Kendinden daha uyanık insanları işe aldığın zaman, senin onlardan daha uyanık olduğunu kanıtlamış oluyorsun. -R. H. Grant |
|
||||||||||
|
Havanın 6-7 derece birden soğuyacağını söylemişlerdi zaten. 28.Şubat.2005 sabahında hava gerçekten de çok soğuktu. Rüzgar da vardı...insanın gözlerinin içi bile üşüyebilirdi böyle bir durumda... Yürek de boşalmışsa, oraya da soğuk hava dolardı bana kalırsa. Dolardı...”içim öyle boş ki rüzgar bile tenezzül etmedi, beğenmedi” diyemezdiniz. Dolardı... Şimdi hatırlamıyorum pek ama mutlaka benim de boşluklarıma esmiştir... O günün sabahından kendimle ilgili hatırladığım sadece bu; soğukluk. Başka birşey yok. Olmasını istemem. He bir de bir kız geçmişti yanımdan koşarak, onunla ilgili hatırladığım tek şey de, eflatun rengi yün atkısı... Yanımdan koşarak geçen öyle çok şey vardı ki Yanından koşarak geçtiğim şeylere ne demeli peki? Artık koşmalıydım yoksa vapuru kaçıracaktım...Hemen herkes gibi ben de jetonum avucumda mümkün olduğunca derli toplu bir biçimde koşmaya başladım. Derli topluluk hali bana yakıştı mı sanki? Çarem yoktu ki... Havanın soğuk olması nasıl da ürküttü insanları...tıkış tıkış oldular, yanyana durdular, birbirine sokuldu zengin ve fakir, duygusal ve mantıklı, güzel ve çirkin, cesur ve korkak. Tek başına duranlar da olmadı değil. Ve ben onlardan biriydim o sabah. Vapurun rüzgarlı kısmında ayakta ve hiç kıpırdamadan durdum ben. Öyle soğuk esiyordu ki...gözlerimden yaş geldi, saçlarımın dibi buz kesti. Ellerimi hissedemiyordum ve kulak memelerim sadece tek bir fiskeyle tuzla buz olacaktı sanırım. Ama kıpırdamadan kazık gibi dimdik durdum, çok ta hoşuma gitti. Haydarpaşa’ nın önünden geçtik...Benim yüzüm mendireğe dönüktü ya iyi ki bu tarafta durmuşum dedim çünkü envai çeşit olmasa da çeşitli kuşlar istila etmişti bir hayli uzun mendireği...Tanıdıklarım: karabatak, martı, gene martı ama kafaları siyah olanlardan ( bunu eskiden biri söylemişti; çiftleşme zamanı siyahlaşırmış kafaları...bilmiyorum gene de). Haydarpaşa’nın arkamda olduğunu biliyordum ama dönüp bakmadım. Kıpırdamadan durmaya devam ettim. Sadece göz bebeklerim yaşıyordu, çünkü yaşarıyorlardı, soğuktan ve soğukluktan... O sırada vapurun kalabalık ve sıcak ve havasız ve tıklım tıklım “içinden” iki kadın çıktı. Bunalmış gibiydiler, soğuk rüzgar tercih ettikleri belliydi. Yan gözle baktım çok ta incelemeden, güleç ve aydınlık yüzlü iki sarışın kadındı yanıma doğru yürüyen. Ne ağızları oynadı, ne de yürürken ses çıktı ayaklarından. Yanıma yaklaşıp dikildiler aynı benim gibi, kazık gibi, dimdik. Ses yoktu, çıt yoktu, yaşam durmuş gibiydi. Direndim ilgilenmemek için, yan gözle bakmamak için çok ama çok uğraştım. Ama sürekli duyduğum kumaş hışırtılarından kulağımı alamıyordum ve en azından yan gözle baktım. Elleri oynuyordu kadınların. Sadece elleri, kırmızı ojeli parmakları kıpır kıpır ve yaşam doluydu. Ellerine gözleri eşlik ediyordu...pırıl pırıl ve oynaktılar. Mutlu ve samimiydiler, paylaştıkça parlıyorlardı. Dilsiz ve sağırdılar. Dilsiz ve sağırdılar. Dilsiz ve sağırdılar. Mendirekteki kuşları işaret ettiler birbirlerine ve başladılar konuşmaya elleriyle, gözleri eşlik etti bazen hayretler içinde ama çoğu zaman gülümseyerek pırıl pırıl. Derinlemesine yaşıyorlardı kuşları...Kuşlar gibi özgürce...Gülerken sadece güldüler, konuşurken sadece konuştular. O anı, o rüzgarı, buz kesmiş kuşları en güzel onlar yaşayıp, paylaştılar. Sonra benim arkamın dönük olduğu tarafa gittiler. Ben dönmedim gene de. Sonra bir genç adam yaklaştı yanıma, yanımda durdu kazık gibi, dimdik. Bir sigara yaktı. İçti...bitirdi. İzmariti yere atıp, üzerine ayakkabısının ucuyla bastı...çok iyi basmadı...Yanımdan gittiğinde, izmaritin ucu hala kıpkırmızı yanıyordu. Bastım üzerine bu kez ben, ayakkabımın topuğuyla. Söndü izmarit. Bitti yol. Vapur boşaldı. Herkes koşarak geçti yanımdan, herkesin yanından koşarak geçtim ben. Kalabalığın içinde ben de vardım. Yürüyen koca bir vücut gibiydik. Ben o vücudun minicik bir parçasıydım. Sıkıldım parça olmaktan ve ayrılıp başka başka yürüdüm, yolun ortasından, hızlı hızlı ve ferah ferah. Yanından hızla geçtim ama farketmiştim bir kere. Ardımda yerde, olduğu yerde duruyordu incecik bir defter. Eski, bordo renkli, ciltli bir defterdi. En fazla 1 dakikalık mesafe yürüyüp gitmiştim yanından yerdeki defterin. Dürttü beni, geri döndüm...onsuz devam edemeyeceğimi hissettim. Artık kalabalığın aksi istikametine yol alıyordum. Defter, toz toprağın arasında yerde sanki beni bekliyordu. Sanki, benim için o kadar eskimişti, sanki benim için rengi bordoydu ve ciltliydi. O saatte, o şekilde sadece beni bekliyordu. Onu farkeden başkaları da olmuştu ama onu almak için sadece ben dönecektim. Ve defter bunu zaten biliyordu. Rüzgar hem bana, hem ona esiyordu. Benim gözlerim yaşarırken soğuk esen rüzgardan, onun kılı kıpırdamıyordu. Kalın ciltli olmasaydı, şimdi sayfaları nasıl da uçuşurdu...hatta şiddetli bir rüzgarda yırtılırdı bile. Kendi içinde sıcacık görünüyordu. Kucağıma atlamak için sabırsızlanan kedi gibiydi. . Eğilip aldım: “11. Kasım. 2000 Zeytinbağ, Günler birbirini kovalarken (aynı filmlerde olduğu gibi) ve ben kendimi kovalarken, kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibiydim. Artık kendimizi kovalamadığımızı sandığımız zamanlarda daha mı çok kovalıyoruz ne? Bir yaşamım var yaşamın içinde. Senin ve onun gibi. Başka şeyleri, başka yaşamları hayal ederek, bir güzel günün geleceğine inanarak sabrederek, erteleyerek ve bu sürece dayanmak için aşklara batıp çıkarak yürümek, koşmak, adımların yavaşlaması, durmak...durmaktan korkup, paniklemek ve bu kez daha hızlı koşmak... Peki nereye doğru? O bir güzel güne doğru...Herşey hep” o gün” için... O gün ruhumuza incecik sızan bir müzikte mi? Bir daha hiç görmeyeceğimiz bir çift siyah gözde mi? Ya da yeşil, ya da şaşı, ya da kör? Anne mi olunca? Baba? Kendimiz olunca mı? Olunabiliyorsa... Zor, değil mi bu sorular? Peki ya gerekli mi? O günde bulmak istediğimiz şey ne peki? Bazılarımız için bir dilim ekmek... Bazılarımız için ölmek... Ya da ölmek zorunda kalmamak... Sadece sevişmek uzun bir aradan sonra... Ya da sadece uzun ve özlem dolu öpüşmek... Bunu da geç, bakakalmak orda öylece, ayakta... O günün anlamı demek ki değişiyormuş... Herkese göre değişiyormuş... Bizim, biricik kendimize göre değişmiyor mu? Hem de nasıl, hem de nasıl, hem de nasıl... Çünkü zaman var...zaman zaman hatırladığımız, hiç değişmeyen ve gücünden hiç kaybetmeyen... Ama değiştiren, kaybettiren, oluşturan da gizliden gizliye...” Defteri açar açmaz karşılaştığım şey, el yazısıyla belli ki bir nefeste yazılmış bu “düşüncelerdi...” Neden sonra bu ilk sayfaya dökmüştü kendini birisi? Kimin yazdığıyla ilgilenmiyordum ama bir kişi, bu tarihte, bu yerde bulunmuş...sol ya sağ elini bir süre defterin üzerine koymuş ve uzaklara bir süre bakmış olabilirdi ve bordo ciltli defterin kapağını kaldırmıştı ve kendi yüreğini kendi ellerine bırakmış ve demişti ki: 11. Kasım. 2000 Zeytinbağ Ama gene de kim yazmıştı? Gayet özensiz bir el yazısıydı. Yusyuvarlak “o”, “a” ve “e” leri dikkatimi çekti. “y” nin kuyruğu kısacık, “ü” nün noktaları çizgi şeklinde ve sağa yatıktı. Çizgili bir defter olmasına rağmen harflerin hemen hepsi çizgilerden taşıyor, taşmak bir yana, fışkırıyor, kabına sığamıyordu “z” ve “t” özellikle. Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibiydi ya Zeytinbağ’ daki...bütün kuyruklu harfler de sanki bir kovalamaca içindeydiler. Defterin kalan sayfaları hep matematik işlemleriyle doluydu. Bir sürü formül, bir sürü problem ve çözümleri ...ve sağlamaları... Kesinlikle abartmıyorum, bir lokma boş yer yoktu...sayfalar problemler ve çözümleriyle doluydu...Silgi kullanılmamıştı. Herşey mürekkepli bir kalemle yazılıp çizilmişti...Silgi kullanılmadığı için de yanlışların ya da vazgeçilmişlerin üzeri gene bu kalemle çizilmişti...Bazen derin derin..bazen belli belirsiz karalamalara rastladım... ve... bir de defterin son sayfasına... “28.Şubat.2005 Şimdi size dünyanın en kısa ve öz masalını anlatıcam, tabii izninizle; Bir zamanlar bir yaşlı adam varmış...Bir gün tükürük hokkasının kapağını kaldırmış ve aynen şöyle demiş: Haaak tuuuu... Ve ölene kadar da günde en azından 16 kere bunu demeye devam etmiş.” Bu iğrenç masalı bir salon dolusu insana anlattığımda hiç te büyük sayılmazdım. 8 yaşındaydım. Ne kutlaması yapılıyordu okulda hatırlamıyorum. Ama gösteride rol almamıştım. Ve bu duruma da üzülmemiştim aslında. Küçücük bir salondu ama gayet kalabalıktı...Herkes yerine oturduktan sonra sahne aydınlandı... Kalın kartondan matruşkalar vardı sahnede...Bir küçük kız bu matruşkaların arasından yavaşça yürüyerek tam sahnenin ortasında durdu ve bir şarkı söyledi. Şarkıyı da hatırlamıyorum. Küçük kızın matruşkaların arasından geldiği gibi gene yavaşça geçtiğini söyleyebilirim ancak. Bu kez geri geri... İşte olan o anda oldu. Belki küçük kızın geri geri yürüyerek gözden uzaklaşmasından etkilendiğim için, belki de başka gizli sebeplerden... Yerimden hemen hemen ışık hızıyla fırlayarak kendimi sahneye attım. Hiç heyecanlanmadan ve kendimi tanıtma zahmetine bile girmeden yukarıdaki şeyleri söyledim. Sözlerim bitince de uzun uzun , sakin sakin seyrettim salonu sahneden. İlk sıraları görebiliyordum rahatlıkla...sonrakiler çok karanlıktı. Herkesin gözü üstümdeydi. Çok önemli biriydim. Kısa süren bir sessizlikten sonra hiç te küçümsenmeyecek şekilde alkış topladım. Alkışlar, uğultularla kulaklarımdan içeri nazlı nazlı akıyorlardı. Oradan burnuma ve boğazıma ulaştılar...Sümük ve balgam oldular. Ve olan oldu. Sahneden aşağıya tükürmeye başladım. HAAAK TUUU, HAAAK TUUU... Sahne benimdi... Ve hep öyle kaldı (benim için)...” Ya bunu kim yazmıştı? Ve... bir defter daha biterken... bordo renkli bir matruşkaya dönüştü elimde... sahnem tükürük seline kapıldı... seyircilerin çoğu boğuldular... arka sıralarda oturanlar, çıkış kapısına yakındılar...kaçabildiler... ve matruşkam kıvrak bir kalça darbesiyle ellerimden kurtularak denize doğru deliler gibi koştu... kendini fırlatabildiği kadar uzağa fırlattı... o, gözden kaybolurken bir vapur daha yanaştı... kalabalıklar üstüme aktı... bu defa aralarına karışıp ben de akacaktım ki... bir de ne göreyim??? matruşka batmamış ama hala !!! o zaman al sana al sana matruşka: HAAAK TUUUU !!! al sana... adı da kendi de batasıca... HAAK TUUU... 4.Mayıs.2005
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Öykü Yüzer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |