"Leyla'nın işi naz ve işve; Mecnun'un gözü yaşı çeşme çeşme..." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Ani bir kararla, kendimi sokağa atmalıyım, diyorum. Çarşıya inmeli, bu arada kütüphaneye de uğramalı diye düşünüyorum. Sırt çantama kütüphaneden kısa bir süre önce aldığım üç kitabı da koyuyorum çıkmadan. Kış güneşi var caddelerde. Havayı varlığıyla az çok ısıtan güneş ortalıktan çekilene kadar ılık bir kış günü işte. Sevimsiz geliyor bu zamanda güneş. Sanki baharda tanıdığımız o eski dost değil. Sanki yazın tüm işkencesine karşın vazgeçemediğimiz sevgili hiç değil. Başka biri, içten pazarlıklı… Uzak duran… Caddedeki telaş bir kaosun sınırlarında geziniyor. Her şey iç içe sanki ama anlaşılması olanaksız bir biçimde hiçbiri bir diğerine dokunmuyor. Bir anda her şeyin birbirine girmemesi ne tuhaf. Beş dakikadır otobüs durağının çevresinde geziniyorum sigara içerek. Durakta kalabalık büyüyor, herkes batıya, otobüsün geleceği yöne bakıyor sabırsızlıkla. Gülen, gülümseyen, bir fırsat doğsa da gülsek, keyiflensek diye uman bir tek kişi yok. 109 numaralı otobüs geliyor, doğrudan çarşının içine, sahile inen bu otobüs işime geldiği için biniyorum. Anlaşılan, bir süredir somurtarak beklerken çoğaldığımız yoldaşlarımın da işine geliyor ki, istisnasız hepsi biniyor. Yoldaşlık mı? Elbette, neden olmasın? Issız bir kış ülkesinin gülmemeye yeminli yoldaşlarıyız hep beraber bindiğimiz bu otobüste şimdilik. Kış güneşinin iğvasına kanmayan… Tece’den gelen otobüs boş gibiydi ama neredeyse doldu şimdi. Ayakta kalan yoldaşım yok en azından. Tece… Ne ilginç bir ad. Kıcı köyü vardır, İskenderun’un arkasındaki Amanos dağlarının Amik ovasına doğru alçalmaya başlatığı doğu sırtlarında. İskenderun’dan Belen’e doğru yükselirken yoldan kuzeye doğru sapan bir ara yoldan da Cırtıman köyüne gidilir. Yumurta gibi yuvarlak ama daha çok yarım küreye benzeyen bir tepenin eteğinde. Tece… Kıcı… Cırtıman… Nereden buluruz böyle adları? Böyle ciddi mi ciddi, somurtkan bir otobüs yolculuğunda dilime takılsın, zihnimi kurcalasın diye her halde. Yüz metrede bir duruyoruz neredeyse. Herkes kendi küçük otobüs dünyasına dalmış. İlaç niyetine bir gülümseme arıyorum, boş ceplerimden çıkacak üç beş lirayı ödemeye hazırım. Parasıyla değil mi lan, gülün işte! diyesim var fena halde. Akdeniz insanı değil misiniz siz? Sağ yandaki sitelerin arasından beklenmedik bir güneşin altında mavi mavi kırpıştırdığını görmüyor musunuz gözlerini, derin bir kış uykusundan birden uyanmış da şaşkın bakakalmış gibi. Doğru ya, belli ki dışarıdan geldiniz çoğunuz. İyi de, Akdeniz’in kucağı herkese açık diye bilirdim ben hep. Mardin, Diyarbakır, Tunceli, Rize, Yozgat, uzak bir hayal belki ancak, kokusunu evlerinizin en gizli köşelerinde sakladığınız. Yine de anlar gibiyim sizi, bunun Akdeniz’le ilgisi yok, umutsuz bir bağrında kışı saklayan, düşlerinde yazı yaşayanlar ülkesinin yoldaşlarıyız burada hepimiz. Hepimiz? Yok değil tabii, çoğumuz. Sol yanında oturduğum otobüsün camından hemen görüyorum örneğin, vınn diye geçiyor bir tanesi, sonra bir tane daha ve… peşi peşine geçiyor gülmeye yazgılı doğanların dört teker üstü mutluluk tasarımları. 4*4 ler çarpa çarpa çoğalıyor bir anda zihnimde. Daha başkaları, adını modelini pek bilmediğim, zihnimin üretimine yetişmekte hiç de zorlanmıyor sol camdan yansıyan vınn’larıyla. Benim teori çöküyor gibi. Yoksa azınlıkta mıyız, biz toplu taşımaya yazgılılar. Koca bir coğrafyayı canlandırmaya çalışan zihnim teorinin yerli yerinde durduğunu biliyor. Özgün bir şimdi-burada oluş durumu, başka başka yerlerde oluşları itiyor zihnin gerilerine. Yine de sınır bir kesitteyim, az sağa dönüyorum, mutsuz kış insanlarının otobüs hali… Soluma dönüyorum, izlemeye yetişemediğim bir vınn’lama. Gerçi dert değil, bildim bileli bir toplu taşımacılık ruhu vardır bende. Konserve balık olmadıktan sonra halkın otobüslerini değişmem hiçbir şeye. Hey yoldaşlar, durduk yerde kahkahayı basmanızı bekleyen yok sizden, bir gülümsemecik olsun yeter. Sen kendine bak yazar, diyor bir ses, bunları düşünüyor olman mı ayrıcalıklı kılıyor seni? Yoksa yüzündeki o hafif alaysamayı gülümseme mi sandın, ya da oturduğun koltuğun çoğunluktan biraz yüksekte oluşu mu dedirtiyor bunları sana? Hık… mık… Hık mık yaa! Ama ben hep sevdim halkı, sonra… Karşılıksız olmasın sakın bu sevda? Bak bunu hiç düşünmedim desem yalan olur, aslında… Kaldı ki ne yaptın sevip de? Onlar bildi mi bunu? Ben de onlardan biriyim, elbette… Ne ifade ediyor onlar için senin sevgin? Sor bakalım sevgi nedir diye otobüstekilere. Yok artık! Hangisine? Şu yerine oturmamakta direten çocuğunu kontrol altında tutacağım diye ufaklığın cimdiklemedik yerini bırakmayan şişman kadına mı? Yoksa ters oturmaktan rahatsız olduğunu anlayıp kendisi ile yer değiştiren delikanlıya teşekkür etmediği gibi donuk donuk doğruca önüne bakan yaşlı adama mı? Ya da şu… Başka sözüm yok. Hadi oradan lan. At kılçığı, çekil sonra… Hain… Oyun bozan… Kışkırtıcı… Provaka….. Ani bir frenle savruluyoruz. Homurtular, küfürler, küfürümsülerden ibaret ve tehlike sınırını zorlamayacak yükseklikte bir koro oluşuyor kendiliğinden ama yitiyor birazdan kırık dökük bir biçimde. Öfkemiz bile içten pazarlıklı olmuşa kadar varan bir düşünce silsilesiyle, sahildeki üçüncü durağa, limanın oraya yaklaştığımızı fark ediyorum. Zaten çoğu dökülmüş bile yoldaşların, son durağa doğru davamızda bir avuç kahraman gibi üç-beş kişi kalmışız sanki. Son duraktan önce ben de terk ediyorum, hiçbir devrimsel kalkışmayla sonuçlanmayan doğaçtan birliktelik tel tel çözülürken, ben de kendi kişisel yoluma gidiyorum ötekiler gibi. Emniyet müdürlüğü ve adliyeyi geçip gara doğru kıvrılıyor ve tam karşısındaki kütüphanin eski taş binasına varıyorum. Girişte yer alan çocukların internette oyun oynama salonunu geçip ikinci kattaki ana salona giriyorum. Her zamanki sessizlik karşılıyor beni ve mutlu oluyorum. Masalar gençlerle dolu. Bir süredir hep böyle, yarıyıl tatilinde bile doluydu, ama bakıyorum hepsi ders çalışıyorlar. Kütüphane, verilen bir ödevin savuşturulamaması durumunda zorunlu olarak gelinen bir yer olmalı çoğu için. Hepsi demiyeyim, bazı kızlar - nedense hep kızlar – kitap okuyorlar. Tabii o da okuma ödevi gibi bir şey değilse. Olsun, okusunlar da. Dörtyollu çocuk var bugün, memleketli çıkmıştık kayıt olduğum gün, sevmiştim daha ilkten, iyi çocuktu doğrusu. Toprakçılık değil ama bu, askerde bile toprakçı değildim ki. Antakyalı biri gelmişti birliğe sonradan, hiç muhabbetim olmamıştı neredeyse, altın dişi ışıl ışıl parlardı ağzını her açışında. Esmer yüzünde güneş doğar gibi parlardı. Alemciliğini nöbetçi subay gecelerinden bildiğimiz tabur komutanıyla bir moral gecesinde, taburun yemekhanesinde, komutanın “şimdi komutan yok, eğlence var” demesinden aldığı cesaretli karşılıklı iyice bir göbek atmış, sarı sarı ışımıştı Antakyalının her gülüşünde binbaşının, “yeter artık abartıyorsun” diyemedikçe kızarıp bozaran yüzü. Kolları iki yana açık donuk donuk parmak şıklatan binbaşının karşısında yılan gibi kıvrılıp durmuştu. Ben tanık olmamıştım ama, az dayak yememiştir sonradan. Dörtyollu hep aktif, geçen geldiğimde bakanlığa gönderilecek olan, aranıp da bulunmayan kitaplar listesini doldurmam konusunu, benden önceki iki kıza olduğu gibi bana da israrla hatırlatıyor. Ayıp olmasın diye yazıyorum, aslında internette bulup okumaya devam ettiğim, “Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim” adlı kitabı. Bekle gelir diyorum sonra kendime içimden nedense… Üç kitabı verip yenilerini almak için raflara doğru masadan ayrılmadan, aklıma geliyor da soruyorum: Bir dostumun şiddetle önerdiği, Kürk Mantolu Madonna’yı… İşe bak, benden önce bir bayan sormuş, bakmış var kayıtlarında ve içeride gözüküyor, ama raflarda bulamamışlar. “Çalınmıştır” diyor gayet olağan biçimde. Ne güzel diyorum ben de içimden, kitaplar da çalınıyor demek ki. Ufak bir umut geleceğe dönük… Yetişkinler günlerini, geleceklerini çalıyor gençlerin, onlar da kitap çalıyor raflardan. Raftan rafa, duvardan duvara sekiyorum fazla rahatsızlık yaratmamaya çalışarak. Bir o kitabı alıyorum, bir ötekini. Karar veremiyorum bir türlü. Boş bir sandalye görüp oturyorum elimde dört kitapla. Kalkıp ikisini koyuyorum, başka iki kitapla oturuyorum. Bu arada gençlerin bazılarının bakışları gözümden kaçmıyor, parmaklarıyla kalem hoplatarak bakarken alaycı diyebileceğim bir ilgi içindeler gibi geliyor. Sonunda Aragon’un Elsa’sı ve adını ilk kez duyduğum bir Fransız yazarın Postacı adlı küçük romanını alıp kaydettiriyorum. Dörtyollu, gelen ödenekle alınan 500’e yakın yeni kitabın yan odada durduğunu söylüyor. Stephenie Meyer diyor, başka adlar da sayıyor çağdaş. Vampirler filan ha… