Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Çevresindekiler için hemen hemen hiçbir şey ifade etmiyor. Çarşıda, şurada burada gördüğünüz, belki bir çok kez gördüğünüz ama tanımadığınız herhangi birisi... Ne zaman gelsem burada. Buraya ait. Mekanın sahiplerinin... Ama mekanın kendisi ve içindeki eşyalar gibi değil. Hatta orada çalışan o diğer ikisi gibi de değil. Adı Durmuş. Zamanın içinde durup kalmış. Sanki hep böyleymiş, çocuk olmamış hiç, bir ana-baba yanında büyümemiş, delikanlı olmamış. Onu gören herkes için, gördükleri ilk kezden beri sanki hep böyleymiş. Arada beliriyor sanki, öyle birden... Çevresini kuşatan tüm şeylerin arasında... arada kayboluyor. Daha geçende Gökhan'la buradaydık yine. Her zaman olduğu gibi bira içmiştik. Hesabı ödeyip çıkmış Gökhan'ın tuvaletten çıkıp gelmesini beklerken, kapının üç metre ilerisinde, birahaneye dik gelen dar sokağın hemen girişinde duran Anadol kamyonetin arkasında, ev taşıyan şirketlerin kullandıklarına benzeyen kahverengi battaniyelerin kımıldadığını gördüm. Üstüste yığılmış battaniyelerin arasında kedi ya da köpek olabilir diye düşündüm. Ama merakla yaklaşırken aklıma başka bir şey geldi. Yanılmamışım, bir insandı. Bacaklarını karnına çekip kıvrılmış yatan adamın battaniyenin ucunda gözüken kafasının, Durmuş'un kırçıl kafası olduğunu farkettiğimde, tahmin edebileceğimden daha yaralayıcı oldu bu benim için. Belki üç biranın etkisi de vardı, ama uzun zamandır tanıdığım ve yine de fazla yakınlık duymadığım, kuşandığım insanlığın bütün barbarlığıyla, yalnızca acımakla yetindiğim adam, birden gerçek bir varlığa dönüştü... içime batan acıyla birlikte. Gökhan kapıda gözükünce şaşırmış bir halde bana baktı. Gel, dedim, başımın hareketiyle. Durmuş'un inip kalkan göğsüne, bir çocuk gibi uyuyuşuna baktı bir süre tek söz etmeden. Ayrılırken içeri baktık ikimiz de. Belki orada durup bakışımızı görsünler istedik. Eve kadar neredeyse hiç konuşmadık. Sonraki gelişlerimizden birinde daha yaşandı benzer bir sahne. Geç saatta ayrılışlarımızdan biriydi. Daha öncekinde, sonradan ortadan kaybolduğunu farketmiştik. Bu kez hiç görünmemişti ortalıkta. Şimdi yalnızım. Girişteki masada, barın önünde oturmuş içiyorum. İçeridekilerin çoğu televizyondaki at yarışıyla ilgili. Soğuklar başlayalı çok oldu. Kapıyı kapatsalar da, giren çıkan oldukça açık kalıyor. Durmuş girişin dibindeki masaya gelip oturuyor, sabırsız ve sinirli hareketlerle kalkıp dışarı çıkıyor sonra. Bunun tekrarlanıp durduğunu neden sonra farkediyorum. Ara vermeden sigara yakıyor. Birisi ısmarlarsa, rakı bardağına koyduğu birayı bir dikişte içecek, diye düşünüyorum. İçeri girip kapıyı kapatıyor. Masaları geziyor, biten ya da bitmek üzere olan şişeleri gözlüyor. Umudu boş çıkınca, girişteki masasının üzerinden küçük karton kutuyu alıp, küllükleri boşaltıyor. Ardından bir bezle bazı masaları sildikten sonra gelip yanıbaşımdaki masasına oturuyor. Dirseklerini masaya dayayıp, kavuşturduğu ellerinin parmaklarını sıkıp duruyor. Kızaran eklem yerlerini görünce, kamyonetin arkasında gördüğüm o günden çok önce, yazın sonundaki ramazan boyunca tanık olduğum hali geliveriyor aklıma. Henüz bizler gibi bir yaşamı olup olmadığını bile bilmediğimiz, nerede yatıp kalktığına ilişkin bir sorunun aklımızdan bile geçmediği o sıralar, görünüşünün ne kadar diri, sağlıklı olduğunu görüp şaştığımızı anımsıyorum. Mekanın tek garsonu olan Neşet, Oruç tutuyor, deyince, şaşırıp kalmıştık. Gerçekten de yepyeni bir yaşamın eşiğinde, sıkıntılı geçiş dönemini atlatmış, artık geri dönüşü olmayan bir yolda ilerleyen bir adam gibiydi, adeta ışık içindeydi o sıralar. Nispeten yeni ve düzgün giysiler vardı üzerinde. Çok iradelidir, valla ne akşama kadar sigara arıyor, ne de bir ay boyunca içki. Koca bir ayı gık demeden geçiriyor, gibi bir şeyler söylemişti, güç anlaşılan hızlı konuşmasıyla. Kamyonetin arkasında yattığı o serin sonbahar gecelerinde üzerinde gördüğümüz eski gri ceketin üzerinde, siyah bir pardesü var şimdi. Zayıf, üflesen uçacak gibi ince bedeninde, hiç çıkmayan, doğal bir parçası gibi duruyor. Belirip kayboluşalarında, ne zamandır alıştığımız son görüntüsü bu. Parmaklarını çıtlatıyor, gergin... Sonra bir elin baş parmağı diğer eli sıvazlıyor hızla, hiç ara vermeden. Dikkatimi başka yönlere çevirmeye çalışıyorum. Başarıyorum da bir süre. At yarışı... Dağınık, kopuk konuşmalar... Şakadan takılmalar... Bara sonradan yerleştirdikleri, yalnızca barı ışıtan, sarı, mavi yeşil, kırmızı küçük spotlar. Minibüs gibi... Bayağı ama çekiveriyorlar içlerine. Neşet sırtı bana dönük, Durmuş'la arama dikilince meraklanıyorum. Konuştuğunu anlayamıyorum. Keman teli gibi gerginliğini üzerinden atabileceğini, birinin bir bira ısmarladığını düşünüp umutlanıyorum. Hemen her zaman, eğer içerideyse, içiyor olur. Parayı bulmuş içiyor, diye düşünmedim hiç. Para vermediğini biliyorum. Müdavimlerle, patronlarla, çalışanlarla arasında, zamanla kendiliğinden yürürlüğe girmiş bir hukukları var. Neşet çekilince, elinde bir 5 lirayla, pardesünün eteğini savurarak çıkıp gidiyor. Genelde gülmeyen, çizgiler içindeki ince, yassı yüzü asılmış iyice. Sigara almaya gidiyor, arada kupon yatırmaya gittiği gibi. Boşluğa yazılıp, sessizlikle imzalanmış iş sözleşmesindeki işlerinden biri de bu. Dönünce, masalardan birine gidip sigarayı veriyor. Gelip masasına oturunca, açık kahverengi mi ela mı olduğunu hiçbir zaman tam bilemediğim gözlerinde çaresizce bir beklentinin, çocukca bir hüznün ışıldadığını görüyorum. Kırışıklar ve çizgiler içindeki yüzünün daha iyi ve daha kötü hallerine de tanık oldum, ama hep aynı kalan bir ifadesi var bakışlarının. Arada çaresizliğe, arada umuda kayan dar bir alanda yer alan. Şimdi tam ortasında bir yerde. Neşet geliyor. Duvardaki saatlerden birini gösterip, Saat dokuza kadar yok, diyor. Saata bakıyorum. Sekiz buçuğu geçmiş. Parmaklar kenetlenmiş yine, bu kez bakıyorum kolları titriyor. İşte böyle, dediğini duyuyorum genelde barda duran işletmenin müdürü Gürbüz'ün. Bütün gün içemedi mi titremeye başlıyor. Kapı açılıp işletmenin patronlarından biri, kısa boylu olan giriyor. Durmuşa yan yan bakıp, naber der gibi kırpıyor tek gözünü. Bara gelip oturuyor. Beni farkedip başıyla hafifçe selamlıyor. Neşet bir bira açıyor, getirip koyuyor rakı kadehi ile birlikte Durmuş'un önüne. Titreme, ikinci kadehin sonunda bitiyor. Şişenin sonuna doğru havaya girmiş bile. Kalkıp bir-iki boşu değiştiriyor, küllükleri boşaltıyor. Gelip şişeyi dipliyor. Kapının önüne çıkıyor, sonra ağzında yeni yakılmış sigarasıyla gelip yine oturuyor. İkinci şişeyi getiren Neşet, eğilip sağ elinin işaret parmağını, saat olamayan sol bileğinin üstüne vururken, duvardaki saati gösteriyor bakışlarıyla. Ne söylediğini anlamıyorum ama Durmuş yarı şakayla kovalıyor onu yanından. Biraz sonra yine geliyor, bir 10 lira veriyor, kalkıp gidiyor Durmuş. Kapıyı çekerken sövgüyle karışık bir şeyler söylüyor. Keyifle gülen Neşet, küllükteki izmaritleri bir peçeteyle sıyırırken anlatıyor: Bu adam var ya, bu adam. Gece canı çekse kalkıp bir portakal alıp yemez. Yese de sabah ilk iş gelip bize söyler. O kadar kalbi temiz bir adam. Yazık, kimsesi yok işte, gariban. Sahi nasıl düşünemedim. Bu soğukta kamyonette yatmasına imkan yok. Ama işte başkası sözkonusu olunca, insan herşeye kolayca akıl erdirebiliyor. Hele ki zihinlerde fazla yer kaplamayan, arada belirip kaybolan bir adamsa. Nasıl yani anlamadım, diyorum. Burada mı yatıyor. Yazın kamyonette yattığını görüyordum ama... Sigara içmeden yatmasına izin veriyorlar. Bir kere söz verdi mi de ölse içmez. Kasalar dolusu biranın tekine de elini sürmez. Senin patron insan adammış, diyorum. Kimsesi yok mu sahiden? Hiç sorma, diyor, elinin hareketi ve yüzünün ifadesi. Bir şey söylemeden uzaklaşıyor. Anlıyorum ki, bu kadar yeter. Durmuş için daha fazla laf, fazla gerçekten. İnce ve yassı yüzü, soğuk ve karanlık akşamın içinde, kapıda beliriyor yine. Yüzlece çizginin arasında kalmış ufak, acıya kaşarlanmış gözlerin hemen hep aynı kalan ifadesiyle... Arada belirip arda kaybolsa da, belirsizleştiğini... bulanıklaştığını hiç görmediğimi düşünüyorum bardağı diplerken. Şimdi ne yapıyordur acaba. Yine oruç tutuyor mudur? Uzun zamandır İskenderun'a gitmedim ki, bir koşu soluğu Koç Birahanesi'nde alayım. Daha kamyonetin arkasındadır muhtemelen. Kamyonet çekip bir yerlere gitmediyse... Eski taş binaların arasındaki dar sokağın gecesinde, yıldızlarla arasına battaniyeleri çekip uyordur hala. Dar ve karanlık asma kata geçmesine daha haftalar var.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |