Bir insan bir kaplanı öldürmek istediğinde buna spor diyor, kaplan onu öldürmek istediğinde buna vahşet diyor. -Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
Ben, evli olduğum adamın, annemin, babamın, tüm tanıdıklarımın ve hatta kendi öz oğlumun yüzünü tam olarak görebilmiş değilim. Burada, tıkılıp kaldığımız bu yaşam alanında gölgeyle ışık birbirine karışmıştır ve muğlâk çizgileri vardır gerçekliğin. Çevremizde gördüğümüz her şey, bir ressamın kesin çizgiler konulamadan bırakılmış yaşam tasvirinin eskizi gibidir. Çünkü burada gün ışığı yoktur. Her taraf gündüz aldatmacası için lambalarla aydınlatılır ve gece aldatmacası için bir düğmeye basmak yeterlidir. Daha yaratıcı sayılabilecek sanatçı kişiler, yıldızlı gece ve güneşli gündüz göğü aldatmacalarına da giriştiler. Bunun bizi, geçmiş yaşamımızdaki güzelliğe kavuşturacağını sandılar ancak tüm bu denemeler sadece dokunaklı ve acıklıydı. Bir umutla beklenen gün ve gece göğü herkesi gözyaşlarına boğdu - özellikle daha geçkinleri. Burada doğan çocuklar pek bir şeyin farkında değil. Ama yeryüzündeki yaşamı tatmış olanlar gizleyemedikler bir hüznün içinde, umutsuzca soluk alıp verme gayretindeyken, bir de güzelim gökyüzünün yerine tuhaf, trajikomik bir kopyasını karşılarında görünce hıçkırıklarını tutamadılar. Ben de burada doğdum. Ancak bir gün, tek bir gün yeryüzüne gitme şansım oldu. Bu yüzdendir ki anlıyorum acılarını; çünkü birkaç dakika da olsa gün ışığının parlaklığını hissettim. O gün, felaketin patladığı gün, benim doğumumdan otuz iki yıl, yedi ay, yirmi sekiz gün önceymiş – bu hesabı tutan dedemdi. Gök yarılmış ve güneş iplik iplik yağmaya başlamış yeryüzüne. Çok tuhaf ama gerçek; güneş ışınları - incecik sapsarı huzmeler, neredeyse elle tutulacak kadar belirginmiş. İnsanlar korkuyla kaçışıp sığınacak yerler bulmuşlar. Birkaç gün gizlendikleri taş binalardan çıkamamışlar. Ve dehşet içinde karanlığın basmadığına, gecenin gelmediğine tanık olmuşlar. Gece, Tanrı’nın ceketinin iç cebine girmiş, unutturmuş kendini de, sır olmuş sanki. Öylece, kaygısızca terk edivermiş âdemoğlunu. Tenleri kavuran bir sıcak musallat olmuş günlere. Hangi gölgeye kaçtılarsa fayda vermemiş. Gün ışığında birkaç saatten fazla kalanlar fenalaşmaya başlamış. En kuytu köşelerdeki gölgeliklerde bile sekiz-on saatten fazla kalmak insana yaramazmış. Bu durumu fark edemeyip telef olanlar çok olmuş. Yaşlıların çoğu dayanamamış bunaltıcı sıcağa, mevta olmuş. Gençler daha sağlammış elbet ve de daha akıllı. Birkaç günden sonra baktılar olmuyor, yer altına mezar gibi kutucuklar kazmışlar. Havalandırma delikleri de bırakıp uykularını bu kutucuklara sığdırmaya çalışmışlar. Sonra gel zaman git zaman, devran dönüp de koşullarda değişme olmayınca ve ölenlerin sayısı da artınca, kalıcı çözümlere başvurmuşlar. Toprağa, elmayı kemiren bir kurtçuk gibi sızmışlar. Yol yol tüneller açılmış. Sonra odacıklara varmış iş. Koca koca kütüklerle destek yaparak tavanı yükseltmeye yani tabanı alçaltmaya girişmişler. (Burada her şey tersine işler. Katman katman indikçe aşağılara, yükselir yapılar.) Derken işi öyle büyütmüşler ki yıllar içinde su boruları, elektrik hatları döşemişler. Kütüklerin yerini yeryüzünden getirdikleri harçla yaptıkları beton kolonlar almış. Duvarlar sıvanmış. Kutu kutu evleri olmuş insanların, yukarıdan eşyalar taşımışlar. Böyle böyle kocaman bir yaşam kurulmuş toprağın altında, çok sayıda kolonun taşıdığı. Sadece yukarıdaki tarlalara bakmak, mahsulü toplamak için çıkan özel görevliler kavuşabilir güne. Onlar da korunaklı giysilerle, birer saatten günde altı kere çıkabilirler. Bu görevlilerden alınan haberler tuhaftır. Biz burada, yer altında, toprağa kök salmaya çalışırken, yukarıda da yeni bir düzen oluşmuş zamanla. Kimi hayvanlar koşullara uyum sağlamış, dayanabilen kalmış, dayanamayan göçmüş, daha dayanıklı yeni nesiller oluşmaya başlamış. Doğa vahşileşmiş, âdemoğlunun diktiği taş binaların çatlaklarından filizler fışkırır olmuş. Dağ suları aşağılara şarıl şarıl dökülmüş, dere yataklarını, nehirleri doldurmuş. Gecesiz de pekâlâ dönebilmiş devran, devran kendini baştan yaratmış. Lakin bir insan… O hemen aklını kullanmış. Dedem der ki: ‘’Acele ettik aşağı inmekte. Dayanabilir miydik, bilmem. Ama bildiğim, şimdi yukarı çıkamadığımız.’’ İşin tuhafı aslında yukarı çıkabilecekken –belki birkaç saatliğine- kesin kurallar konmuş bu konuda. Doğrusu bir otorite oluşmuş. Meclis üyeleri yasaklamışlar yukarı çıkmayı: Yeni nesillerin yeryüzünü unutması ve yeni koşullarına adapte olması sağlanmış. Ama kendilerinin arada sırada, çok özlem çektikçe çıktığı anlatılır kulaktan kulağa. Gizlice anlatılır çünkü kurallara karşı gelenler cezalandırılır zindanlarda. Belki de hatalıdır yazar, zaten insanlar demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye icat etmediler mi,* diye sorarken. Dışarıda, karanlığı kovacak gün ışığı yokken de... Karanlığın içinde karanlıklar burası. Katmer katmer karanlıklar. Yine de zindanlar vardır. Anlayacağınız, görevliler dışında yeryüzüne ulaşmak yasaktır. Aslında haksız da sayılmazlar. Bu sızı yüreğimdeki, bu iştah gözlerimdeki tüm detayları, en ince çizgileri arayan, olur muydu? Yukarıyı görmeseydim, olur muydu? O günü hatırlıyorum. Yeryüzünü ilk ve son görüşümdü. Çocuktum henüz; yedi ya da sekiz yaşındaydım. Bir görevlinin dalgınlığından istifade edip kaçmıştım. Gözlerim ışığa alışkındır, dediğim gibi her taraf lambalarla dolu yeraltında ama gün ışığı bambaşkaymış. Nasıl da yakmıştı gözlerimi. Her şey nasıl da berraktı. Nesneler ve gölgeleri keskin bir bıçakla ikiye ayrılmış gibiydi. Burada, yer altında olduğu gibi harmanlanmış değil birbirine. Dedem anlatmıştı okkalı bir tekmeyle göklere savurduğu topları, doludizgin koştuğu toprakları. (Aşağıda her şey dar, gölgeli ve yakın. Uzak diye bir yer yok. Bu kelime sadece literatürde geçiyor, hayatlarımızda değil. Hareketlerimiz kesik ve kısa – hep kolonlar.) Çocukluk işte; özgürce koşmaya, oyun oynamaya başladım. Bacaklarımın dermanı çabuk tükendi – alışık değildim. Derken bir gölge gördüm. Meydandaki direğin yanında bir gölge. İşte, dedim,’’ bir insanın yüzünü göreceğim. Gün ışığında… Gözlerindeki ışığı…’’ Ben koştururken yakaladı bir görevli. Hemen geri soktu – karanlığa. Dönünce anlattım dedeme: ‘’Ben bir adam gördüm - gölgesini yani. Adamın gölgesi oradaydı. Yeryüzünde yaşayabiliyor.’’ Konuştu: Hayır, dedi, ‘’sen Tanrı’yı görmüşsün. Ceketinin iç cebinde geceyi saklayan Tanrı’yı.’’ Ona inanmadım. Şimdi düşünüyorum da iyi ki görmemişim adamın yüzünü. Gökyüzünü gördükten sonra buraya tahammül edebilmem için dört yıl geçmesi gerekti. Eğer bir adamın gözlerini gerçekten görmüş olsaydım... Ne kimseye sokulabilir ne de kimsenin yüzüne bakabilirdim burada. Hep gölgeli, belirsiz yüzler… Annem, babam bile yalancı bakar gibi gelirdi. Bir türlü emin olamazdım baktığım gözlerdeki anlamın gerçekliğinden. Yüzler burada, bir ressamın kesin çizgiler konulamadan bırakılmış eskizi gibi. Ekim 2009, Muradiye *Aslı Erdoğan - Taş Bina ve Diğerleri(Sabah Ziyaretçisi)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |