Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
‘Evlenmeyi düşünmediğimi biliyorsun Selin, üstüne alınma ama, ne seninle ne de bir başkasıyla olmaz o iş. Bekarlığımı, yalnızlığımı, özgürlüğümü seviyorum, görüyorsun. Hem ne o bakış, sanki supriz bir laf duymuşsun gibi?’ Kafama balyoz gibi yemiş olduğum bu cümlelerden sonra, benden beklenen bakış neydi bilmiyorum, ama yüz ifademi değiştirmem imkansız şu andan sonra. Karşılıklı bakışıyoruz. O, şaşırmış, ben, karışmış. Bu konuya aslında nasıl oldu da geldik, halen anlamış değilim. Ne güzel konuşuyorduk, havadan sudan. Birden bu noktada buluverdik kendimizi. Ben, kafamda balyoz, o, şaşkın. Üç yıldır devam eden ilişkimizin en keskin sözü. Hep yuvarlamışız meğerse sözcüklerimizi birbirimize yıllarca, köşesiz, pürüzsüz. Dedim ya şaşkınım, ne yapmalıyım? Aslında evlenmek benim de şu an için can attığım bir şey değil ama, istemeyen o olunca, benim karakterli davranmam gerek. Annem, böyle bir laftan sonra, ilişkimi derhal bitirip eve dönmem gerektiğini söylerdi, eminim. Gerçi annem, baştan beraber yaşama olayına karşıdır, bu noktalara asla gelinmez onun lafı dinlenince, ama o zaman da hayat pek bir yavan olur canım. Karar zamanı, bu bakışma bir dakika daha sürerse, ya kahkahalarla birbirimize sarılıp sevişeceğiz, ya da ben hayal kırıklığı içinde salya sümük ağlamaya başlayacağım. İki seçenek de beni kararlı yapmıyor. Birincisi ‘sen nasıl istersen şekerim, tepe tepe kullan beni’ye giriyor ki, üç yıllık ilişkimin daha ciddi olmasını beklediğimden bunu yapamam. İkincisi tam Türk filmi olacak, onun saygısını ciddi anlamda kaybedeceğim. Tabi kendime olanı da. Otuz saniye kaldı. Yirmidokuz, yirmisekiz, yirmiyedi,.... Ayağa kalkıyorum sakince, ‘ilişkimize bakış açılarımız biraz farklılaşmış bana göre. En iyisi bir süre ayrı kalıp, düşünelim.’ Diyorum büyük bir kararlılıkla. Aferin bana, da ne düşüneceksek? ‘Eşyalarımı toplayayım .’diye de ekliyorum hemen. Kaçamak bir bakış, acaba ne yapacak? Salak Selin, ne bekliyordun ki, adamın fikri, zikri belli. Bu lafımdan sonra ayaklarıma kapanıp ‘gitme ne olur, al, özgürlüğüm senin varlığına feda olsun’mu diyecek? Demedi tabi. Bana bakmadığı için gözlerini de göremedim zaten. Ayağa da kalmış olduğumdan geri dönüp oturamıyorum. Böyle de durulmaz, laf ağızdan çıktı artık, eşyalarımı toplamalıyım. Allahım ne yaptım ben? Mutfağa gidiyorum. Büyükçe bir poşet bulup, tüm çelik tencerelerimi dolduruyorum içine. Sonra da giyinip çıkıyorum evden, kuru bir hoşçakal demeyi ihmal etmeden tabi. Arabama bindiğimde yan koltuğa koyduğum, içi tencere dolu torbaya bakıyorum. O kadar çamaşırım, eşyam, jölem, fırçam, geceliğim dururken, neden sadece tencereleri alıp çıktım şimdi? Annemin bana hediyesi onlar. Çeyizlik. Başka kadına yar etmem, annem de ettirmezdi. Arabamı çalıştırıyorum. Kriz anında bile en doğru seçimleri yaptımı görüp kendimle gurur duyuyorum. Başka bir kadın, geldiği evde bulduğu bayan eşyalarını asla kullanmaz ve hep bir şüphe taşır o kadının varlığı ile ilgili. Ama tencereler, öyle mi ya, nereden bilecek ki, kullanır içi rahat. Üç yıllık ilişkimi yıkmış, o rahatı vermem ben kimseye. Ne diyorum ben, daha sokaktan çıkmadan başka kadınların varlıklarıyla ilgili senaryo çalışmalarımı başlattım. Çok zor bir ayrılık olacak, biliyorum. Yaşım, artık üç yıllık ilişkileri, ‘amaaan yaaa, daha iyisini bulurum, sallasam telimi’ diyebileceğimden on yıl daha büyük. Yirmili yaşlarda, vakit çokluğu-akıl yokluğu ikilisinin mükemmel beraberliğinin bir sonucudur o laflar çünkü. Ama şimdi, otuzlu yaşlarının ortasında bir kadın, zamanın pek de lehte çalışmadığını iyi bilir. Son surat kendi evime gidiyorum. Tam tamına beş dakika sürüyor yol, parkla beraber hemde. ‘Hem birlikte, hem ayrı yaşamanın tek yolu çok yakın evlerdir’ demişti Bay Özgür Ruh. Ve dibime taşınarak, bunu ispatlamıştı. Güya ayrı evlerimiz vardı ama her akşam da görüşebiliyorduk. Sıkıldığımızda ise sadece beş dakika uzaklıktaydı yalnızlık. Peki ya ayrılınca ne olacak Bay Özgür Ruh? Evi mi taşıyacağız size giren çıkan hatunlarla selamlaşmak zorunda kalmamak için? Birinci Safha – Öfke Evimi, en çok da kedilerimi özlemişim. Salona atıyorum kendimi, kedilerim de kucağıma koşuyorlar hemen. Zaten kedilerimi de sevmezdi, aklıma geliyor, sinirleniyorum. Bu cumartesi sabahı evde yalnız olmama da sinirleniyorum, neden Pazar gecesi konuşmadık ki? Pazartesiye daha bir yakışıyor ayrılık. Hem tüm rejimler Pazartesi başlamaz mı? Tencerelerimi özenle yerleştiriyorum mutfağıma, birinin sapı mı çıkmış ne? Benim tencerelerim diye hor kullandı, çıkmış güzelim sap. Yine kızıyorum. Yatak odama geçip ona ait tüm eşyaları topluyorum, bir torbaya koyup sokak kapısının yanındaki vestiyere tıkıştırıyorum. Böylece kapıma yalvarmaya geldiğinde hiç vakit kaybetmeden verebileceğim lanet eşyalarını. Cep telefonumu kapıyorum sonra. Araya araya çıldırsın bakalım. Öyle aramasını bekliyormuşum gibi olmasın. İçimde açıklayamadığım bir enerji, önleyemediğim çılgın bir kalp atışım var. Bir şeyler yapmazsam sanırım patlayacağım. Salonum birden şekilsiz gelmeye başladı gözüme. İyi bir düzenlemeye ihtiyacı var. Önce güzel bir müzik koymalı, sonra bir kadeh şarap. Gerçi daha sabah sayılır ama kime ne? Annem yok ki başımda. Ev benim, kuralları ben koyarım. Elimde bir kadeh kırmızı şarapla koyuyorum ayrılık şarkımı müzik setine. Sesini sonuna kadar açıyorum, salonun ortasında duruyorum, dansa hazırım. Ve en sevdiğim nakarat başlıyor; you think I'd crumble you think I'd lay down and die Oh no, not I I will survive as long as i know how to love I know I will stay alive I've got all my life to live I've got all my love to give and I'll survive I will survive *** Ter içinde kalana kadar dans ediyorum. İşte, benim için ayrılığın en kaçınılmaz formalitesi bu an. Bu şarkı. Tam tamına yirmi yıldır, her ayrılığımda, yaptım bunu. Vazgeçilmez ayinim. Telefonum çalıyor. Saatime bakıyorum, daha ayrılalı bir saat olmamış, ayinim bitmemiş, bu ne hız. Vakur bir edayla açıyorum telefonu. Seval’miş, can dostum. Ama neden sesini duyunca sevinemedim? Hal hatır soruyor, ne diyeyim, iç güveysinden hallice. ‘ Gloria dinliyorum’ diyorum yavaşça. ‘Hadi ya’diyor, ‘ o kadar ciddi mi?’ O an dank ediyor kafama olayın ciddiyeti, başlıyorum salya sümük olanları anlatmaya. ‘Sakin ol’ diyor, ‘yavaş biraz. Patronumu arayıp iki gün izin alabilir miyim diye bir sorayım. Uçaklarda da yer varsa sabaha yanındayım’.İşte can dostum, son yirmi yılımda arkamı dayayabildiğim tek sağlam duvarım. Şimdi de böyle bir dostum olduğu için doluyor gözlerim. Sevoşum, sen bir tanesin. Telefonu kapayıp kalkıyorum yerimden. Bu salon çok şekilsiz. Tüm eşyaları çekiştirmeye başlıyorum. Beş saat sonra bitkin ve sarhoş bir halde yere atıyorum kendimi. Salonum bu haliyle müthiş oldu. Yalnız duvarlar biraz kirli duruyor, yarın da badana mı yapsam acaba? İkinci Safha - İdrak Akşam oluyor. Bahar akşamları hep çok güzeldir zaten. Penceremden sadece komşu binaların damları gözüküyor, olsun ben insanları hayal edebilirim. Gözlerimi kapıyorum, el ele giden keyifli çiftler görüyorum. Derhal başka bir görüntü aramak üzere kafamı sallıyorum. Bu sefer de sahilde yan yana oturup kahkahalarla gülen bir çift var önümde. Hayal etme işini bırakıyorum. En iyisi televizyon seyretmek. Kanallarda hep aşk var, macera filmlerinde bile esas oğlan kurtardığı kızı öpüyor. Sıkıldım. Yalnız kalmak bana iyi gelmiyor. Telefona bakıyorum. Neden çalmıyor ki? En iyisi Nilgün’ü aramak. Her zaman katılacak bir eğlencesi vardır onun. ‘Sevgilinden ayrıldın heralde, yoksa niye arayasın Cumartesi akşamı, bildim di mi?’ Hiç kaçırmaz, cindir kendisi. ‘ Boşver kızım’diyor, ‘bak bu akşam bize takıl, seni biriyle tanıştırayım. Çok yakışıklıdır kendisi, üstelik yalnız.’ Kabul ediyorum çaresizce. Yalnızlıktan korkuyorum bu akşam. ‘ İyi ettin kızım, ben zaten o keli pek beğenmemiştim’ diyor son olarak. Üçüncü Safha – Arayış Lokantadan içeri girer girmez duyuyorum Nilgün’ü. O koca sesi farketmemek mümkün mü? Bir türlü ayarlayamadığı gür ve heyecanlı sesiyle sesleniyor bana. Masaya oturduğumda inanamıyarak bakıyorum karşımdaki çocuğa. Nilgün’ün bahsettiği yalnız arkadaş olsa gerek. Ama imkansız, bu adam nasıl yalnız olabilir ki? Tom Cruıse bekar kalabilir mi? Sadece ben değil, tüm çevre masalar da hayranlıkla seyretmekte arkadaşı. Bay Tom ilginin de , yakışıklılığının da farkında. Nilgün’e bakıyorum çaresizce, eğilip kulağına ‘kızım bu çocuk bana bakar mı hiç, ne yaptın sen’ diyorum, ‘a, saçmalama ayol, neden beğenmesin seni’ diye cevap veriyor o koca sesiyle. Ben ve Tom aynı anda duyuyoruz bu yanıtı. Başka zaman olsa kızarırdım da, bu kadar büyük bir yenilgi aldığım gün pek de umrumda değil açıkçası. Dönüp Tom’a ‘Son on yıldır bu kadar yakınına oturduğum en yakışıklı adamsın.’ Deyiveriyorum. Nasıl olsa o da ben de biliyoruz bu gerçeği. En iyi savunma saldırıysa ve Tom’un en güvendiği kalesi güzellikse, biz de oraya çalışırız.O rahatlıkla konuşmaya başlıyorum. O kadar sık hatırlatıyorum ki Tom’a güzelliğini, utanmaya başlıyor. O ukala, gidiyor, yerini bambaşka biri alıyor. Galiba gerçek kendisi. Ben rol yapmayınca, o da bırakıyor kendini. Masa keyifleniyor, eğleniyor. Ben bile unutuyorum bir süre sıkıntımı. Derken aklıma düşüyor özgür ruh. Artık evime gitmek istiyorum. Yalnızlık yanlış yerde olmaktan iyidir. İzin isteyip arkamda bırakıyorum bu geceyi. Her ne aradıysam bu masada, bulamadım çünkü. Dördüncü Safha – Kriz yönetimi Seval’in gelişiyle doluyor günlerim. İzin alıyorum işten, çünkü Özgür ruh şirketimin bir müşterisi. Karşılaşmayı göze alamam. Patronum arıyor Cuma akşamı, ertesi sabah için acil çağırıyor beni. Zaten Seval’ de geri dönmeli, kedisi daha fazla yalnız kalamaz. Uğurluyorum onu, iyi ki geldiğinin farkında, taksiden el sallıyor. Ev bomboş şimdi. Şarap ve sigara ikilisi iyi hoş da , daha ne kadar dayanır bünyem? Sıskam çıkalı üç gün oluyor, tartılmıyorum. Pantalonlar bolardı. Gözlerimin altındaki mor halkalar uykusuzlıktan mı, zafiyetten mi belli değil. Dökülüyorum. Sabah zar zor kalkıp toparlamaya çalışıyorum kendimi. Saçlarım berbat, yüzüm sapsarı. Güzel olabilmem için yeniden dünyaya gelmem gerek. Bu halde çok zor. Uğraşmıyorum ben de. Atlıyorum arabama, cumartesi gününün o kör sabahında işe doğru yola koyuluyorum. Birden şeytan dürtüyor, özgür ruhun evinin önünden geçmek istiyorum. Sadece bir bakacağım. Evinin önüne geldiğimde arabasının yerinde olmadığını farkediyorum. Bu imkansız. Asla bu saatte uyanmaz o. Demek ki geceyi başka yerde geçirmiş. Ben ne kadar aptalım. Bir haftadır sıskam çıkmış bu adam için, oysa o, nerde akşam orda sabah, yaşıyor. O kızgınlıkla bir mesaj çekiyorum ona. Bilsin istiyorum bu yaptıklarını gördüğümü. ‘ Ben daha halen senin için üzülürken, sen kimbilir nerelerde sabahlıyorsun. Yazıklar olsun.’ İşe son sürat gidiyorum. Zaten meymenetsiz yüzüm, bu olaydan sonra iyice dağılmış vaziyette. Umarım toplantıdakiler benden korkup kaçmazlar. Park edip içeri giriyorum. Patronum beni görünce afallıyor, ‘ne oldu sana’diyor şaşkınlıkla. ‘Boş verin’diyorum,’özel bir mesele’. Toplantıya geçebilir miyiz artık? Biraz çalışırsam unuturum belki. Patronum anlatmaya başlıyor, bir müşterimizle konuşmalıymışız, ürünle ilgili detay istiyormuş falan filan. Kim diye sormaya kalmadan karşıdan özgür ruhun geldiğini görüyorum. Tanrım, yer yarılsın lütfen. Elinde cep telefonu, yüzünde mesajını aldım gülümsemesi, çakı gibi giyinmiş, bana doğru geliyor. Bittim. Hiç bir b planım yok. Meğer adam sabahın körü buraya toplantıya gelmiş. Bense.... Ah elin kırılsaydı, kafan kırılsaydı Selin de, şu mesajı çekmeseydin. Tüm toplantı boyunca başım önümde, patronumla özgür ruhun şakalaşmalarını dinledim. Her anında ölmeyi şiddetle arzuladığım toplantı bittiğinde ben de bitmiştim. Arkama bile bakmadan nasıl orayı terkettim, evime vardım, ben de bilmiyorum. Korkunç bir krizdi, ve ben idare edemedim. Beşinci Safha – Pişmanlık Hala o günü düşünüyorum, o otuz saniyeyi. Şayet o lafları söylememiş olsaydım..... Eşofmanlarımı giyip sahile iniyorum. Koşarken beynime kan gitmiyor, daha az düşünüyorum. Beş kilometrenin sonunda, bende sadece eve gidecek kadar güç kalıyor. Onu da kapımın önünde tüketip düşüyorum yere. Birden havalandığımı hissediyorum. Biri kaldırıyor beni yerden. Yoksa tansiyondan mı? Derken yumuşacık bir ses duyuyorum kulağımın dibinde, tanıdık bir ses. Diyor ki, konuşma vaktimiz gelmiş. Şayet bir oyun oynuyorsak beraber, kurallarını da koymalıymışız. Birimiz tavla oynadığını düşünürken, diğeri dama oynarsa eğer,ne eğlence kalırmış oyunda, ne de düzen. İşte bu benim özgür ruhumun sesi. Hep böyle saçma sapan benzetmeler yapar zaten. Başımı omzuna koyuyorum. Bırakıyorum kendimi. Uzun zamandır hiç bu kadar mutlu, huzurlu ve rahat olmamıştım. Gerçi kafamda sorular var yine ama, boşver şimdi. Keyfini çıkar bu anın. Hem zamansız sorulan sualden hayır gelmediğini öğrendim ben.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © zumrut sarikartal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |