Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
“Ne bileyim kim?” “Uğur böceği teyze.” “Hmm, hadi ya, ne aldı?” dedi Leyla umursamaz bir tavırla. “Yakı aldı; sırtı ağrıyormuş.” “Tüh! Ala ala bir tek yakı mı aldı? Ben de şöyle okkalı bir reçeteyle geldi sandım; sen böyle heyecanlı heyecanlı anlatınca...” “Ama ne zaman siftahı onunla yapsak, o gün işler iyi gidiyor! Hem, kızz... baksana, ne garip bir şey eczanede çalışmak; birileri hasta olup ilaç almaya gelince insan seviniveriyor bazen elinde olmadan... di mi ne garip?” Leyla, tezgâhın arkasındaki sandalyede, istifini bozmadan oturmaya devam etti. Oje sürüyordu. Şöyle göz ucuyla Gülten’e bakarak “Hmm evet” dedi ve birkaç saniye evvel sağ eline sürmeyi tamamladığı çingene pembesi ojelerini, dudaklarını büzüştürerek üfledi. Ne güzel kız bu Leyla ya! Hem kendine bakmayı da biliyor, diye düşüncelere daldı Gülten. Ben onun kadar güzel olsam çoktan birini bulup, çoluk çocuğa karışmış olurdum. Yaş geldi otuz bire -hayır... hayır! otuz buçuk... olsun ben şimdiden kendimi alıştırayım da bu otuz bir lafına- evlenmeyi bırak, şöyle bir iki gezip tozup hevesimi alacak birini bile bulamadım. Yok... kesin bir uğursuzluk var benim üzerimde. Annem doğru söylüyor, kısmetim bağlı kısmetim. “Leyla yaa... Hafta sonu seninle İstanbul’a, Telli Baba’ya gidelim mi?” “O da kim yav? Bu aralar, mafya dizilerine iyi kaptırdın sen kendini ha!” dedi Leyla alaylı alaylı. “Ne mafya dizisi kızım. Aşk dizisi diyorum aşk...” dedi Gülten âdeta kendinden geçerek ve gülümsedi. “Eee?” dedi Leyla soğuk bir ses tonuyla. “Telli Baba’ya gidip adak adayan, dilek dileyen herkesin her isteği oluyormuş! Geçen bir müşteri anlattı, sen yoktun o sırada, kadının kızının kısmeti bağlıymış, hoca efendi öyle demiş. Telli Baba’ya gidip adak adamışlar, bir aya kalmamış kıza iyi bir kısmet çıkmış...” “Aman sen de bir hoşsun! Deme bana hacı-hoca, baba-maba diye yüz kere söylememiş olsam anlayacağım yani! Sevmiyorum işte ben öyle şeyleri” “Hadi be, gidelim... denemekten ne çıkar ki? Bak sen de otuzuna merdiven dayadın. Fena mı olur sana da, bana da şöyle eli yüzü düzgün, hâli vakti yerinde birer kısmet çıksa?” dedi Gülten kikirdiyerek. “Yok, yok! Ben almayayım, alana da mâni olmayayım” dedi Leyla, konuyu kapat dercesine. ‘Eli yüzü düzgün, hâli vakti yerinde’ kelimeleri Leyla’nın beyninde uçuştu durdu. Mehmet’i düşündü. Acaba? Acaba hakikaten Mehmet’i kendisine bağlayıp, karısından uzaklaştırır mıydı bu adak işi? Bak büyüye inanırım, diye düşündü... o ayrı... Bu küçük kasabaya gelmeden uzun zaman önce, memleketi Samsun’da, liseden bir arkadaşının başına dadanmıştı bu büyü illeti. Zavallı kızcağız büyüyü bozdurana dek akla karayı seçmiş; yemeden içmeden kesilmiş, erimiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Gel gelelim sakat mevzuydu bu büyü müyü, pek bulaşmamak lazımdı. Bazen geri de tepebiliyor, yaptıranın da canını okuyabiliyordu ne de olsa... Aman yok, diye geçirdi içinden, işimiz adaklara, fallara kaldıysa! Leyla’nın sevgilisi Mehmet eczanenin sahibiydi. İstanbul’da Eczacılık Fakültesini bitirdikten sonra, doğduğu yer olan Sapanca’ya geri dönmüş, burada önce eczane açmış, sonra da iyi bir aile kızıyla evlenmişti. Mutlu musun diye sorsalar, mutluyum derdi, beş yaşındaki bıcırık kızı ve becerikli karısı ile bahçesi meyve ağaçlarıyla dolu, güzel evinde, sakin, huzurlu bir hayat yaşarken! Sonra bir gün Leyla çıkageldi. Konuşkandı; anlattı da anlattı: Samsun’da aile baskısından sıkıldığını, bu yüzden ani bir kararla Ankara’ya yerleştiğini, orada bir tekstil firmasında sekreter olarak çalıştığını, sonra geçim sıkıntısı çekip, sakin ve yaşaması nispeten kolay bir yer olduğu için burayı seçtiğini ve elbette iş aradığını. Ha bir de Mehmet’in gözlerinin içine bakıp masum masum (!) gülümsedi. Tuttuğunu koparan bir kıza benziyor diye düşünmüştü Mehmet; sempatik de... Pek ilaçtan anlar bir hali yok ama... Gülten’e yardım edebilir. Uyanık bu uyanık, hemen öğreniverir. Hem gece ve bayram nöbetlerinde kalabalık olmak iyi oluyor. Leyla, o gün bugündür, yaklaşık bir senedir, bu eczanede çalışıyordu. Gerçi son birkaç aydır -Mehmet’le ilişkileri başladı başlayalı- kendini Gülten’den ayrı tutuyor, içten içe ben buranın sahibi sayılırım havalarına giriyordu. Kızların sessizliğini içeri giren bir müşteri bozdu. “İyi günler,” dedi adam kibarca, başıyla hafif selam vererek. “Hoşgeldiniz,” dedi Gülten içten bir gülümsemeyle. “Ne istemiştiniz?” “Hafif bir başağrım var bu aralar. Eylül-Ekim aylarında hep olur böyle. Hava değişikliğinden olsa gerek. Ağrı kesici rica edecektim” “Tabi,” dedi Gülten ve elini raftaki ilaca uzattı; etikete bakıp, fiyatı söyleyeceği sırada, Leyla kıvrak bir hareketle bir üstteki raftan ithal bir ilacı kaptı ve bilmiş bir tavırla “Bu daha etkili bir ilaç, Mehmet Bey söylemişti dün,” diyerek müşterinin yanıt bile vermesini beklemeden ilacı poşete koydu: “16 YTL, efendim...” Müşteri parayı ödedi ve teşekkür ederek eczaneden çıktı. “Ne kibar adam di mi? Biliyor musun, bu adam yazarmış. İsmi İzzet Harun. Teyzemlerin yeni taşındıkları ev var ya, onun yanındaki evde oturuyorlar işte. Hatta teyzem karısıyla kahve içmiş geçen gün....” Leyla banane dercesine Gülten’e baktı. Çantasından çıkardığı cep telefonunu kurcalamaya başladı. Rehberde ‘Arzu’ diye kayıtlı olan Mehmet’in dün geceyarısı yolladığı mesajları tekrar tekrar okudu. Vakit bir hayli ilerlemiş, neredeyse öğlen olmuştu. İşler de amma kesattı! Bir yakı, bir de ağrı kesici... neyse ki ‘ithal’... Leyla, “Hani nerede ‘uğur böceği teyze’nin uğuru?” dememek için kendini zor tuttu. “Yemek yiyelim bari, öğlen oldu” diyerek dakikalardır süren sessizliği bozdu. Bunu fırsat bilen Gülten, dakikalardır susmak için kendini zor tutuyormuşcasına, hemen atladı: “Ben gidip karşıdaki bakkaldan ekmek alayım o zaman” ve demesiyle çıkması bir oldu. Leyla bu boşluktan istifade etmek istercesine Mehmet’i aradı. “Gelmiyor musun bugün aşkım?” diye sordu. “Yok pek satış olmadı, tatlım...” dedi kadınsı sesini ince çocuksu bir sese dönüştürerek. Sıkıştı mı, tatsız bir haber vermesi gerekti mi hep böyle yapardı. Leyla telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra, Gülten elinde beyaz bir poşetle içeri girdi. “Baak... neler aldım bize? Ekmek, kaşar, domates, vişne suyu bile aldım... şöyle güzel birer sandviç yaptıkmıydı, ohh...” Elindekileri bırakmak için mutfağa gitti. Ön tarafa geri döndüğünde Leyla’yı meraklı gözlerle dışarıyı seyrederken buldu. Kaldırımda eczane istikametinde iki tane izbandut tipli adam yürüyordu. Biri diğerinden on santim kadar uzundu. Kısa olanın üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Bu saatte, burada giymek için fazla abartılı bir şey... Kravat yoktu; gömlek yerine de siyah bir tişört giymişti. Kıyafetini tamamlayan siyah, arkaya doğru yapıştırılmış yağlı saçı ve koyu renk teni onu baştan aşağı simsiyah yapıyor ve güneş ışığında ‘gündüz feneri’ gibi parlamasına neden oluyordu. Diğerinin üzerinde yanındakinin tam tersi bir kıyafet vardı. Beyaz tişört- fanila karışımı şeyin açık yakasından kılları dışarı fırlamış, içeride kalıp bunalan üç beş zavallı kıl “biz de! biz de!” der gibi, pörtlemek için âdeta can atıyordu. Altında eski ya da eskitilmiş kumaştan yapılmış bir kot pantalon, ayaklarında ise Ortaçağ’da aristokratların giydiği pabuçları andıran, sivri burunlu ayakkabılardan vardı. Saçları siyah ve kıvırcıktı. Diğerinin aksine bunun siyah, gür ama kısa bıyıkları vardı. Leyla, az evvel onları konuşurken görmese tesadüfen yan yana yürüyen iki insan olduklarını düşünecekti. Tek bir ortak noktaları vardı: bu küçük ve mütevazi kasabada ender rastlanacak tipler olmaları! Gülten bunları görünce çığlığı bastı: “Aaaa bak kız... Bize geliyor galiba bunlar... Ne alacaklar acaba?” “Ne mi alacaklar? Tabii ki de ya uyuz ya bit ilacı... baksana...” dedi Leyla bilmiş bilmiş sırıtıp, onları işaret ederek. Uzun boylu olan göğsünü kaşıyordu; tişörtün içinde can çekişen kıllarını dışarı çıkarmak ister gibi bir hâli vardı. Eczanenin tam önüne geldiklerinde, adamlar Gülten’in hevesini kursağında bırakarak, kaldırımdan inip karşıya geçtiler ve karşıdaki emlakçıya girdiler. “Tüh be müşteri değillermiş” dedi Gülten iç çekerek. Ne işi vardı bu magandaların emlakçıda? Eyvah! Ev mi alacaklardı Sapanca’dan? Yoksa dükkân mı, arsa mı, daire mi... Liste uzayıp gittikçe Leyla’nın merakı artıyordu. Neyse ki çok geçmeden adamlar kapının önüne çıktılar, Leyla da böylelikle biraz yatışmış oldu. Uzun boylu olan yanındakine bir şeyler söyleyerek yandaki bakkal dükkânına girdi, birkaç dakika geçmeden elinde iki soda şişesiyle geri döndü. İçecekleri bir dikişte bitirip, şişeleri kaldırımın kenarına koydular. Önce uzun olan geğirdi, hemen ardından diğeri. “Bakma kızım öyle dikkatli dikkatli farkedecekler, ayıp olacak sonra” diyerek uyardı Gülten Leyla’yı. “Aman yok be... Sence ne konuşuyorlar bu hanzolar?” dedi Leyla ve kahkahayı patlattı. “Deme kız öyle, günah... hem bak şu bıyıksız olanın üstüne başına efendi bir şeyler giydirsen, saçını başını biraz düzeltsen, adam edersin. Ötekinin işi biraz zor da... Neydi o dur bakayım -hani var ya bu aralar bir kelime ya, seksli meksli bir şeydi- aman... şey işte...” diyerek kıkırdadı Gülten. Leyla, “Metroseksüel