bu karsız ve ayazsız o kadar soysuz kış günleri, şuh bir kadın gibi asılıyor dudaklarıma, benzersiz, sınırsız bir kalabalık oluyor gözleri. Bir çocuğun boğuluşu, bir çiçeğin hissedilmeyen soluşu, ağaçların yapraklarını terketmesi oluyor yüreğim. Hayat kopuyor en kalın yerinden şehir çatlayacak kadınlar, o uykulu kadınlar o kıl kadir hafif kadınlar o doymamış arzulardan muzdarip çatlayacak. Aşk tarifsiz bir kederle bir bedevi gibi, bir metruk ev gibi, yarım kalmış bir şiir gibi kalakalacak. Kaldırımlarda vakitsiz Leylâlar, unutulmuş ve hükümsüz bir kâğıt para gibi kararsız ve umarsız gönül teraneleri, solo sevdalar, rotasız merhabalar. Şimdi akşam öyle bir akşam yâr. Gece vardiyasında varını yoğunu, bütün direncini, yarım yamalak sevincini, umutlarını ve düşlerini yitiren bir işçi gibiyim. Şimdi, bu teneke alemde kim tutar yasımı? Benzimdeki solukluğu, gözlerimdeki fersizliği, kalbimdeki kırılmışlığı hangi tabib sevdaya yorabilir? Bu renksiz, kokusuz, umutsuz mektup hangi postacının ellerine sığabilir? Ya da kalbinden başka sığınacak yeri, düşlerinden gayrı gidecek mekânı olmayan bu insanı hangi aklı selim anlayabilecek?
Ey yüreğini mesken tuttuğum yâr, bakma bu pırıltılı günlerin bir bulut gibi saçlarına ağdığına. Çevir gözlerini yüreğine, göreceksin için bir bozkır, bir kara tren, istasyon ve bekleyen yolcular...