettiği ilgiyi bulamamıştır. AnaBritannica (1988 baskısı) kaynaklarına göre Esperanto olarak bilinen bu dili konuşanların sayısının 100 bini aştığı ve 53 ülkede Evrensel Esperanto Derneği ile 50 ulusal Esperanto derneği vardır, 22 uluslar arası kuruluş Esperanto kullanmaktadır. Her yıl değişik Avrupa ülkesinde Dünya Esperanto Kongresi yapılırmış. 30 binden fazla kitap ve 100’ü aşkın dergi yayınlanmış. ( Türkçe’de “tr.wikipedia.org” e-sözlük)
Her nedense bu oluşum bir rivayet gibi anlatılır, üzerinden atlanır ve dikkatlerden uzak tutulur. Antik tarihte görülmüş, kalıntılar arasına gömülmüş, hatta, varlığı bile kuşkulu izlenimi yaratılır. Ben de bu tür ifadelerle haberdar olmuştum yıllar önce ve çocukça bir girişim olarak değerlendirerek, unutmuştum. Ayağa dolanan sıradan olayları haber formatına sokan ekipler garip teknikler ve tekrarlarla beyinleri bombardımana tutarlarken, Esperanto’nun rutin yıllık kongrelerini görmezden gelirler, çalışmalarını sergilemekten sakınırlar. İnsanlık gayri ciddi kurumlara odaklanıp fanatikleştirilirken, bu tip barışçıl kanalları es geçmek ve dalgaya almak kolaylaşmaktadır.
Dil, insanın kendi varlığından sonra sahip olduğu ve keşfettiği ikinci önemli; çok esnek ve çok seçenekli, yaşama ilişkin bütün kilitleri açan yegane araçtır. İnsanın kendi bedenini unutturacak derecede öne çıkacak kadar güçlüdür. O nedenle hep yasaklara, sınırlamalara uğramıştır söz ve yazı (dil). En korkunç, en ağır ceza olan idam uygulanmıştır konuşanlara ve yazanlara. Sözlerinin bedelini, bedenleriyle ödemiştir insanlar.
İnsanlığın kolaylıkla anlaşmasının önünde, dil üzerindeki baskılar kadar, dil çokluğu da başlı başına bir engeldir. Coğrafi dağılımın zorunlu uzantısı bu durum, son derece normal ve doğal seyri içinde bir gelişmedir. Diller uzmanların elinden kurtulup, berraklaşıp güzelleşerek, ayrımsız tüm yurttaşlarca anlaşılır düzeye gelerek işlevlerini sürdüreceklerdir. İtirazımız ve duyarlılığımız bu kutsal, zorunlu ve doğal oluşumun istismara, çatışmalara ve savaşlara payanda yapılması ile öğrenme isteği ve eğiliminin ticari alana katılması noktasındadır; diller yelpazesinin cenneti yeğlemeyip, cehennem ateşini yellemesinedir.
Öte yandan ortak dil mayasının tutmasına yönelik bilinçli, planlı ve bireysel çıkarlardan arınmış, insanlığı kapsayıcı çalışmalara ağırlık verilmelidir. Dil sıyrılarak yurttaşların anlayacağı, konuşacağı niteliğe ve netliğe kavuşturulmalıdır.
Ortak bir dil, hemen bugünden yarına ebedi barışının teminatı olabilir mi? Söz ve yazı vücut dili gibi insan genetiğine işlenerek, insanlığı, başka boyutlara götürüp barış ve özgürlük çağını açabilir mi? O zaman insan, insanın kurdu olmaktan kurtulur mu?
Geçmişi milyon yıllarla ölçülen insanlığın; eğer birkaç sapığın aklına ve kışkırtmasına uyulmazsa, gelecek milyon yıllarda ortak bir dile ulaşması ve bu dilin bozulma olasılığından kurtularak, insan genetiğine işlemesi kaçınılmaz gibi. Kanımca, aynı dili konuşuyor olmak insancıl problemleri anında ve kökünden çözmeyecektir ama, dehşet bataklığını kurutmada sağlam ve büyük bir adım olacaktır.
Murat Mehmet UĞURLU

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Tebrik ederim.
Gönderen: Var Samsa / İstanbul/Türkiye
5 Mayıs 2005
İZ'de uzun zamandır okuduğum en güzel yazı. Beden dili gelişimi, işlevi ve önemi üzerine düşünmemiştim uzun zamandır. İnsandan başka bir miktar maynunda da mevcut sanırım o dudak bükmeler vb. Düşüncelerimizi desteklemek için beden dilini kullandığımızda daha anlaşılır olabiliriz. Ama beden dili ilkeldir, ancak genel bir fikir verebilir, rafine duygu ve düşüncelerin iletiminde daha mükemmel bir araca ihtiyacımız var. Dil ve kanımca onun türevi olan yazı bu amaçla daha sonra gelişti ve görece çok kısa gelişim süreci içinde sayısız darbe ile budandı, kimi zaman toptan tırpanlandı. Gerçekten günümüzde ulusal dillerin istisnasız tamamı bir iletişim aracı olarak emekleme aşamasında. Açık olalım, yeryüzündeki hiç bir dil şu anda düşünce ve duyguların iletilmesinde rezaletten felaket aşamasına bile geçememiş durumda. Ama önce iyi bir dilin nasıl olması gerektiğinin de bir sonuca vardırılması lazım. Sınırlı bilgi sahibi biri olarak bile şunları söyleyebiliriz: İdeal bir dil kolay öğrenilebilmeli, duyguları düşünceleri ifade etmede rafine olmalı, insan beyninin kolay algılama işlevine uygun bir yapıya sahip olmalı (mesela önce özne sonra yüklem, sonra tümleç sıralaması gibi), kelime kökleri ile türetmeler bütünlüğü yitirmemiş olmalı (yani fiili bildiğin zaman değişik isimleri türetebilmek bir sorun olmamalı) vb.. Bu açıdan bakınca anadilimiz Türkçe, bir diller salatası. Kökler, türevler dilin yüzde yetmişini aşmış yabancı dil kaynaklı kelimelerle bağlantısız halde. Tartışmalı ama kelimelere sondan sınırsız ekleme yapılan bir dilin kanımca geliştirilebilirliğine inanmak safdillik olur. En işlenmiş dil olarak ve bir dünya dili olarak sunulan İngilizcede bir felakettir aslında. Kökler ile kelimelerin bağı kayıp (bind fiilinden bond-band. ortadaki sesli değişiyor bağlantı kayboluyor)Aşırı fazla kelime var. Ve en büyük felaket günümüz ingilizcesinde harflerin okunuşu doğru düzgün okumayı beceremeyen bir kralın seslileri karıştırmasına dayanıyor (e yerine i, a yerine e, i yerine a(y) gibi.) neden bu saçma zorlukları o dili yeni öğrenmeye çalışan biri çeksin? Esparanto çözümüne gelince. Hala yaşıyor mu gerçekten? Bilimsel olarak en ideal dil o mu? Dili yeterince tanımıyorum, yorum yok. Dünyaya yayılmış, günlük hayatında başka diller kullanan içinde iyi bir yazar barındırmayan yüz bin kişi buna yeter mi? Bir dilin gerçekten bir topluluk tarafından konuşularak evrilmesi gerekli değil mi? Bir örnek TDK 1935 senesinde arapça tayyare kelimesi yerine türkçe uçmak kökünden iki kelime attı halkın önüne (ve seçenek vererek çok doğru yaptı): Favorileri uçku, plasede uçak. Halk uçağı tuttu. Neden? Önemli değil, halk onu tuttu ve dil böyle evrilmeli bence. Esperantonun böyle bir şansı olmadı, çünkü sürekli bunu kullanan ortak bir kültüre sahip kalabalıkları yok. Ama neden gelecekte olmasın? Diğer taraftan bir dünya diline ihtiyaç olduğu çok açık. Mevcut yaşayan diller arasında en gelişmişi olarak Almanca'yı görüyorum, kök türetme bağları kopmamış, düzenli yapıya sahip, basit sayılabilecek bir dil. Eksileri diğer dillere görece az da olsa aksan gerekliliği, gereksiz cinsiyet ayrımının mevcudiyeti, dünyanın her tarafından halklar tarafından konuşulmasına alışılmamış olması.(Afrikalı, Hintli her milletin konuşması o dilin sahibi halk tarafından normal bir durum olarak kabul edilemeden bir dünya dili olamaz o dil). Bu açılardan bakılınca Göthe, Hesse,Brecht, Rielke, Kafka, Broch, Schopenhauer, Kant, Nietsche'nin elinde evrilmiş, en felsefi düşünceleri anlaşılır bir biçimde öz bir dille anlatmayı başarabilen inanılmaz rafine bir dil var karşımızda... Neden Almanca bir dünya dili olmasın? Evrim ile ilgili bir son not: Günümüzde hala iyi genin seçilimi bakış açısıyla bakıyoruz ve doğru olan o sanırım: Mutasyona uğruyan gen türe hayatta kalım avantajı sağlarsa daha çok eksprese olur, sayısı artar. Yani Lamark bakış açısı (iyi özelliklere sahip genler, gen havuzuna işlenir, tür bu genleri faydalı oldukları için seçer) hala kimi çevrelerde alternatif bir olasılık olarak dile getirilse de, güncel bilimsel açıklama o şekilde değil... Saygılar....




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Zincire Vurulmuş Prometheus
Sokrates Neden Yazmadı
Devletçilik veya Merkantilizm
Dünya Dengesini Arıyor
Sosyal Yaşam Çekirdeği

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Bizim Köyün Hasan'ı [Öykü]
Yağlı Ekmek Yiyen Evliya [Öykü]
Kırat ve Sıpa [Öykü]
Ahır [Öykü]
Ddt [Öykü]
Dedemin Aşk Öyküleri [Öykü]
Burgazada [Öykü]
Soyunma Odaları [Öykü]
Güğümler Delinince [Öykü]
Arkadaşların Yanına Bir Yatak [Öykü]


Murat M. UĞURLU kimdir?

974_ İst. Ün. Edb. Fak. Felsefe mezunu. Okuyan, hobi olarak amatörce yazan, emekliyim. Yaşamayı ve yaşamı anlamayı, anlamlandırmayı istiyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Ayrımsız tüm yazarları okumaya ve onlardan aldıklarımı yaşamıma katmayı ilke edindim.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Murat M. UĞURLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.