mi demek istiyorsun?” dedi bilmiş bilmiş. “Hah yaşa! Evet işte metroseksüel yapacaksın onu, manikür, pedikür, ağda... bak o zaman, vallahi, düzgün bir tip olur” “Kızım güzellik salonu iflas eder, bunlara ağda mı yetişir? Hem bak bıyıklı vahşi erkek kendi işini kendi görüyor” diyerek Uzun’u işaret etti Leyla. Adam bir yandan arkadaşıyla hararetli hararetli konuşuyor, bir yandan da yakasından dışarı fışkıran kılları burkarak kopartıyor ve parmaklarını birbirine sürtmek suretiyle yere atıyordu. Şayet kıllardan parmağına yapışan olursa, çaresi kolaydı: üflüyordu. Bu işlem o kadar uzun sürdü ki kızlar adamın tiki olduğuna kanaat getirdiler. Gülten “Ay sandviç yapacaktık yaa! Bak unuttuk...” diyerek ayağa kalkmıştı ki, Leyla’nın “Evli midir bunlar?” sorusuyla kendine gelerek, sandalyesine geri oturdu. Ne de olsa konu aşk ya da evlilikse Gülten’in ilgisini ne açlık, ne susuzluk hiç birşey dağıtamazdı. “Ay bilmem ki... olabilir yaşları epeyce var... otuz vardır bunlar rahat” dedi heyecanlı heyecanlı. Leyla, ters bir bakış atmayı ihmal etmeden, devam etti: “Allah bunların karılarına kolaylık versin! Yarma bunlar yarma ayol! Allah bilir minyon, çelimsiz bir şeydir bunların karıları... Kolay değil bu izbandutların koynuna girmek anacığım”. Konu bayağılaştıkça, Leyla’nın ses tonu ve konuşma tarzı da bayağılaşıyor; kız gitgide havaya giriyordu. Gülten sustu, yüzü hafif kızarmış, yanakları pembeleşmişti. Tam o sırada bakkalın önüne siyah, kocaman bir cip yanaştı. Koyu renk camlar içerisinin görünmesini engelliyor, bu da kızları heyecanlandırıyordu. Hem pek alışık olmadıkları bir durumdu, Sapanca’nın dar ara sokaklarından birinde kocaman bir cip görmek. “Bu ne böyle kız, görüyor musun? Kocaman... bizim tüm sülale sığar buna yaav” dedi Gülten şaşkınlıkla. “Evet görülmeyecek gibi değil maaşallah! İki oda bir salon...” dedi Leyla alışılageldik alaylı ses tonuyla. Bir gün onun da olacak mıydı böyle kocaman bir cipi? Kendisini cip kullanırken hayal etti bir an; aman yok, diye düşündü; ne işi var bir kadının böyle hantal bir arabanın sürücü koltuğunda... hiç seksi değil... Mehmet kullansın cipi, ben de yanında oturayım. Leyla’yı kendine getiren Gülten’in dirsek atarak dürtmesi oldu. “Bak kız bak... Kapı açıldı...” diye bağırıyordu Gülten. Kızlar içinden ne çıkacağını bir türlü kestiremedikleri cipi pürdikkat inceliyorlardı. Derken pürüzsüz bir bacak göründü ilk. Gülten ve Leyla şaşkınlıkla birbirlerine bakıp, aynı anda “Aaa... kadınmış!” dediler. Kadın, kapının hemen altındaki basamağa basarak, araçtan rahatça indi. “Müşteri!” dedi Gülten “Bu sefer vallahi de billahi de müşteri!” Leyla susuyor; büyük bir dikkatle idolünü takip ediyordu. Kadın işveli adımlarla kaldırıma çıkıp, emlakçıya doğru yürüdü. Kıyafeti frapandı ama bu ona yakışmış, hatta ayrı bir hava katmıştı. Siyah bir mini etek giymişti; üzerinde şık lame bir bluz, boynunda ise iri siyah taşlı bir kolye vardı. Ayakkabılarının ince topukları yere her değdiğinde, uzun sarı saçları hareket kazanıyordu. Uzun boyluydu; ne zayıf, ne şişman, balıketiydi. Leyla ilk kez Mehmet’in gelmesini istemiyordu. Gelmemeliydi, sırası değildi... gelip de bu kadını görmemeliydi! Anlamsız bir kıskançlık duygusuydu düpedüz! Mehmet’i her gece karısının yanında yatarken düşündüğünde, hissetmediği tarzda bir duygu... Gülten ise büyük bir hayranlıkla, gözünü bir an bile ayırmadan, kadını izliyordu. Bu nasıl bir güzellik! Sosyetik biri olmalı bu, diyordu kendi kendine, her hafta magazin dergilerinde boy boy fotoğrafları çıkan. Sıradan bir kadın olamazdı ki... muhakkak ünlü biriydi; hizmetçileri, kuaförleri, aşçıları olan, elini sıcak sudan soğuk suya hiç sokmamış bir kadın; her zaman sevgilisi, çevresinde hayranları olmuş bir kadın... Eski Türk filmlerindeki gibi sigarasını dudaklarına götürdüğü anda erkeklerin yakmak için yarıştıkları bir kadın... o kadınsa, biz neyiz peki? Leyla’nın şaşkın sesi Gülten’i kendine getirdi: “A a a inanmıyorum! Bak sen... Vay vay vay...” Sarışın bomba, siyah takım elbiseli Gündüz Feneri’ni yanaklarından öpüyordu! Yüzü eczaneye dönük adamın, mutluluktan, gözlerinin içi gülüyordu. Pek samimi bir havaları vardı. Sıra Uzun’a geldi; kadın onu da yanaklarından öptü ama bu daha mesafeli bir öpüşmeydi. Kızlar, nefeslerini tutmuş, bekliyorlardı. Öpüşme ve hatır sorma faslı sona erdikten sonra, ceketli adam ve kadın el ele tutuşarak dükkâna girdiler. Güneş cama vuruyor, bu yüzden de, dükkânın içi net gözükmüyordu. Keşke bir müşteri gelse, 100 YTL verse de, para bozdurmaya gitsem emlakçıya, diye geçirdi içinden Gülten. “Tövbe, tövbe...” diye mırıldandı Leyla, ses tonunda hayal kırıklığı vardı. Kızlar, birkaç dakika, sessizce, adamların ve kadının dükkândan çıkmasını beklediler. Umudu kesen Gülten derhâl lafa girdi: “Sevgili mi şimdi bunlar? Gördün mü kadını? Ne kadar da güzel”. Hemen yanıt vermezse soruların ardı arkası kesilmeyeceğini bilen Leyla “Öyle gözüküyorlar, havalı kadın evet.... ama biraz vamp bir tip” diyerek kestirip attı. Konuşmak istemiyordu. Düşünmek, beklemek ve seyretmekti istediği. Bir de yakından görebilmek! Sadece kadını, ah sadece onu... yakından bir görebilseydi! “Ne yani sadece havalı mı? Bal gibi de güzel bu kadın! Bak bir de adama hanzo diyordun. Hanzo olsa ne işi var bu afetle?” diye lafa devam etti Gülten. Leyla Gülten’in sorularından bunalmıştı: “Onu bilmeyecek ne var... adam zengindir...” dedi alışılageldik çok bilmiş tavrıyla . ‘Fakir güzel kadın’-‘zengin kıro adam’ menfaat ilişkisine dayanan pek çok yerli dizi izlemiş olan Gülten, sanki hayatında ilk kez böyle bir şeye şahit oluyormuşcasına Leyla’ya şaşkın gözlerle baktı ve sustu. Ne yapsın kızcağız!? Dizilerdeki aktörler öyle yakışıklı oluyordu ki, hipnotize olmuş bir halde adamların kaşına gözüne bakarken, bir yandan da entrikalarla dolu konuyu kavramaya çalışırken, kıroluklarını fark edemiyordu ki insan! Yaklaşık on dakika sonra kadın ve adamlar dükkândan çıktı. Emlakçı onları kapıya kadar uğurlamıştı. Bu paralı ve kararlı müşteri olduklarının bir nevi kanıtı sayılırdı. Arabaya doğru yürürlerken, kadın sevgilisine eliyle ‘bir dakika bekle’ işareti yaptı. Aralarında bir şeyler konuştular. Derken, minik ve payetlerle süslü el çantasının içinden cipin anahtarını çıkartarak Uzun’a uzattı; ve sevgilisi ile birlikte ters yöne doğru yürümeye başladı. Karşıya geçerek kaldırıma çıktılar. Eczaneye geliyorlardı. Eczanenin yanındaki dükkânlardan biri bir haftadır boştu, diğeri ise overlok atölyesiydi. Evet! Evet... kesin eczaneye geliyorlardı. Gülten heyecanla ayağa fırladı. Leyla kasanın arkasındaki yerini alarak, hazır ol konumuna geçti. Kadın âdeta ağır çekim yürüyordu; saçlarını savura savura, yuvarlak hatlı kalçasını kıvıra kıvıra. Bu düş-gerçek karışımı klipsel durum, Gülten’in bir an için hayal gördüğünü sanmasına ve aslında hiç gelmeyeceklerini düşünüp, hayal kırıklığı yaşamasına neden oldu. Oysa bu kez yanılmamışlardı. Kapının tepesindeki zil şıngırdadı. Adam kadına kapıyı tuttu. Kadın önden içeri girdi, ne selam verdi ne de bunu ima eder bir işaret yaptı. Dosdoğru, yerini eliyle koymuşcasına bulduğu, makyaj malzemelerinin yanına giderek onları kurcalamaya başladı. Kızlar şaşkındı. Hiç birşey demeden öylece bekliyorlardı. Adam Gülten’e dönerek “İyi günler ablalar... şey... ben lastik alacaktım” dedi yarı mahçup bir ses tonuyla. Gülten ve Leyla, çaktırmamaya çalışarak, göz ucuyla birbirlerine baktılar. İkisi de adamın ne demek istediğini anlayamamıştı. Gülten “Burası eczane, lastikçi iki sokak aşağıda” diyecek oldu ama Leyla onu sustururcasına lafa daldı: “Lastik mi? Bundan mı istiyorsunuz?” dedi bir avuç paket lastiğini göstererek. “Cık...” dedi adam “Değil bacım...” “Lastik eldiven mi diyorsunuz?” dedi Leyla merakla. “Yok eldiven değil yauv... Lastik var ya lastik... yaa işte...” diye üsteledi adam. Lastik kelimesinin vurgusu, tonlaması cümledeki diğer kelimelerden çok farklıydı, neredeyse bağıra bağıra konuşan adam, sıra o kelimeye geldi mi, sesini aniden kontrol ederek alçaltıyor, ardından yine yükseltiyordu. Tam o esnada, isterik bir kahkaha ve ne olduğu net anlaşılamayan bir çift söz duyuldu: “HaHaHaHa... Aman Tanrım!” Kızlar sesin dışarıdan geldiğini düşünerek, aynı anda, dükkânın önüne baktılar. Kimsecikler yoktu! Sarışın kadın yüzünü Leyla’ya çevirdi; şuh bir bakış attı ve az önceki kahkahanın aynısından bir tane daha patlattı. O an, Leyla ne hissedeceğini bilemedi; sevinç, üzüntü, nefret, acıma... tüm duyguları birbirine karışmıştı; gülsün mü ağlasın mı karar veremedi. Nedenini bilmediği bir bitkinlik çökmüştü bedenine. Gülten ise köşeye çekilmiş, donuk ve anlamsız bakışlarla, bu garip, ne idüğü belirsiz müşterileri inceliyordu. Güzel kadın vücutlu, kalın erkek sesli idol, çantasından sigarasını çıkardı; Parmakları, bir tek parmakları onu ele veriyordu. Kırmızı oje sürülerek güzelleştirilmeye çalışılmış, kalın, yamuk, asla bir kadına ait olamayacak kadar çirkin parmaklar... Kimseden izin alma ihtiyacı duymadan, küstah bir el hareketiyle sigarasını yaktı ve kahkaha atarak konuştu: “Prezervatif istiyor işte adam, sen de anla be anacığım...” ... 23 Eylül 2005 YMK
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeşim, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |