Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
Korkmaya başlamıştım ama neden korktuğumu, endişemin kaynağının ne olduğunu, öğrencilerimin neden korkunun boğucu baskısı altında ezildiklerini anlayamıyordum. Hiç biri gözlerini sabitledikleri noktadan ayırmıyordu. Hiç biri diğerlerinden farklı bir hareket yapmıyordu hatta eminin hiç biri diğerlerinden farklı bir şey düşünmüyordu. Sınıftaki herkes durağanlıkla robotlaşmış gibiydi ve bunu bozduklarında başlarına gelecek olandan ölesiye korkuyorlardı. Teker teker göz teması kurmaya çalıştım öğrencilerimle. Her seferinde de aynı ifadeyle karşılaştım: KORKU. Tam öğrencinin birinden diğerini kaydırdığımda bakışlarımı sınıftan ürkütücü bir uğultu yükseldi ve öğrencilerden birinin daha sınıftan kaybolduğunu anladım. Bu öğrenci, biraz önce, çatlak duvarda inatla asılı duran haritanın içine doğru çekilmişti, Çünkü bakışları çok kısa bir anlığına benim gözlerimden ayrılıp haritaya kaymıştı. Bu olay sınıfta olmayan öğrencilerimin orda olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyordu. Benim de haritaya baktığım gerçeği göz önünde bulundurulursa birkaç dakika içinde ben de o haritanın içine çekilecektim. Bu öngörüde bulunur bulunmaz öğrencilere korkmamalarını, haritanın içine girip neler olduğunu öğreneceğimi ve en kısa zamanda arkadaşlarının kurtarıp geri döneceğimi söyledim. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum ama elimden başka bir şey gelmezdi. Zaten o anda da harita beni yutuverdi. Haritalar yabancı olduğum nesneler değildi. Her sınıfta en az bir harita bulunur. Ama bir haritanın içinde bulunuyor olmanın saçmalığı garip bir yabancılık, bir o kadar da cezbedicilik katmıştı bu olağandışı yolculuğa. Adımlarıma kâğıt hışırtıları eşlik etse de sanki bir haritayı değil gerçekten üzerinden geçtiğim ülkeleri görüyordum. Çocuklar, bu ülkelerin üzerinde bir yerlerde olmalıydılar. Bu yüzden de gözümü dört açıp yürümeliydim. Yürümeye değil aramaya odaklandıktan birkaç dakika sonra öğrencilerden birinin dumanları tüten bir ülkede oturmuş ağladığını gördüm. Hemen O’na doğru koşmaya başladı. Çocuğun üzerinde oturduğu ülke, bir ülke olduğunu haritaya bile kabul ettirememiş bin yerdi. Bir cam kırığı şeklindeki bu ülkenin bir tarafını deniz diğer tarafını ölüm çevirmişti. İsmi haber bültenlerini izleyen insanların gözlerinin önünden bir “ölüm şeridi” gibi geçiyordu. Ve kimse aldırmıyordu orada ağlayan öğrencinin çektiklerine, herkes kendi derdine düşmüştü, herkes kendi canının ve cebinin derdine. Yanına yaklaşıp başını okşadığımda öğrenci gözlerimin içine tarifi mümkün olmayan bir acıyla ve umutsuzlukla baktı. Kan, duman ve acının kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Bir de bu yangına yetişmeye çalışan gözyaşlarım da eklenince çocuğa yardım etmeye gelen bir adamdan çok yardım isteyen bir zavallıya dönüşmeye başlamıştım. Bu duruma son verebilmek için konuşmaya başladım hemen. Neler olduğunu sordum. Burada bir savaşın içine çekildiğini kurtulamadığını söyledi. O’nu oradan hemen çıkartabileceğimi söylediğimdeyse, diğerlerini bırakamayacağını, kaderini burada karşılamak istediğini, kurtulacaksa herkesle birlikte kurtulmak istediğini sanki yılları devirmiş yaşlı bir adam edasıyla beynime kazıdı. Bana gitmemi söyledi ve ekledi: “ Artık, burada büyüklere ihtiyacımız yok. Bu kan kokusunun, evlerden geriye kalan dumanların ve insan artıklarının tek sorumlusu siz büyüklersiniz ve bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. Çok geç kaldınız.” Bir daha da benimle konuşmadı. Başını önüne eğdi ve sessizce ağlamaya devam etti. Yavaş yavaş dumanların içinde kaybolmaya başladığında ben belki bir başkasına yardım edebilirim ümidiyle yürümeye başlamıştım. Geç kalmak istemiyordum bu sefer ama içimdeki bir ses bunun mümkün olmadığını söylüyordu. Adımlarımı sıklaştırıp başka bir ülkeye vardığımda bu sefer beni en az ilki kadar üzücü bir manzara bekliyordu. Kemikleri derisini yırtacak kadar ortada olan bir öğrenci, bir öğrencim, boş gözlerle bir yerlere bakmaktaydı. Üzerinde durduğu ülke, kara bir kıtanın içinde köşeye itilmiş gibi duran, dünyanın en zengin ülkelerinden biriyle arasında sadece bir tutam tuzlu su bulunan ve insanları aç ve üzgün olan bir ülkeydi. Karayla bağlandığı diğer ülkelerin insanlarıyla aynı kaderi ve yorgunluğu paylaşıyordu. Şekil itibariyle ise kırık bir kemik parçasına benziyordu. Çocuğa, yaklaştım ama dokunup dokunmamaya bir türlü karar veremedim. O’nu incitmekten korkuyordum. Sadece başına konan bir sineği kovuşturmakla yetindim. Bu sineklerle yaşamaya alışmıştı. Bu ani hareketim O’nun irkilmesine neden oldu. Dönüp bana baktı bir an ve başını nefret dolu bir hareketle bakmakta olduğu yere çevirdi tekrar. Konuşmak istemediği belliydi ama ben de O’na yardım etmeye niyetliydim. Aç olup olmadığını sordum ve bu soruyu sorar sormaz da kendimden utandım. Durumu kurtarmak için isterse O’na yiyecek bir şeyler getirebileceğimi söyledim. Bu haritadan çıkıp güzel bir ziyafet çekebilirdik. Yavaşça dönüp, acınacak bir varlığa bakar gibi süzdü beni. Cam kırıkları üzerinde yaşayan çocuk gibi O da benden yardım istemediğini, O’na vereceğim bir parça ekmeğin O’na bir faydası olmayacağını söyledi. Herkes doyana kadar burada kalacağını söyledi ve devam etti: “ Bana uzatacağın bir dilim ekmek benim karnımı doyurmaya değil, senin vicdanını susturmaya yetecek ancak. Ne zaman burada aç insanların olduğunu fark edip, gerçekten yaşamalarını istediğiniz için yardım edersiniz o zaman bu ülke tümüyle doyar. Ama inanın, çok geç kaldınız.” Bir daha da benimle konuşmadı. Önündeki kemik yığınının üzerine çıkıp açlıklarının nedeni olan ülkelere nefretle bakmaya ve halkının açlıktan ölmesine neden olan insanların bir gün bu davranışlarından vazgeçmelerini ummaya devam etti. O’nu bırakmak istemiyordum ama çelik gibi bir iradesi ve gözü gibi sakındığı bir onuru vardı. Beni umursamıyordu artık ve ben de geç kalmayacağım bir yerlere yetişmeliydim. Sürekli sektirilen bir top sesi duyduğum bir ülkeye doğru yol almaya başladım. Karşılaşacağım manzarayı az çok tahmin edebiliyordum. Yine bir çocuk görecektim. Ama ne durumda bir çocuk. Yüz ölçümü büyük yaşama oranı düşük bu ülkeye ayak bastığım an fark ettiğim ilk şey; bu ülkenin, bir tür ibadet saydıkları dansın ve futbolun dışında bir ülke olduğuydu. Bizi kandırıyordu birileri. Merak ayaklarımı hızlı hareket ettirmeye başlamıştı. Yaklaştıkça büyümüş de küçülmüş bir çocukla burun buruna geldim. Elinde tuttuğu Amerikan yapımı bir bıçakla karşılamıştı beni bu çocuk. Çocuk olduğu belliyi ama yaşını tahmin etmek benim için olanaksızdı. Kötü bir niyetim olmadığını, O’na zarar vermeye değil yardım etmeye geldiğimi söylediğimde alaycı bir şekilde gülümsedi. İstesem de zarar veremeyeceğimi ama zarar görmek istemiyorsam üzerimde değerli ne varsa vermemi buyurdu. Tartışmaya niyetim yoktu. Bir haritanın içinde kısılmışken öldürülme fikri gözüme çok korkunç görünüyordu. Neyim var neyim yoksa verdim. Bu küçük ganimet çocuğu mutlu etti. Çok eskilerden kalan çocuksu bir gülümseme geçti yüzünden sadece bir an için. Sonra yine o cani taklidi gülümseme. Bir öğretmen olarak O’nu konuşarak ikna edebileceğimi düşünmekle ne kadar hata ettiğim geç anladım. Çünkü O bana almam gereken dersi vermişti. Çalmasına gerek olmadığını, çalışarak da para kazanılabileceğini, yaşının daha çok küçük olduğunu, hayatını yeni baştan kurabileceğini söylediğimde. Bütün bedenin bir öfkenin kapladığını sezdim. Bir adım geri çekildim. Bana saldıracakmış gibi biraz durduktan sonra benden daha yaşlı olduğunu, yaşadıklarının benim hayal bile edemeyeceğim şeyler olduğunu, ölüm korkusunu yenebilmek için insanlara ölüm korkusu saldığını söyledi. Beynim durmuş gibiydi. Bana aldırmadan sözlerini sürdürdü. “ Benden, bizden hayatımızı çalanlar; o kadar büyük bir saygıyla ödüllendiriliyorlar ki, o kadar rahat bir hayat sürüyorlar ki ve o kadar umursamazlar ki sen ve senin gibilerin bana ders vermek için buraya kadar zahmet etmesinin tek nedeni onlara ulaşamamalarıdır. Bu savaşı biz başlatmadık nasıl bitirebiliriz. Eğer gücün yeterse bir gün onlara ulaş ve bizi neden ölüme mahkûm ettiklerini sor. Ama çok geç kaldın.” Bir daha da benimle konuşmadı. Bir yandan elindeki paraları sayarken bir yandan da nereden çıktığını anlamadığım bir topu ayakları altında ileri geri oynatıyordu. İkisine de öyle bir bakıyordu ki görenler bu ikisinin O’nun tek kurtuluş yolu olduklarını sanırdı. İçimdeki duygular birbirine karışmaya başlamıştı ve ortaya çaresizlik dene bir kokteyl çıkmıştı. Başka bir ülkeye doğru ilerlemeye başladım. Bu sefer misafir edileceğim ülke çok tanıdık bir yerdi. Ben de bu ülkede doğmuştum. Bu ülkenin içinde yaşarken bu kadar yakınına gelememiş, bu kadar derinine inememiştim. Bir ülkeye üzerinden bakmakla içinden bakmak çok farklı şeylermiş. Yüzeysellik sandığım şey değilmiş. Dikdörtgen biçimli bir ülkeydi burası ama bir çocuk tarafından çizilmiş gibi biçimsizdi, sularla ve sınırlarla kaplıydı çevresi. Öldürdükleri kardeşlerine ağlıyordu insanlar. Çocuğu gördüm ve neredeyse bir akraba yakınlığıyla O’na sarıldım. Beni itmedi ama karşılık da vermedi. Ağlamıyordu, üzgün görünmüyordu, mutlu da değildi. Konuşmuyordu, bağırmıyordu. O’nun için bir şey yapmak istediğimi söylediğimde sadece yüzüme bakmakla yetindi. Cevap vermedi. Saçlarını düzeltmek için ellerimi uzattığımda korkuyla geri kaçtı. O’na vurmak için uzandığımı sanmıştı. O’na vuracağımı sandığı için geri çekilmişti. O güne kadar ne kadar şiddete maruz kaldığını düşündüm. Okulda, evde, sokakta, işte… Her yerde şiddet O’na yapışmış bir kene gibiydi. Anladım. Benimle gelmek istemediğini biliyordum ama yine de sordum. Beklediğim “hayır” cevabı kısa bir duraklamanın ardından tüm kararlılığıyla geldi. Nedenini sordum. Nedeni olmadığını söyledi. Burada kalacaktı, büyüyecek ve çocukların dayak yemesine engel olacaktı, ilk önce de kardeşlerinin. Bir de annesini kurtaracaktı babasının şiddetinden. Ama O’na ben yardım edemezdim. Uzaklaşmak için döndüm, arkamdan cılız bir sesle şunları söyledi: “ Bazı şeyler için çok geç kaldın. Yıkımları, işkenceleri, açlıktan ölen çocukları, dayağı, küfrü, tecavüze uğrayan ve bu yüzden öldürülen çocukları, bir savaşın ortasında kalan ve ezilen oyuncaklarına ölen arkadaşlarına ağlayan çocukları, bir arada barış içinde yaşamasınlar diye farklı isimlerle çağırılan çocukları gördüğünde oturdun, oturdun ve izledin. Çok geç kaldın bu çocukları kurtarmak için. Ama unutma sürekli bir şeydir doğum ve ölüm. Her gün yardımına muhtaç bir sürü çocuk doğuyor. Onları kurtarabilirsin belki. Ama acele et, geç kalma sakın” Bir daha da benimle konuşmadı. Bir an önce büyüyebilmek için elinde bir ayakkabı sandığıyla sokaklarda yürümeye, dayak yiyen bir çocuk gördüğünde O’nu savunmak için var gücüyle savaşmaya başladı. Koştum, nefesim yettiğince koştum. Bir haritanın içinde, çocukları kurtarmak için koştum, haritada kaybolan çocukları bulabilmek için koştum. Çocuklarımı yaşatabilmek için koştum. Geç kalmamak için koştum. Koşuyorum hala. Koşacağım sonsuza kadar. Ölmeyecek artık çocuklar açlıktan, bedenlerine kurşun işlemeyecek çocukların, dayak yemeyecekler, ağlamayacaklar dumanların, islerin içinde, oyun oynayacaklar bombalardan korkmadan. Bu sefer geç kalmak yok. Öğrencilerime verdiğim sözü tutana kadar koşacağım bu haritanın içinde.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahadır ÖZBÜTÜN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |