Aşık olmayan âdem / Benzer yemişsiz ağaca. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Benim gibi altmışlı yaşlarını Türkiye’de idrak edenler, kendilerini bir sosyal ve siyasal laboratuarda yaşamış sayabilirler. Hele örgün eğitim görüp, bunu siyaset bilimi ile tamamlayanların durumu daha da vahimdir. Çağdaşlaşma ve irtica temel karşıtlığı ile güncel sağ-sol çatışmalarının birbirine girmiş girdaplarını benliklerinde on yıllar boyu duyumsayan bahtsız kuşaklardan bahsedebiliriz. Aslında batı Avrupa aynı dönem içinde emek-sermaye diyalektiğini bazı ülkeler bakımından totaliter boyutlara taşıyarak korkunç bir dünya savaşı yaşamış bulunuyor. Ancak, bu tablo dahi kendileri bakımından savaşımın çağdaşlığını bozmamakta, olan bitenler dönemin çıkar karşıtlıkları biçiminde gelişmiş bulunmaktadır. Oysa Cumhuriyet döneminde Türklerin verdiği mücadelenin çok daha gerilerde, irtica-çağdaşlık ikileminde sürdüğü açıktır. Sağ-sol mücadelesi ise, dönemin kaçınılmaz gereği olarak buna eklenmiş ve konuyu Türk siyasal yaşamı bakımından alabildiğine karmaşık hale getirmiş bulunuyor. Peki neden düşmüştür Türk toplumu böyle bir kargaşaya; neden daha halâ gericilik- çağdaşlık temelinde mücadele verilmektedir? Neden batı demokrasileri gibi siyaset yalın bir emek-sermaye diyalektiği üzerine oturtulamamaktadır? Dikkat edilirse, özellikle 12 Eylül darbesinden bu yana emek-sermaye mücadelesi yani çağımız demokrasisinin temel konusu neredeyse tümüyle ortadan kalkmış durumdadır. Tüm siyasal ikilem irtica-laiklik ekseninde sürmekte, iç ve dış problemlere adeta batmış durumdaki ülke, türbanla yatıp, türbanla kalkmaktadır. Neden? İşte kanaatimizce, net ve açık biçimde cevaplanması gereken hayati soru budur. Düğümün çözülmesi de, günümüz aydınlarının bu soruya verecekleri doğru cevap sonucunda mümkün olabilecektir. Bizce sorunun cevabı yukarıdaki kısa açıklamada vardır. İrtica üzerinden yürütülen çekişmeler, günümüzün asıl çekişme konularını bir güzel perdelemektedir de ondan. 12 Eylülden bu yana emek-sermaye mücadelesinin yerini tümüye irtica-çağdaşlık mücadelesinin almış bulunması soruyu bir güzel cevaplamaktadır. Şimdi biz yakın tarihimizde bu tablonun nasıl oluşturulduğunu irdelemeye çalışalım. Devrim Öyküsü En son söylenecek şeyi en baştan söyleyeyim; TÜRKİYE’DE DEVRİM YAPILMAMIŞTIR. Yaşantımız boyunca bizlere her vesileyle belletilen, devlet törenlerinde klişe söylevlerin biricik malzemesi devrim aslında, aşiret, ağalık, şeyhlik ve benzeri feodal yapıyı olduğu gibi bırakarak, bir takım reformları olası görmenin hazin göstergesinden başka bir şey değildir. Önemle vurgulamak isterim ki, yapacağım eleştirel yaklaşımlar asla gericilerin, ya da neo-liberal denen yazarların Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlıklarıyla karıştırılmamalıdır. Rakiplerle ilgili eleştiri yapmak kolaydır. Zor olan ise, kişinin kendi mensup olduğu kesimle ilgili eleştiri yapmasıdır. Yirmi birinci yüz yılda, anlı şanlı Türkiye Cumhuriyeti’nde siyasal İslam’ın tek başına iktidara gelmesinin yarattığı şokla ancak kendimize gelerek, süreci yeniden değerlendirme gereğini duymamız da kınanmamalıdır. Bu gecikmenin nedeni on yıllar boyunca süren devrim şartlandırmalarında yatmaktadır. İyi de altı yüz yıllık dinsel saltanat rejimini yıkarak yerine cumhuriyet kurmak önemli değil midir? Kuşkusuz son derece gerekli ve önemlidir. Hatta, son Padişahın ülkeden kaçarak sağladığı kolaylığa karşın çok önemlidir; ancak gene de devrim değildir. Öyleyse gerçek devrim nedir? Devrim, bir toplumda hakim durumdaki bir sınıfı devirerek yerine başka bir sınıfı koymaktır. Örneğin, Fransa’da burjuvazi, aristokrasi-din ortaklığından oluşan egemen sınıfı yıkarak onun yerine geçmiştir. Ekim devriminde komünistler, burjuvazi-feodalite ortaklığını biçerek onun yerini almışlardır. Bu nedenle her ikisi de birer devrimdirler. (Burada konuyu dağıtmamak için, örneklerin gerçeklikleri ya da “evrim mi, devrim mi?” konularına girmiyoruz) Türkiye’de yapılan ise, önce bir rejim değişikliği, izleyen süreçte ise kapsamlı ve ayrıntılı çağdaşlaşma reformlarıdır. Bu reformların temel amacının laiklik başlığı altında İslami tutuculuk ve geleneksellikten yakayı kurtarmak amacını taşıdığı ise bir sır değildir. (Gene konuyu dağıtmamak amacıyla, bu reformlara Stefanos Yerasimos gibi Marksist yazarların yönelttiği “emperyalizme yanaşma”, ya da İslamcı yazarların “batı taklitçiliği” nitelemelerine girmiyoruz.) Yeri gelmişken Prof. Dr. Server Tanilli’nin, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazı dizisinin 14 Kasım 2007 tarihli nüshasından bir alıntı yapmak isterim. “1923 Devriminin bu yaptıkları, çağın ve Aydınlanma hareketimizin doğrultusunda olan şeylerdi; laiklik konusunda, ona yöneltilecek belki tek itiraz, bir feodal ideolojinin üzerine yürürken toplumda onu desteklemiş ve hep destekleyecek altyapı değişikliklerine –layıkıyla- gitmemiş olmasıdır. Örneğin, bir toprak reformunun bu konuda neler getirebileceğini, nasıl olur da hatırlamayız? Nitekim, 1950 lerden başlayarak laik reformlara karşı çıkışlar, vaktiyle tasfiyesi yapılmamış çevrelerden gelecektir en başta.” Dinin Rolü Hakkında Bir ateist olmama karşın içtenlikle belirtmeliyim ki, Türklüğün çöküşünün geçmişte, İslami etkilerden çok, Osmanlı Devlet sisteminden kaynaklandığını düşünmekteyim. Kula toprakta mülk tanımayan ve bütün artık değerin kendisinde toplanmasını amaçlayan Osmanlı sistemi, yerel güçlenmelerin önünü tıkayarak bir bakıma Türklüğün evrimsel gelişmesinin de önünü kesmiş görünmektedir. İslamiyet ise, ULEMA kesimi adı altında çıkarlarını sisteme uyarladıktan sonra, her türlü reformun karşısına dikilir olmuştur. Ancak gene de, Hıristiyan toplumların Yeniçağdaki bilinen gelişmelerinin, Kilisenin sesini kıstıktan sonra gerçekleştiği de açık bir gerçektir. Aslında, Cumhuriyet’in Kemalist reformlarla İslamiyet’i karşısına almasının da nedeni budur. Gene de tüm yük İslam’ın üzerine yıkılmamalı; tam tersine dinin sistemdeki varlığı ve rolü de kaçınılmaz bir sonuç olarak kabul edilerek, sürece sosyolojik açıdan yani, mülkiyet, üretim ilişkileri ve sınıfsal yapılar üzerinden yaklaşılmalıdır. Böylece konu hakkında asıl ifade etmek istediğimize varmış oluruz. Cumhuriyet İle Feodalitenin Uğursuz İşbirliği Yirminci yüz yılın ilk çeyreğinde Türklüğün kurtarılmasına girişen ulusalcı Cumhuriyetçilerin ilk yapmaları gereken iş kuşkusuz, elde kalan topraklardaki FEODALİTE nin imha edilmesi olmalıydı. Ortada bir çağdaşlaşma hedefi olduğuna göre, toplum artık aşiret düzeni ve derebeylik gibi yüz yıllar öncesinin sınıflarını taşıyamazdı. Kaldı ki, yukarıda da açıklandığı üzere hedef alınan siyasal din, bu çağ dışı kurumlar için geliştirilmiş ve ancak bunlara hizmet eden bir destekçi kurumdu. Yirminci yüzyıl, bir emek-sermaye diyalektiği dönemiydi; feodaliteye de ortaklarına da çağımızda yer yoktu. Dillerden düşürülmeyen çağdaşlaşmanın temel gereği de buydu. Oysa Kuvvai Milliyeciler bunun tam tersini yapmak zorunda kalmış görünmektedirler. Mütareke sonrasında, kurtuluş savaşı planlayan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Osmanlı subayları, Anadolu’nun çağdaş sınıf ve toplum kesimlerinden yoksun darmadağın ortamında, toplumsal destek olarak ancak geleneksel aşiret yapılarını ve büyük toprak sahiplerini bulmuşlardır. Aslında, yukarıda “zorunda kalmış” ifadesini kullanmamızın nedeni de budur. İşte DEVRİM hevesini baştan sakatlayan olgu da bundan ibarettir. İlk giderilmesi gereken sınıf, tam tersine başlıca müttefik haline gelmiş olmaktadır. Kurtuluş Savaşı kazanılıp, ulusalcı Cumhuriyetçiler güçlendikten sonra Kemalist Devrimler adı altında gerçekleştirilecek olan ayrıntılı reformların, seksen sene sonrasında bile yaşama geçirilemeyecek olmasının nedeni de bu olacaktır. Aynı şekilde Kemalist reformların başlıca hedefi olan siyasal İslam’ın yirmi birinci yüzyılda gümbür gümbür tek başına iktidara gelmesinin altında da, bu gerçek yatmaktadır. Birinci Fırsat Cumhuriyetçi bürokrasi ve küçük burjuva aydınları bu gerçeği geçmişte hiç mi görememişlerdir? Hayır gördüler; hayati önemdeki bu konu Dünya Savaşı sonrasında, tek parti yönetimi tarafından nihayet ele alınarak 1945 yılında Toprak Reformu Kanunu Meclis’e sunulmuş bulunuyor. Ancak, bu önemli girişim için hiç kuşkusuz bundan uygunsuz zaman da olamazdı. Dönem, hem batılı emperyalistlerin “demokrasiler” adı altında, hem de Sovyetler Birliği’nin savaş galipleri oldukları dönemdir. İsmet İnönü liderliğindeki CHP tek parti yönetimi ise, totaliter nitelikleri ile yenidünya düzeninden dışlanma telaşına düşmüş durumdadırlar. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den talepleri ise tabloyu daha vahim kılmaktadır. İşte bu koşullarda tek parti iktidarı Toprakta reform gibi köklü bir icraat için olabilecek en zayıf görünüme sahip bulunmaktadır. Nitekim CHP’nin dört Milletvekili’nin reforma karşı verdikleri önergenin kabul edilmemesi, bunların istifa edip, ardından Demokrat Parti’yi kurmalarına yol açar. Toprak ve Tarım Reformu Kanunu gerçi çıkmasına çıkar ancak, hiçbir zaman uygulanmadan günümüze kadar gelinir. Çünkü hemen dört yıl sonra Toprak reformu karşıtı olan Demokrat Parti, tüm tavizlere karşın iktidara gelir. Türkiye’nin çağdaşlaşması konusunda kaçırılan bu fırsat, hiçbir zaman kullanılamayacak, Türk insanı tüm gelenekselliği ve ilkelliği ile tüm yüz yılı geçirerek ve bunalımdan bunalıma düşerek 21. yüz yıla kadar bata çıka gelecektir. Benim kişisel kanaatim ise daima, başta İnönü olmak üzere iktidarın bir süre daha direnerek, hem emperyalizme açılmaktan kaçınmaları, hem de toprak reformunu hayata geçirmeleri gerektiği yolundadır. Ulusalcılıkta ısrar temelinde, mülkiyet ve üretim ilişkilerinin köklü değişikliği hiç kuşku etmiyorum ki, Türk’ün kara bahtının topyekûn yenilmesi ve her alanda düze çıkmasının yolunu açacaktı. Ancak fırsat ne yazık ki kaçırılmıştır. Heder Edilen Bir Diğer Fırsat: 27 Mayıs 1960 Darbesi Türk Silahlı Kuvvetleri ve küçük burjuva aydınları 27 Mayıs 1960 da feodalite-burjuvazi karışımından oluşan Demokrat Parti’yi alaşağı eder. İşin ilginç yanı hareketin kendisine verdiği ad gene devrim olup, amacı da Atatürk devrimlerini korumaktır. Ancak ortada gene devrim falan yoktur. Başbakan ve iki Bakan’ın idamlarına kadar varan köklü ve sert darbe ne hikmetse, toprakta mülkiyet ve üretim ilişkileri konusunu ele almaz. Kırk civarında aşiret reisi ile toprak ağasını ülkenin dört bir tarafına sürgün gönderebilecek kadar güçlü darbeciler, bunların topraklarına el koymayı bu güne kadar bilinmeyen ve tartışılmayan nedenlerle gerçekleştirmezler. On beş yıl ara ile ikinci kez Türk toplumunun çağdaşlaşma trenini rayına oturtma şansı kaçırılmaktadır. Bundan sonrasında ise artık gündeme bile gelmeyecektir. Türkiye bir yandan, burjuvazi-feodalite eliyle emperyalizme giderek daha fazla teslim olurken öte yandan, baştan beri öcü olarak kabul edilen siyasal İslam geliştikçe gelişip, 2002 de tek başına iktidara gelecek, en acı ve çarpıcı olanı da, Türkler 21. yüz yıla töre cinayetleri ile gireceklerdir. Aşiretlerin varlığına seksen yıldan fazla bir süredir katlananların, töre cinayetleri karşısında infiale kapılmaları ise, rol yapmak değilse bu kez hayret vericidir. Aşiret töreden, töre ise töre cinayetinden ayrılmaz. “Dağları ben yarattım” iddiasındaki koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneksellik ve töresel yaşam karşısındaki aczi ve teslimiyeti herkesin kendince düşünüp, değerlendirmesi gereken bir ibret tablosudur.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Erasoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |