Yanlış sayısız şekillere girebilir, doğru ise yalnız bir türlü olabilir. -Rouesseau |
|
||||||||||
|
I Kız, hiç ama hiç kırıtmadan Beşiktaş vapur iskelesine doğru yürüyordu.Aslında kalçaları her durumda göz alıcıydı...kırıtmasa da...aman! neyseydi! Kız, kalçalarını sallamasa da göz alıcı olan kız, İstiklal Caddesine arınmaya doğru ilerliyordu. Dünyanın çatısı Tibet’ti, kız tabii ki bunu biliyordu ama İstiklal de onu inceltebiliyor, yaşamla kucaklaştırabiliyordu yani. Böylece düştü yollara... Tam da Odakule’nin önündeydi o an; zeytingözlü balici çocukla gözgöze geldiğinde... Ne büyülüydü o an...İstiklal dondu kaldı...koca memeli transeksüelin de sol memesi havada asılı kaldı. Zeytingözlü velet gülüyordu pervasızca;bali kokusu süt kokulu teninde yokolup gidiyordu. Kız, işte bu kokuyu içine içine çekti, doldurdu, taşırdı... Ah! O tramvay keşke keşke gelmeseydi; süt kokulu balici çocuk bastı gitti...44 no’lu ayaklarıyla aslında çok ta uyumlu memeleri olan dar kalçalı transeksüel de bastı gitti.... Niye herkes basıp gidiyordu ki? İstiklal ise kıza doğru akıyordu... Renkler, sesler, tenler, gözler karışıp karışıp birleşerek ve ayrışarak ve yeniden birleşerek kızla kolkola Atlas Pasajına vardılar. Herkes, tüm hayaletler oradaydı... -Hey! Tütsücü!yap bakalım bir karışık şöyle ortaya...biraz sandal, biraz nirvana, biraz da lotus...kokutalım ortalığı bu gece yine türk kahvesi eşliğinde; Seyyan Hanımcığımın tangoları da geliverirler yanıbaşıma elbet...dedi gözalıcı kalçaları olan kız. Ah!o tütsücü bıyıklı değilde gözleri çekik, elmacık kemikleri de çıkık olsaydı keşke...hele bir de kedisi olsaydı; sarı...kız için zıpkınıyla dalıp kocaman bir balık avlasaydı. O an, o pasajda kız yine dondu kaldı.Kanatları kırık oldu aniden; zaten yapıştırmaydı ! Bıyıklı tütsücü, kızın mahvoluşunu tabii ki hiç ama hiç anlayamazdı...Anlamadı da zaten. Cahideydi kızın adı. Çocukken yani daha bir çocukken evcilik oynamayı çok severdi... Cahide fırtınalı bir çocuk-kadındı...Zaman tünelinin sonuna geldiğinde saat 19.30 olmuştu bile. Buluşma vakti gelmiş, o ise hala antika kahve fincanlarına bakıp, -Kimlerin dudakları değdi sana ey porselen... diyerek iç geçiriyordu. İrkildi, doğruldu, saçlarının katlarını düzeltti ve attı kendini caddeye: İstiklale! Bu kez daha bir maskeli, çünkü buluşma zamanıydı. Bıçaklasan kanı akacak gerçeğe ait arkadaşları onu Çiçek Pasajının önünde bekliyorlardı. İlk durakları “Gizli Bahçe” de bekliyordu hem de bir haftadır ve sabrı müthiş tükenmişti. -Nerede kaldın ya ? -Abi, tütsü seçtik...kolay değil! -Burnun siyah olmuş, çok mu kokladın? Hahahahaha....sesler birbirleriyle kaynaştılar... -Tolga’nın fotoğraf sergisine uğradık... dedi elektrik mühendisi Kemal. Kızın içi hop hop etti...Fotoğraflar, Tolga; Tolga’nın şeytani gözleri... -Bu fotoğraf evi iyi işler yapıyor be abi! -Tolga o kadar iyi fotoğrafçı mı ki? Kız içinden “evet” dedi “hem de en ama en iyisi” Böyle böyle küçük, kesik ve kısık konuşmalar eşliğinde daha bir renkli oluyordu balık pazarı. -Heyt be! Top şekerim, deste gülüm canım İstanbul’um Aman aman!Badem şekerim... Cahide iyiden iyiye coşmuştu...her yer balık olmuştu..Gruptaki uyuz karının gözleri de balık gibi bakıyorlardı Cahide’ye...karı, harbi uyuzdu. “Gizli Bahçe” diye bilinen yer, balık pazarının hemen arkasında, eski bir taş binanın 2. katında gizlenmekte olan bir cafe-bardı...tabelasız bir mekandı , pek te gizli değildi... kulaklar ve dillerin ezberindeydi... Sürgülü kapısını sola doğru iteklediğinde loş, hafif gümbürtülü,dumanlı bir mekanda buluverdi kendisini Cahide. Kapıdan girer girmez hemen sağ tarafta barı gördü ve barın biraz ilerisinde camekanlı bir bölmesi daha vardı bu, gizemini artık kaybetmiş “gizli bahçenin”...camekanlı bölme soğuktu...ya da Cahide’ye öyle gelmekteydi...Cahide, cam sevmezdi...Bira içti Cahide o gece... II Kuru bir soğuk hüküm sürmekteydi akşam çökerken...Yaşı gözlerinden nah anlaşılan adam, vapurda, kaloriferin yanına büzüşmüştü ve yorgundu... Can yeleklerinin tavanda olup olmadığını gözucuyla kontrol etmek üzereyken yanında oturan adamın sol ayakkabısına gözü takıldı...Aman tanrım, ayakkabı ona bakıyordu...bir ayakkabıyla ilk kez gözgöze gelmiş olmanın heyecanı ve ürpertisi içinde yutkunmaya çalıştı ama bir lokma tükürük biriktiremiyordu ki ...boğazı çöl olmuştu..yardım isteyen gözlerle tam karşısında oturan çok şık hanıma baktı...hanım onu görmüyordu sanki...çok şık olduğu için belki de diye düşündü yaşı gözlerinden anlaşılmayan adam...çok şık hanımın hemen yanıbaşındaki menopozdan az önce çıkmış olan hanıma benzer şeye baktı sonra...nafile ! Kesinlikle, tüm çabalara rağmen ayakkabıdan başka hiçbir varlıkla gözgöze gelemiyordu...bu çok acayip durum bir yanılsama olmalı diye ümit etmeye başladı...bir kunduradan başka hiçbir varlığın onu farketmediği düşüncesi daha önce okuduğu bir kitaptan alıntı olmalıydı...ya da bir şarkının onda bıraktığı etkiyi tam o anda yaşıyordu...hiç te sırası değildi...zaten bu etkiler hep zamansız çıkarlardı adamın karşısına...bu kuru soğukta hiç çekilmiyordu bu etkiler...etkiler iğrençti...adamın kusacağı geliyordu vallahi billahi... -Selam! Bu ne soğuk ya ! Kış gelecek mi diyorduk...al sana kış... Büzüşük adam ! Hişt, sana diyorum...ne o, bir ayakkabıyla konuşmaya tenezzül etmiyor musun yoksa? Çok mu garip sence? Allasen diğer tekime bak..nolur bak...öküz ölüsü gibi mübarek...iki lokma yürümeye gelmiyor karı... -Git başımdan.Yalnızım bu gece...Kimsenin beni farketmediğini düşünüyorum...Büyük şehir hastalığı bu... -Beklerim yolunu aylar boyunca Yeter ki gel bana...senede bir gün...senede bir gün...ah ulan...rahmetli anam söylerdi bu şarkıyı mutfakta kıymalı patates yemeği yaparken... -Buna benzer diyalogları filmlerde gördüm ben...kitaplarda okudum... Adam görünmez gibi oluverir...tek birşey görür onu sadece...o şey de çoğu zaman salak bir cansız objedir...konuşan kabaklar, ağlayan prezervatifler,fısıldaşan kulak kirleri...listeyi kalabalıklaştırabiliriz pekala... -Ama ben cansız değilim...kokum var...bu ayağın sahibi dört gündür aynı çorabı giyiyor...benim içimdeki yine idare eder ama benim karının şansı daha kötü...ondakinde çorabın topuğu yok...erimiş anlayacağın...başparmağın tırnağı da katır gibiymiş...çorabı delmiş geçmiş...bizim karıya dayanmış...böyle diyo bizim karı...ne o, sözde beni kıskandıracak... Bu bir yanılsamaydı tabii ki...ürkütücü değildi aslında...ürkütücü olan neden böyle birşey olduğuydu... Bunu Şeyda’ya anlatsa Şeyda ona aşık olurdu mutlaka...onun çok farklı ve özel biri olduğunu düşünebilir ve hatta kızlığını ona verebilirdi...Şeyda bakire değildi aslında...yani şeyi, o şeyle tanışalı yıllar olmuştu.Yani herhalde öyleydi.Okul yıllarında ne çok gülerdi bu Şeyda diye iç geçirdi, okul yıllarında Şeyda’nın her boka gülmesinden rahatsız olan ama yaşı gözlerinden belli olmayan Ender...Ender, tamıtamına 34 yaşındaydı...işsizdi...Fransızcadan türkçeye çeviriler yaparak kıçına bikaç don alabiliyordu...ama donlarını özenle seçerdi...tiyatro çıkışında aldığı son donunu düşündü...Şeyda bu donu karanlıkta görmeliydi...penis desenli bir don...hem de bu penisler fosforlu...Kendini Cevriye gibi hissetmeye ramak kala, Ender, yeniden rahatsız edildi bir salak sol ayakkabı tarafından... -Karı milleti böyle...2 yıldan sonra bizim babafingo şaklaban oluyor...geçen gece pembeye boyadım şirin görünsün diye...yemedi benim karı...fosforlu ha? Hayatta başarılar...bu arada geldik...şu kalabalık bi boşalsa da öyle inse delik çoraplı Hüseyin...ne o, Hüso’ nun ayak kokusu benim karıyı tahrik ediyormuş...sözde beni kıskandıracak...Allaha emanet ol koçum... Şeyda, Ender’in ENDER’iyle tanışma şerefine henüz nail olamamıştı ve bu durumda 2 yıl sonrasını düşünmek gibi bir salaklığa da hiç lüzum yoktu...Ender ve ENDER derin bir nefes aldılar...ENDER ,Ender’in yüreğine su filan döktü... -Ulan Şeyda...bok mu vardı gittin...bu kuru soğukta...iç cebimde fosforlu penis desenli donumla bıraktın beni buralarda...Eh, sen bi dön hele...çıkaracam ulan yılların acısını fosforlu penis desenli donumla.... Vapur iskeleye yanaşmıştı bile...büzüşük Ender yerinden doğruldu...diğer erkekler vapur yanaşmadan iskeleye atlayacak kadar cesurdular...erkektiler...Ender, biraz ender bulunan bir erkekti...o hep vapurun yanaşmasını beklerdi. İstiklal’e ihtiyacı vardı. Aksındı kalabalıklar üzerine...Yokolmak istiyordu...Kendini tanımamak...Yorgundu kendinden. Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye kadar yürüyecekti...En sevdiği yoldu...Ağaçlar vardı yolun her iki yanında da... Taksiyle gitti Taksim’e kadar...Reddetti en sevdiği yolu. İhanet etti kendine...Zaten vapur yanaşmadan da atlayamazdı Ender... Ender’in çok parası yoktu. Arkadaşı da yoktu. Sevgilisi de yoktu. O Şeyda Ender’in can simidiydi...Ender, Şeydayla sevgililermiş gibi yapardı. Şeyda farkında değildi. III -Yaptırdığı haftalık cilt bakımının mucizevi sonucu olarak cildi öyle fazla parlıyordu ki...geniş, enfes, iç açıcı bir gülümsemesi vardı...oldukça nazik, oldukça pozitif bir bayandı...ve hep böyle, hep gülümsüyordu...beni casusluk yapmaya teşvik ediyordu...peşine düştüm o gülümseyişin...onu hazırlıksız yakalamaya kararlıydım...o gülmezken....yüzü canavar gibiyken kıskıvrak yakalanacaktı ...yakalanıyor tabii ki...hem de defalarca...yakalamış olmanın zafer sarhoşluğu bana 1 hafta gitti... Bir başkası da hamileydi...yaşı geçkin ama hamile kalmış işte...kazara değil...istemişler çok...o da öylece hamile kalakalmış... Gerçekten, gülünce çok cici oluyor...toprak kokuyor ...ensesi çok dost...içimden ona iyi birşeyler söylemek geliyordu... yakınlarından özellikle geçmeye çalışıyor ve mutlaka gözlerinin içine bakarak ışıldatıyordum gözlerimi....sevecenliğim ona ve şiş göbeğinin içindeki büyük ihtimalle sarışın olacak cenin gavura ulaşıyordu. Diğerleri de vardı..Bıkkın ,uzun boylu İrlandalı...Özel hayatında sapkın fantazileri olduğundan emin olduğum Fransız aşçıbaşı...Irkçı olduğundan şüphe ettiğim Avusturyalı bir solucan....Bir köşede kıstırsam da ham yapsam diye hayalimi kurduğunu hissettiğim bir genç arkadaş...gayet asabi...ve kolunda dövmesi vardı...Yeni evlenen ve kocacığını, evini seven çok esmer, çok güzel bahar kızı...Sırtı kamburlaşmış, Galata köprüsünden mi daha afilli bir yerden mi atlayacağına karar verememiş bir muhasebeci...Şişkolar, iyi eğitimliler, babadan zenginler, gelişmiş ve moderen! insanlar...Sapına kadar medeniyet..Kahve makinesi...şekersiz istendiği belirtilirse şekersiz cappucino veren bir teknoloji harikası...Ve tabii ki de spotlar, spotlar, spotlar, oval masalar...hırsla dişlerini parlatan, hırsla seven, hırsla gülen diğerleri vardı...Ve tabii ki de ben, deliler gibi mutsuz ve yalnız olan... -Ve işten çıkarıldın? -Evet. Hiç kendimi o kadar özgür hissettmemiştim. Herkesle vedalaştım, gözlerim ışıl ışıldı... İğne atsan düşmezdi yere herhalde; Beyoğlu’nun çok arka olmayan bir sokağında. Uğul uğul, ekşi ekşi, ıslak ıslak birşeyler oluyordu etrafta. Yürüyen etler vardı...Pek tekin değildi sağ ve sol... -Allahın orospusuuuuuuuuuuu! -Anandır eşşoğlusuuuuuu! Diye cevapladı Güliz birini... -Oha Güliz! Noluyosun kızım? -Pezevenk resmen avuçladı ya.Ne yani, gıkım çıkmayacak mıydı? Soktum ibnenin toplara iğneyi...O yüzden böğürüyor inek... -Çabuk kaçalım burdan...Rezaletin son perdesi!!! -Ihlamur içelim bir yerde. -Hadi hızlı yürü. Siktirip gitmek istiyorum burdan. Nefes alamıyorum. Bokun içindeki kurtlar gibiyiz.Kıvır kıvır ve iğrenç... Koşuştu bazı etler sağ ve solda.Pek tekin değildiler... -İşte böyleydi yaşam sen yokken...diye demeye çalıştı Güliz, tıknefes tıknefes... IV Bir çığlık oldu İstiklal’in çok arka, unutulmuş bir sokağı...Çevikti ve tüyleri ne de parlaktı çok yakın bir geçmişte ...Tek gözü oyulmuş, dört bacaklı tecavüzcünün hayatını alt üst etmesine kadar, geçiniyordu işte...Hamile kalmıştı tecavüzcüden...hayata küstü, yemedi, içmedi... Çığlık çığlığa doğuyordu şimdi bebeleri tekersiz, camsız siyah bir otomobilin altında...4 kardeşten biri ölü doğdu... Kasım 2000-Ağustos 2002
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Öykü Yüzer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |