Bir insan bir kaplanı öldürmek istediğinde buna spor diyor, kaplan onu öldürmek istediğinde buna vahşet diyor. -Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
İskoç eteğimi giydim. Bacaklarım güzeldir; pek yakıştı. Birazdan çıkacağım dışarı. Cesaretim yerinde. Biliyorum, insanlar bakıp bakıp gülecek ama olsun. Önemli olan, sinema salonun girebilmek - ilk yarı başladıktan yirmi üç dakika sonra. Birkaç dakika daha oyalanıp çıksam? Beklemeyeyim orada. Hadi oğlum, şeytanın bacağını, kendi kafanı kır artık! Tamam işte, İskoç eteğimle attığım ilk adımlar. Arka sokaklar boş şimdilik; üç beş kız bakıp kıkırdıyor sadece. Ana caddeye çıktığımda insan dolu olacak ama. Olsun, erir giderim kalabalıkta. Hiç de sandığım gibi olmuyor; kalabalık beni fark ettiği anda yarıldı ikiye. Uzunca bir koridorda, tek başıma, iki yanım etten duvar, üstelik yüzlerce bakışın arasında sıkıntılı bir yürüyüşe çıkıyorum. Salakça gülümsemeye çalışıyorum çevreme - hani turistler yapar ya. Ama tipim ele veriyor beni. Bu kadar kara olacağıma en azından kumral falan olsaydım… Katlanmaktan başka çare yok; ola ki bir tanıdığa rastlarsam o sorun işte. Of, bunu düşünemedim daha önce. Peruk falan mı takmalıydım? Neden uzunca bir palto gibi bir şeyi akıl edemedim? Bu sıcakta? Saçmalama oğlum, tüm planlara sadık kalacaksın. Hem ne var canım bunda! İskoçlar giyiyor işte bu eteği. İki yüz-üç yüz metre bir şey kaldı zaten. Salonun giriş kapısı kapalı ha! Hiç anlamıyorum; filmlerdeki buluşma sahnelerinde, dileyen dilediğince dalıveriyor filmin ortasında. Yok kardeşim! Bizde ne gezer o fantezi! Her şey izinli olacak illa. Hah! ‘’Birader, iyi geceler. Açıversen ya şu kapıyı. Bak, biletim var.’’ ‘’Oğlum sen ne yapmışsın böyle. Şöyle böyle misin yoksa? Burada acayip kılıklı gençler çok, alıştık artık. Ama senin gibisi…’’ ‘’Yok yok… Ben… Babam İskoç benim.’’ ‘’Ne koç?’’ ‘’İskoç. Yani, başka bir milletten. Bu, onların geleneksel giysisidir.’’ ‘’Ha… Valla sen yağız bir Türk gencine benziyorsun ama…’’ ‘’Doğrudur. Annem Türk, ona çekmişim. Hem ne fark eder! Biletim var, girmek istiyorum salona.’’ ‘’ E öyleyse zamanında gelecektin. Açamam kapıyı. Kusura kalma kardeş.’’ Hay Allah! Herife çıkışmasaydım keşke. Alttan alsaydın be oğlum. Ne yapsam da ikna etsem şimdi. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Çıkarır çıkarmasına ya bizim yirmi üç dakika geçecek, ayrıca karizma da gümbürtüye gidecek. Neyse, önemli olan salona girebilmek. Olmadı başka türlü kurgularız bu kısmı sonra. Hani sadık kalacaktın yaşananlara, birebir yaşananlar kurgu olacaktı ha? Yapma ama! Ben şimdi oturup bunu nasıl yazarım? İskoç eteği giymiş bir gençle, bilet kontrolörü bilmem ne ağabey arasında geçen garip diyalog. Üstelik hikâyenin kahramanı komik duruma düşüyor. Neyse, geç. ‘’Birader, kızma yahu. Yak bir cigara. Çay? İçer misin sen de? ‘’Söyle bakalım bir çay. Cigara da iyi markaymış ha.’’ ‘’Al ağabeycim, paket senin olsun. Ağabeycim be… Bir kıyak geçsen de açsan şu kapıyı.’’ ‘’Oğlum filmin yarısı bitti be… Amma acıklı baktın öyle. E hadi gir içeri bakalım. Bir dahaki sefer de bizim geleneksel giysilerimizle bekliyorum ha.’’ ‘’Büyüksün ağabeycim. Söz, geleceğim öyle de.’’ Lanet herif mırıldanıyor hâlâ. Dalga geçiyor aklınca. Geçsin. Fark etmez. Hah! İşte yalnız oturan bir kız. Yaklaştıkça güzelleşiyor mu? Sarı saçlarını dikmiş havaya. Bu kızları anlamak zor; illa çirkinleştirecekler kendilerini. Şöyle uzun, sapsarı saçları olsa. Dalga dalga ya da düz. Karanlıkta görebildiğim kadarıyla yüzü gayet güzel. Çılgın da bir şeye benziyor. Yanına oturup teklifimi yaptığımda ne diyecek bakalım. Otur hadi yanına. Hemen gördü İskoç eteğimi. Yüzüme baktığını hissedebiliyorum. Aslında şimdi tam da sırası, kafamı çevirirsem göz göze geliriz. Büyülenmiş gibi bakarız sonra birbirimize. Hay Allah! Çevirdi kafasını. Bu sefer ben… Ona bakıyorum. Fısıltıyla: ‘’Bir roman kahramanı olmak ister misin?’’ Yüzüme kuşkuyla bakıyor. Sinirlendi de sanki. ‘’Ne yani yeni yöntem bu mu? ‘Seni artiz yapıcam’ ın entelektüel formu?’’ ‘’Yok, yanlış anladın. Ben bir roman yazıyorum. Ama kendime bir partner bulmalıyım. Alamadığın tüm öçleri alıp kızgınlığını kusabilirsin benimle. Patronun mu? Ağabeyin mi? Arkadaşın mı? Küçük tuzaklar kurup istediğin herkesi cezalandırabiliriz. Sonra tüm yaşadıklarımız romanın konusu olacak. Tek plan, ne olacağını görmek, yaşamak ve yazmak. Hatta şu anda bile girdin romana. İstersen sadece figüran olarak kalabilirsin ama kahramanım da olabilirsin. Ha? Ne dersin?’’ ‘’Siktir serseri!’’ Peki. Başarısızlık. Bunu bekliyordum. Onu bulmak çok kolay olmayacak elbet. Ama bu kız aklımdaki gibiydi hani. Sarışın. Boyu posu da yerinde. Arada baktım memelerine, dolgun görünüyordu. Gerçi şu yeni sutyenler… Off, neyse… Hayır, bu olmaz. Kıstas yok. Tamam, sarışınları severim ama kim bunu kabul edecek kadar cesursa o olacak partnerim. Sarışın değil diye haksızlık yapmak yok. Kaldı ki romanımda aşk da olmamalı. İyice amerikan fillerine döner yoksa. Yine de yüzüne bakılacak gibi olsa iyi olurdu ya… Şu kız… Dört sıra ötede. Buradan fena görünmüyor. * Arkamda bir kıpırtı seziyorum. Baktığımda gülümseyen bir yüzle karşılaşıyorum. Ben, diyor ‘’ilgileniyorum.’’ Pek güzel sayılmaz ama olsun. Heyecan içinde hemen yanına gidiyorum. ‘’Duydun mu konuştuklarımızı?’’ ''Evet, çok da hoşuma gitti.’’ ‘’Yani kabul eder misin partnerim olmayı?’’ ‘’Belki, ama hiçbir şartın yok mu? Yani tamam dediğim anda tamam mı?’’ ‘’Bu cesarete sahip ilk kız, demiştim. Hiçbir şart yok. Sadece, almak istediğin öçlerin olması gerekiyor ki oyunlarımızdan bir roman doğsun. ’’ ‘’Ne tür öçler? Yani nereye kadar yolu var?’’ ‘’Senin istediğin yere kadar! Nasıl?’’ Diyorum ve ışıklar yanıyor. İlk yarı bitti. Şimdi solgun, çelimsiz, çirkin mi çirkin bir kızın kara gözleriyle bakışıyorum. Gülümsüyor, fare gibi küçük ağzındaki iki uzun ön dişi fark ediyorum. Saçları açık kahve ve kafasına yapışmış gibi. Burnu büyük sayılmaz ama çökmüş avurtları ve küçücük kalmış yüzünde sırıtıyor. Kargaburunlu üstelik. Gözleri güzel gerçi… Göz akları öyle az ve karaları kapkara. Nemli gibi. Hüzünlü bakıyor - gülümserken bile. Bu şekil şemaille hüzünlü olmasın da ne yapsın. Gerçekten fareye benziyor. Ah! Bu kadar mı şanssız olunur! Dikkatimi dişlerinden almaya çalışarak gözlerine bakıyorum. Hadi, diyor ‘’çıkalım.’’ Tamam. Başka ne diyebilirim ki? İskoç eteğimi gördü. Kaçak bir bakış attı ama hiç de etkilenmiş görünmüyor. Sessizce yanımda yürüyor. Öyle ilgi çekici bir çirkinliği var ki kalabalık beni fark etmedi bile. Donakalmadılar bu sefer, insaflılar, çünkü benim durumumda olduğu gibi bir taşkınlıkla değil, hastalıklı bir durumla karşı karlıya olduklarının farkındalar; ama yine de zalim bakışlarını kızın vücudunda gezindirmekten de alıkoyamıyorlar kendilerini. Haksız da sayılmazlar, yanımda yürüyen bir hilkat garibesinden farksız. Kemikleri, elbiseye rağmen sayılabiliyor. Vitrinlere yansıyan görüntülerini izliyorum. Bacakları iki çıra gibi incecik, baldır ve bilekleri neredeyse aynı kalınlıkta. Başını öne eğmiş, boynu kırılıverecekmiş gibi görünüyor. Yok olmak istiyor, biliyorum. Peki, neden burada? İncecik sesiyle soruyor: ‘’Yalnız mı yaşıyorsun?’’ ‘’Evet.’’ ‘’Öyleyse gidelim sana. Rahat bir nefes almak istiyorum.’’ Eve vardığımızda, üzerindeki ince hırkayı çıkarıyor. Karşımda öylece dikilmiş, kara gözlerini gözlerime dikmiş, bir şey bekler gibi. Bense evde anlamsızca dolanıp ona bakmamak için kendime iş çıkarmaya çalışıyorum. Bu dağınıklık, pislik içinde el atacak tek iş bulamıyorum. O beni göz hapsine almışken, yaşadığım hayal kırıklığı yüz çizgilerimden oluk oluk akıyor. Moralimin bozuk olduğu her halimden anlaşılıyordur, bunu düşünüce kendimden utanıyorum. Bu biçareye böyle davranmaya hakkım olmadığını biliyorum. Durumu kabullenmeli, kahramanıma dört elle sarılmalıyım. Bu kız işte… Benim kahramanım. Çirkin –çirkinden de çirkin- olsa da benim kahramanım. Hey hat! Fare kız. İsmi de hazır işte. Aklımdan geçenleri okumuş gibi, uzun ön dişlerini göstererek önce gülümsüyor, sonra çılgın bir kahkaha atıyor. Derken ani bir hareketle üzerindeki elbiseyi bir çırpıda çıkarıyor. Şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırıyorum. Romanımda aşka yer olmadığını, böyle bir şeyi aklından geçirmemesi gerektiğini, anlatıyorum. Sen diyor, ‘’hiçbir şey anlamıyorsun.’’ Sutyenini ve donunu çıkarıyor sonra. Ona bakmamak için elimden geleni yapıyorum ama dehşet bir görüntü de olsa çıplaklık bakışları kendine çekiyor işte. Parça parça görüntüler ilişiyor gözlerime: tahta bir göğüsteki irice bir meme ucu mesela, tüysüz bir baldır, bir de orasında kemiksi bir çıkıntı. Tam karşıma dikilip başlıyor anlatmaya: ‘’Bana bakman gerekiyor, biliyorsun. Alışman. İnsanlar sokakta gördüklerinde beni pervasızca izliyorlar ama ne zamanki yanlarında olsam… İşte o zaman bir türlü bakamıyorlar bana. Niye biliyor musun? Sokakta bana bakarken gözlerinden şaşkınlık taşıyor. Ama süreç uzayınca yüzlerindeki şaşkın ifadenin tiksintiye döneceğini biliyorlar. Aslında kibarlıklarından böyle yapıyorlar. İnan bana, en yakınlarım bile. Ama senin böyle bir şansın yok. Bu romanı yazacaksak, bana bakabilmelisin. Ben bir atığım. Aslında anamın rahminden sökülüp alınmam gerekiyordu. Ama işte yazgı… Salak kadın aldığı ilaçlardan olacak, bir türlü doğru düşünememiş. Ne o zaman ne de şimdi. Ve ben doğdum. İşin garibi olabildiğince büyüdüm de. Ömrüm çok uzun değil. Ve senin teklifin, geri kalan zamanımda yapmak istediğim tek şey. O yüzden şimdi bak bana. Yüzünde oluşacak ifadeden çekinme. Alnın kırışacak biliyorum. Dudakların gerilip ‘’iiiiy’’ sesi tıslarken kara ağzından, iki yana sarkacak. Gözlerin iyice kısılıp geri kaçmak istercesine kafanı arkaya iteleyecek. Ama gözler, kafana göre öyle küçükler işte, o yüzden de girişiminde başarılı olamayacak. Bunun yerine küçük bir esneme hareketiyle hafif arkaya kaykılacaksın. Muhtemelen ellerin iki dizinin üzerinde olacak ve bir pençeyi anımsatır gibi gerilecek. Damarların hem ellerinden hem boynundan taşmak isteyecek ve kabaracak. Tüm vücudun gerilmişken acıyı en çok ayaklarında çekeceksin. Ama bu acıyı tam da rahatlama, alışma anında hissedeceksin. Çünkü o zamana kadar, parmaklarını ayaklarının altında ezmek ister gibi bastıracak, bu acıya odaklanmaya çalışacak ama başaramayacaksın. Biraz alışmaya başlayınca bana, o zaman işte duyacaksın gerçek şiddetini acının. Sonra ayaklarındaki acıyla birlikte yüreğine de bir acı musallat olacak. Böyle bir yaratığı tanımış olmanın sana yapılmış nasıl da büyük bir haksızlık olduğunu düşüneceksin. Hepsini biliyorum. O yüzden rahat ol. Yüzündeki gerginlik durulana, hislerin yatışana kadar bak bana. Üzerimdeki kumaşların örtmeye çalıştığı ama işte yine de tüm dünya yüzeyindeki tüm hayal güçlerine sızma becerisine sahip çirkinlikteki bu bedene iyice alış ki, kâbuslarına girmeyeyim. Çirkinliğimi kanıksamak zorundasın. Sana güvenebilirim değil mi? Vazgeçmeyeceksin. Öçlerimizi alıp romanını yazacağız, değil mi?’’ Vazgeçmeyeceğim, demek istiyorum ama dilim çözülmüyor bir türlü. Böyle bir şeyle karşılaşmayı ummuyordum. Bu çılgınlığın ötesine geçti. Ben aklı bir karış havada bir kızla küçük oyunlar oynamayı planlarken, karşımda çırılçıplak dikilmiş atığın, bana bel bağladığını anlıyorum. Ona daha fazla zarar vermeden, bu işi bitirmeli miyim? Ama umut dolu gözlerine bakınca kararımı veriyorum: Bir süre idare ederim. Birkaç vukuatımız olur, o da sakinleşir. Annesine kızgın sanırım. Kimseye çok da zarar vermeyecek ama can sıkacak nitelikte birkaç düzenekle, içini rahatlatırım biraz olsun. Onu öylece bırakamam, biliyorum. Tamam, diyorum ‘’izleyeceğim seni; ama sen lütfen bana bakma bu arada; yukarı bak sözgelimi.’’ Başını kaldırıyor. Nereden başlamalıyım? Rastlantısal olarak dolaşıyor gözlerim bedeninde ilk. Ama biliyorum, bir düzen gütmeliyim. Kendimi programlamalıyım bir makine gibi. Ayaklarından yukarı mı çıksam? Tamam. Başımı eğdiğimde, bedeniyle anlaşılmaz bir uyumsuzluk içindeki iri ayaklarını görüyorum. Sanki bu cılız bedene ait değillermiş gibi, büyük ve tombullar. Tabanları ayaklarını da taşmış. Sıkı sıkı toprağa yapışmış incecik bir filiz gibi bu kız. Sökmeye çalışsan da kendini koy vermeyecek, belli. Tabanları bedenindeki en dirençli yer. Çirkin ayaklar aslında ama işte sağlık dolular; o yüzden de öyle güzel görünüyorlar. Bileklerine ulaşıyor gözlerim. Nasıl da inceler. Bacaklarının iki çıradan farkı yok. Tüy yok bacaklarında, traş mı etmiş? Sanmam. Bu bedenle uğraşmak isteyeceğini sanmam. Daha yakından bakınca, incecik tüyler görüyorum. Tüyleri bile gelişememiş yavrucağızın. Gelişememiş demişken, kaç yaşında acaba? Sormalı. Başımıza iş almayalım sonra. Diz kapaklarının o yumru, kargacık burgacık görüntüsünün yerini iki çıkık kemik almış. Bacaklarının üst kısmı, uyluk kemiklerinin eğri şeklinden ibaret. Kemiklerin arası dolmadığından kocaman bir parantez oluşmuş orasında. En garibi… Orada da tüyler var, uzunca ama incecik. Kemiksi çıkıntı ne etle ne tüyle kapatılamadığından, bir insanı değil de bir uzaylıyı çağrıştırıyor. Kalça kemiği iki yandan hortlamış. İki içbükey hafifçe dolgunlaşarak göbeğinde kavuşmuş. Göbek deliği… Gerçekten çok güzel. Bu kadar küçük bir parçayla yetinecek kadar şanssız vücut… Kaburgaları, köprücük kemikleri, tüm kemikler bu vücuttan bir an önce çıkmak ister gibi. Memeleri yanlarda birkaç santimlik çıkıntılardan ibaret ama şaşırtıcı bir şekilde meme uçları öyle etli ve büyük. Bir an için beni kışkırtıyor bu meme uçları. Ama gözlerimi indirince aşağı… Bu arada bir duruş bozukluğu olduğunu da fark ettim ama zaten bu bedenin işliyor olması bile mucize. Uzun uzun baştan bakıyorum ona. Bir daha sonra. Hâlâ kanıksayabilmiş değilim ama bu kadar yeter. Ne kadar da haklı olduğunu görüyorum. Bahsettiği tüm tepkileri verdi bedenim insafsızca. Tamam, diyorum ‘’giyin artık.’’ Tamam, diyor ‘’ giyiniyorum; bu en doğrusuydu.’’ Giyinip karşıma oturuyor. Sohbete başlıyoruz. Otuz üç yaşında olduğunu öğrenince şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Benden sadece üç yaş küçük ama o belki on yedisinde, en fazla yirmisinde görünüyor. Durumuyla ilgili konuşmak konusunda kararsız kalıyorum. Birkaç soru sorduğumda isteksiz olduğunu görüyorum. Ama anladığım, annesinin bol bol ilaç ve uyuşturucu kullandığı. Üzerine gitmemeye karar veriyorum. Belli ki babasını kaybettikten sonra yapayalnız kalmış. Kalbi kin dolu annesine karşı. Sıra bana geliyor. Soruyor: ‘’Eee sen niye İskoç eteğiyle dolaşıyorsun, anlat bakalım.’’ ‘’Aslında romanın girişi için iyi olacağını düşünmüştüm. Hani biraz farklı… Sence de ilginç değil mi’’ ‘’İlginç ama bu iyi olduğunu göstermez. Daha çok, çocukça sanki.’’ ‘’Ama artık yapabileceğim bir şey yok. Hiçbir şeyi değiştirmemek konusunda kararlıyıyım. Yani son anda vazgeçmiş olsaydım giymekten, bu sefer o şekilde yazacaktım. Bu gece on birden sonra yaşananlar benim romanınım konusu. Aslında sinema salonuna girerken yaşadığım güçlük nedeniyle değiştirmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Bu tek ve son şansım. Bu da tutmazsa, bitireceğim bu işi.’’ ‘’Yazmayı mı?’’ ‘’Evet. Şimdiye kadar bir yığın kurgulayıp sayfalarca yazdım ama hiçbiri beğenilmedi. Otuz altımda hâlâ… Bi bok beceremedim anlayacağın. Karar verdim bu sefer, ben değil başkaları kurgulayacak. Artık her ne yaşanırsa. Ben sadece kayıt altına alacağım, işte o kadar.’’ '‘Anlıyorum. Tüm yaşadıklarımızı yazacak mısın şimdi.’’ ‘’Evet.’’ ‘’Ben de okuyabilir miyim?’’ ‘’Bence sonlanınca okumalısın. Bitince. Ha? Olmaz mı? .’’ ‘’Ama merak ederim şimdi!’’ ‘’Senden çekinmek gibi bir derdim olsun istemem. Ben özgürce yazmalıyım. Bitince okursun. Tamam mı? Kaldı ki konuyu da biliyor olacaksın, ha?’’ ‘’Tamam. Nasıl istersen.’’ ‘’Eeee eve gitmeyecek misin? Geç oldu. Merak etmesinler.’’ ‘’Beni merak edecek kimse kalmadı. Ben… Burada kalabilir miyim?’’ ‘’Elbette küçük kız. Sana yatağını yapayım.’’ Ne kadar haklı olduğunu görüyorum fare kızın. Öylece izledikten sonra, artık bakışlarımı kaçırmıyorum. Rahat rahat konuşup sohbet ediyoruz. * İki ayı geçti – yazamadım. Zaten ilk bir ay, sadece birlikte takıldık, vakit geçirdik. Hatta pikniğe bile gittik. Bol bol dertleşip yüreklerimizi açtık birbirimize. Evine gittiğim oldu, gizli gizli kaldım odasında. Gerçekten de öyle bir yalnızlığa mahkûm edilmiş ki kimse anlamadı. O koca koca günlerde kimsecikler kapısını çalıp da kelam etmedi Fare Kız’la. Öyle büyük bir ev ki, hani ev demeye dilim varmıyor. Aynı otellerdeki gibi bir telefon ağı var. Anca telefon açarsa geliyor hizmetliler. Annesininse hiç sesi çıkmadı. Bir de onu dipteki odalardan birine atmışlar. En dipte, en yalnız, en atık… Eskiden dadısı varmış, ama babasının ölümünün akabinde işten çıkarılmış. Öyle söylüyor; annem, diyor ‘’ben çabucak öleyim diye, beni yalnızlığa mahkûm etti. İşe de yarıyor.’’ Ama artık ben varmışım. Ah! Ne güzelmiş! Aslında bir de ablası var. Birkaç yaş büyük sanırım. O, sağlıklı. Annesinden pek de hazzetmiyor olmalı ki tüm bağı koparmış. Bizimkiyle de. Ablam, diyor ‘’beni severdi. Ama işte nefret ettiği için tüm aileden – tüm olanlardan sonra, koptu gitti. Artık beni de düşünmüyor. Yakında ölecek bir müsvedde olarak görüyor, biliyorum. Aslında beni sevmedi de acıdı sanırım. Beni babam sevmişti, bir de dadım. Ah! Bir de sen!'' Anladığım kadarıyla babasının ölümü şaibeli. Bir erkekten bahsediyor, nefret ettiği. Akrabalarından biri sanırım. Annesinin onunla ilişkisi olduğu ve babasının bu ilişkiyle bağlantılı olarak öldüğü izlenimi edindim. Bana, diyor ‘’zarar vermiyorsa, bu çok fazla şüphe çekeceği içindir.’’ Aslında olayları öyle bölük pörçük ve eksik bilgilerle anlatıyor ki, izlenimlerle ve sanılarla yetinmek durumundayım. Zaten kederli yüreğini iyice yormak istemiyorum. Sanırım ne olduğunun çok da önemi yok. Her ne olduysa, değer ya da değmez diye düşünsem de işte, o yaralı. Hem de ne yara… Fare Kız’ı sevmiş olmama rağmen, en iyi arkadaş olarak payıma onun düşmesine içerlediğim olmuyor değil. Yani bazen ona bakınca… İkimizin bir çeşit çaresizlik noktasında birleştiğimiz kesin. Benim işe yaramaz bir yazarım; o ise daha fena: kinlerin sıkıştırıldığı kocaman kalbiyle işe yaramaz bir varlık. Onun acınası durumu beni de benzeri bir noktaya getiriyor sanki. Bir çeşit kaybedenler birliği. Belki de tam tersidir, diye düşündüğüm olmuyor değil: Belki de onun sayesinde yazılacak bu roman, gerçekten ekstrem unsurlar barındırabilir. Sorun şu ki, onun cesareti bende yok. Bazı oyunlar oynadık birlikte - öç alma oyunları. Ama hiç mi hiç tatmin olmadığının farkındayım. Annesine birkaç küçük düzenekle hayatı zindan edip eğlendik. Bir keresinde uyurken bal sürdük yüzüne mesela – ölü gibi uyuması sanırım uyuşturucudan. Bir sefer de tam çıkacakken büyük kapıdan, tüm tekerlekleri patlayıverdi arabanın. Bu ve benzeri küçük oyunlar... Daha tehlikelileri de olmadı değil, frenlerini kestik arabasının. Ama zarar görmedi - hemen anladı. Canını sıkmanın ötesinde ona zarar vermek istiyor. Ben ardı ardına yeni fikirler bulmaya çalışarak oyalıyorum Fare Kız’ı şimdilik. Ama nereye kadar, bilemiyorum. Bir de o adam, resmini getirdi ve adres bilgilerini de… Onun için de bir şeyler düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Bazen ablasından da dem vuruyor. Halka giderek genişliyor. Bir yerde dur demem gerektiğini anladım. Alttan almaktan, idare etmekten vazgeçip sert çıktım. Amacının tam olarak ne olduğunu sorduğumda cevabı beni dehşete düşürdü. Şöyle dedi: ‘’Seninkiyle aynı… Hatırlıyor musun ilk gün konuştuklarımızı? Ben sana, nereye kadar yolu var, diye sormuştum da; sen, istediğin yere kadar, demiştin. İşte böyle canım! Benim istediğim eşittir senini istediğin. Benim amacım eşittir senin amacın. Benim kinim eşittir seninki ki, oturup adam gibi yazabilesin.’’ Haftalardır anneyi ve adamı takip ediyoruz. Kabul etmeliyim, oldukça keyifli. Ancak ikisini bir arada görüntülemeyi hiç beceremedik. Söylemedim mi, bol bol fotoğraf da çekiyoruz. Bir hafta önce yine annesinin peşinde sürüklenirken, onu kaçırmamız gerektiğini söyledi. Donakaldım. Olmaz, dedim ‘’bu suç işlemek olur. Bunu yapamam.’’ Anlaşılacağı üzere romanımın yönü kaydı hatta bir roman kaldı mı bilemiyorum. Baştaki planım vukuatlarımızı her detayıyla anlatmak, bu arada partnerimin duygularıyla katıştırmaktı. Ancak bunun ne kadar da aptalca bir fikir olduğunu anlıyorum şimdi. Kaldı ki hiçte planladığım gibi günü güne yazamadım. Yazsam bile kötü bir iş çıkardı – bir sürü çocukça oyun. Şimdiyse, yanılgımın dibine kadar farkındayım. Ne sanmıştım? Bu yavrucağızın aptal oyunlarla tatmin olacağını mı? En başında reddetmem gerekirdi ama yapamadım işte. Şimdi verdiğim sözleri tutmamı bekliyor benden. Öyle kızgın ve kırgın ki ben bile korkmaya başladım ondan. Bana yalancı olduğumu söyledi. Doğru. Saflıkla karışık belki ama nihayetinde yalan söyledim. Annesinin hiç olmasa onu baştan beri sevmediğini; benimse sever gibi göründüğümü, sözler – umutlar verip hepsinden kaçtığımı, bir de. Babam, dedi ‘’öldü ya da öldürüldü. İsteyerek bırakmadı beni. Dadım keza… Ama sen. Sen gözümün içine baka baka yüzüstü bırakıyorsun beni.’’ Ondan ciddi ciddi korkmaya başladım. Geçen, iki kalın defter gördüm çantasının içinde. Doğrusu, okumam için bıraktığına eminim. Çantanın fermuarı açıktı ve ayan beyan görünüyorlardı. O tuvaletteyken aceleyle karıştırdım defterleri. İki koca defter el yazısıyla… İlk sayfayı okuduğumda roman yazmış olduğunu anladım – benim romanım! Tabii kendi ağzından. Şöyle başlıyordu: ‘’Artık benim alışkanlığım olan gece matineleri bu akşam ilginç bir hal aldı. İskoç eteği giymiş, aptal ve tedirgin görünüşlü bir karaltı önümdeki sıraya yerleşti. Filmden çok daha ilgi çekici olduğundan seyre koyuldum. Yanındaki kıza sokuldu, anlatmaya başladı. Dikkat kesilip dinlediğimde, beklediğim o büyük şeyin bu adamda olduğunu anladım…’’ Hızla diğer sayfaları karıştırdığımda benim yapamadığımı yaptığını ve her günümüzü en ince detaylarına varana değin anlattığını fark ettim. Zira tek bir gün kimi zaman sayfalarca sürüyordu. Sifon sesini duyunca hemen son sayfaya atladım. Son sayfadakiler annesini kaçırma ve yapacağımız işkenceler üzerine bir yazıydı. Korku içinde attım elimden. O gece hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım ama kara gözlerindeki şeytani ışıltıdan okuduğumu anladığının farkındaydım. Haftalar geçerken ağzımı açıp da tek laf edemiyorum. Korkuyorum. Sadece aptal oyunlarıma yenisini ekleyerek onu sakinleştirmeye çalışıyorum. Ama olmuyor. Olmuyor… * Şah damarındaki kanım, azar azar boşalıyor. İncecik bir boruyla… Birkaç metre ötemde duran kovaya akıyor. Yavaş yavaş ölüyorum. Beni bağlamış bu sandalyeye. Boynuma bir boru geçirmiş. Son satırlarımı yazabilmem için de, bilgisayarı kucağıma sabitlemiş. Bedenimi hareketsiz, bir tek ellerimi aktif kılmış. Yaza yaza öleyim... Yavaşça öleyim istemiş. Yazdıklarımı okumuş olmalı. Okumasa da biliyordu ya… Ve bu dünyada onu en çok hayal kırıklığına uğratan kişiden öcünü almaya, ona cezasını çektirmeye karar vermiş… Artık diyecek bir şey yok. Sen hoş kal Fare Kız. Hoşça kal. Nergiz Şimşek Ağustos 2009, Muradiye
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |