Doğallık sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir.
-Cervantes |
|
||||||||||
|
Geeeeeeel balık balık balık balık balık – cup! bir balık atladı sandala. Geeeeeel balık balık balık balık – cup! bir diğeri daha. Geeeeeeel balık balık balık balık – cup! e bir tane daha. Ne harika! Edi’yle Büdü’nün parodilerinde hâl buydu. Edi başlıyor bağırmaya: gee... cup! balık atlıyor sandala. Büdü gözleri her daim şaşkın açıkken, bir kat daha şaşırıyor. Ya da biz, onun Büdü’yü yadsımak için var olduğunu bildiğimizden, gözlerini şaşkınmış gibi görüyoruz. Belki de bu kuklaların gözleri birbirinin tıpatıp aynısıdır da, biz yüklemişizdir anlamlarını. Senaristler yani… Benim oğlan da izliyor. Eve gidince bakmalı şu cdlere - en çok da gözlerine. Ben de parodideki gibi olsun istiyorum sanırım. Bu katlanılır gibi değil - ağdalı bir bekleme hâli. Güya vakit geçsin diye geldim. Belki olur ya, içki içmek dışında bir hobim olur benim de. Ama sanki amaç oyalanmaksa, böyle kös kös beklemeyi gerek kılan bir eylem –eylemsizlik mi desem?- değil de, hani şöyle zamanın akışını anlayamadığım bir hobi edinmeliyim. Alaaddin demişti: ‘’Ağabey valla ben bayılıyorum. Bıraksan sabahın köründen akşama kadar kalırım göl kenarında. Dünyayı unutuyorum. ‘’ E peki. Elbet bir zevki var bu işin de. Bak mesela manzaraya. Suyun sesini dinlemeliyim bir yandan da. Çıp çıp çıp. Öyle demişti. ‘’Suyu dinle ağabey. Kapa gözlerini, dinle.’’ Oğlum bu deniz değil ki. Dalga mı var ki, neyi dinleyesin. Yok yok muş, çıp çıp sesi varmış suyun. Peki. Çıp çıp. Hem kendini unutur hem bulurmuşsun. Tuttuğun aslında balık değil, kendi zafiyetlerinmiş. Onları sindirir bol bol ve sakin mi sakin, kendine çeki düzen verirmişsin. Balık bahaneymiş. Zaten yiyesin gelmez sana pek tatsız gelirlermiş. Balıklar kötücül tutumlarını, iç çekmelerini, akılsızlıklarını yüklendiklerinden artık, sen ağzına almak istemezken o habis gıdayı; başkaları –özellikle karın- bayılırmış bunlara, löp löp indirirlermiş mideye. Senin kötü yanlarını yediklerini bilir gibi sanki, homurtular eşliğinde sana bakıp bakıp gözleriyle gülümserlermiş. Boşuna Filozof Alaaddin demiyoruz bu herife, ha! Amma laflar etmiş. Öyle ki kandık işte. Ben şimdi kendimi mi düşünmeliyim. Evet, alkoliğim. Hayatı zindan ettim karıma. Evet… Bunu zaten biliyorum. Buraya gelmeden önce de… Dalıp gitmeliyim bu durumun içine, teker teker gözlerimin önünden geçmeli kötücül tutumlarım: ettiğim kavgalar, arsız sarhoş taleplerim, sabahına bin pişman olduğum bir yığın söz. Aynı insanın ölürken hayatının bir film şeridi gibi gözlerinin önüne serilivermesi misali, benim alkol tutkum da ölmek üzere olduğundan; hepsi, hepsi gözlerimin önünden geçmeli. Ama bir tek biradan başka hiçbir şey düşünemiyorum ki… Sıcak, şerbetli bir hava var. Şimdi soğuk bir bira… Çok değil, bir tanecik. Bir tane içsem gelirim kendime, düşünürüm hepsini. Hepsini… Aha! Bir genç geldi. İyi bari, muhabbet ederiz belki de geçer vakit. Hem… Hem boş ver birayı. II. Kalbim sıkılgan, hüzünlü bir yüzle göl kenarına indiğimde bir adam gördüm. Bir avmışım gibi şahin gözlerle baktı bana önce. Sonra hemen sabitleyip oltasını, yanıma geldi. Biraz sohbet edince, sıkıntıdan patlamak üzere olduğu anlaşıldı. Hâlbuki balıkçılar yalnızlığı sever. İki kişi bile gitseler balık tutmaya, alet hırdavatla ilgili gerekli birkaç kelam dışında pek lakırdı etmezler aralarında. Balık tutarken bu kadar sıkılıyorsan ne diye buradasın be birader! Ruhsal bulantılarımı kat be kat yaşayabilmek, evden kaçıp kendi zavallı iç dünyama gömülebilmek için gelmiş olduğumdan canım sıkıldı ilk. Yüz vermek istemedim ama öyle yapıştı ki başka çarem olmadığından katlanıp dinlemeye karar verdim. Ne de olsa babamın bitmek bilmeyen yakınmalarından iyidir - yazarlık mevzuuyla ilgili. Evet, sordum. O da anlattı derdini. Kendine bir hobi arıyormuş, onu oyalayacak. Alkol sorununu anlattı sonra. Bir de bir arkadaşı tavsiye etmiş – Filozof Alaaddin. Çeşit çeşit sarhoş vukuatları, esrar zıvırları anlattı ama onlara hiç girmeyeceğim. Bu tip adamlar, askerden yeni gelmiş gençlere benzerler. Bu genç terhis olmuşlar, büyük bir iştahla anlatırlar yeni anı olmuş tazecik anılarını – kekeme olsalar bile. (Daha kötüsü yoktur!) Aradaki fark, bu gençler bir zaman sonra askerlik anılarına sırtlarını dönerken; alkol, esrar tutkunları, hiç kopamadıklarından bu yaşamdan ve dolayısıyla hiç unutamadıklarından, bu düşkün anıları ağızlarında gevişleyip durular. İşin ilginç kısmı şudur ki: Zaten bir durumu her gün yaşayıp da niye bir de onu anmaya ihtiyaç duyulur? Mesela bir gece bir zevk sofrasında toplanmış üç-beş adamın, bir gece önceki zevk sofrasını anlattığı-andığı olur. Acaba bu adamlar gerçekten günlük- günü yaşayıp; dünü, çok uzaklarda kalmış, öyle ki artık gözlerinde incecik bir ışığa dönüşmüş mazideki bir gün gibi mi algılarlar. Çok konuştuğundan bana sıra geç geliyor. En sonunda soruyor bana yüzümdeki uçuk yeşil rengin sebebini. Kısaca değiniyorum. Yazmak, diyorum, tutkum benim. Ama babama bir türlü anlatamıyorum. Benim bir baltaya sap olamayacağımı tekrarlayıp duruyor. Hadi onu geçtim üstüne çok da verimsiz zamanlar yaşıyorum. Nerdeyse hiçbir şey üretemiyorum – yazamıyorum. Hıı, diyor. Susuyoruz. Ben, diyor şu oltaya bakayım. III. Anlattıklarımın ilgisini çekmediğinin farkındayım ama onunkiler beni ilgilendirdi. İlk iki bölümü bir çırpıda yazıverdim. (Ben bundan sonrasını düşünürken yine o seyir verdi hikâyeye.) Haftalardan sonra böyle kalem kâğıda sarılınca; belki de, dedim kendi kendime, benim sorunum budur: insan içine karışmamak. Bak. İki çift laf ettin, bir hikâye çıktı. Hiç olmasa başladın bir şeylere. Haftalardır kaleme dokunamamıştın. Bu bile kârdır. Evet, bundan sonra insanlar benim için iliklerine kadar sömüreceğim metalar olmalı! Yihu! Faydacı bir tutum takınmalıyım. Burun kıvırıp kaçmak, kendine gömülmek yok. Her ortama girip herkesten bir parça çalacağım. Ben bu düşünceler içinde ağzım yüzümde genişçe yayılmış, yazmaya devam ederken yanıma geldi. Genç, dedi kafama bir şey takıldı. ‘’Buyur ağabey’’ ‘’Madem yazmak tutkun senin, e sen ne diye yazamıyorsun ki?’’ ‘’…’’ Şaşırıyorum. ‘’Bak bana, içmek de benim tutkum. Onu yapamamayı bırak, yapmamaya çalıştığımda sancılanıyorum, hasta oluyorum. Şu gün gördüğün gibi saçma sapan dolanıyorum.’’ ‘’Ama aynı şey değil ki… Yani bu… Bu yaratmakla ilgili bir şey. Ha deyince olmuyor işte.’’ ‘’Valla hâlâ anlamış değilim ya… Tutku dediğini yapmadan duramazsın. Mesela bir kadına tutulursun, başına ne bela gelecekse de onu görmeden duramazsın. Alkole tutkunsundur ya da cigarayı, içmeden edemezsin. Benim bildiğim budur valla.’’ ‘’Ama ağabeycim, bizim uğraş öyle değil işte. Bak, mesela ben haftalardır yazamıyordum ama seninle tanıştım, bir hikâyeye başladım. Neyin tetikleyeceği de belli olmuyor. İçinde sanki var bir şeyler de dışarı çıkarken, habis bir ur gibi sancılar veriyor.’’ ‘’Benim hikâyemi mi yazdın lan?’’ Hoşuna gitti, gülümsüyor. ‘’Senden esinlendim, diyelim.’’ Söylemese miydim - okumak isteyecek. Bitmeden okutmak da hiç âdetim değil. Bu adama da nasıl karşı gelinir ki? Nasıl anlatılır şimdi bu durum? ‘’Ver de bir okuyayım lan. Kendimi artist gibi hissettim valla.’’ ‘’Daha bitmedi ama… Hem senin hikâyen değil, sadece esinlendim senden.’’ Diyorum ama tabii ki boşuna. Israrcı davranınca, veriyorum mecbur. Okurken alnı kırışıyor, yüzüne memnuniyetsiz bir ifade yerleşiyor. ‘’Bu ne oğlum, susam sokağı falan? Ben izlemem böyle şeyler.’’ ‘’Yok, ağabeycim zaten oradaki adam yaşça senden daha genç. Otuz, bilemedin otuz beşinde falan. Senin kuşağından bile değil yani. Sen değilsin o.’’ ‘’Alaaddin’i aynen koymuşsun ama. Hem laflar bile onun lafları. Şimdi bunları sen bulmuşsun gibi mi olacak?’’ ‘’…’’ Şaşırıyorum. Ne yani, alıntıdır diye mi belirtmeliyim? Peki, ama Alaaddin kim? Yaktın beni Alaaddin! Ne demeli bu adama. Nasıl anlatmalı? Ben düşünedurayım o başlıyor yine konuşmaya. ‘’Kafanı çok şişirdik herhal.’’ ‘’Niye ki ağabey, ne güzel sohbet ettik işte.’’ Gözleri kaygıyla kısılıyor. Alnındaki derin yarıklar, alkolün etkisiyle yanaklarından ve burnundan pörtlemiş kılcal damarlar, iyice belirginleşiyor. Ağzında kötü bir tat varmışçasına yüzü buruşurken, yapışkan bir sıvı gırtlağına yapışmış da temizlemek istermiş gibi öksürüyor bir-iki. Sonra da sanki sözleri ağdalı bir sakız; ağır ağır çiğneyip birkaç, salıveriyor. ‘’Baksana evlat yazdıklarına! Amma da anlatmışsın âlem muhabbetlerini. Pek sıkılmışsın gibi… Niye her gün yaşarken bir de anlatırlar, falan demişsin.’’ ‘’Ama onlar birtakım tespitler. Seninle ilgisi yok ki.’’ ‘’Niye? Ben âlemci değil miyim?’’ ‘’Yani kişisel algılanacak bir şey yok. Genel değerlendirmeler onlar. Hem dedim ya, bu senin hikâyen değil, sadece esinlendim, diye.’’ ‘’Alaaddin…’’ Gerçekten anlayamıyorum. Alındığı, Alaaddin’i konu edinip ondan sadece esinlenmem mi; yoksa kendini yazdığımı düşünüyor da, yazdıklarımla ilgili kızgın mı? Acaba kullanıldığını mı hissediyor, tarafımdan? Bu soruların cevabını bilmiyorum ama bildiğim bir şekilde kurtulmam gerektiği bu heriften. Elinde yazdıklarım, bakıp bakıp kâğıtlara, düşünüyor. Daldı gitti harflerin içinde. Beyninde işlemekte zorlanan bir mekanizma, ona durumu anlatmaya çalışıyor. Ben de söylediklerimle destekliyorum mekanizmayı ama pek de yararı yok gibi görünüyor. Usulca ve ağır tekrarlıyor birkaç defa: Alaaddin. Sanki Alladdin onun kanıtı da yeni savlarına hazırlanıyor. Kaçmam lazım. Şu insan içine girme meselesini de düşünmem ayrıca… ‘’Ağabeycim, beni evden beklerler. Ben gideyim artık.’’ ‘’Baban mı bekler?’’ Hınzır gülümsüyor. ‘’Evet, o da bekler.’’ ‘’Bak sen okumuş bir gençsin ama ben de hayat okulunu okudum. Gerçi dediğin gibi zevk masalarında çok zaman geçirdik. Ama onun dışında da yaşadık. E hiç olmasa yaşıma hürmeten sana naçizane bir tavsiye vermeme izin ver.’’ ‘’Buyur ağabey. Yalnız şey… Ben değil, sen anlatmıştın şu zevk masalarını. Yani ben uydurmadım.’’ Kin dolu bakıyor yüzüme. ‘’Hani beni anlatmamıştın.’’ Gerçekten sıkıldım. Ve de şaşkınım. (Büdü gözleri her daim şaşkın açıkken, bir kat daha şaşırıyor. En sonunda da dayanamayıp bayılıyor.) ’’Buyur ağabey.’’ ‘’Bence babanın öğüdünü dinle.’’ Şimdi de laf koydu ya, ışıl ışıl parlıyor gözleri. Ağzındaki acı tat şekerlemeye döndü, haz içinde, belli. El edip uzaklaşıyor. Ağustos 2009, Muradiye
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |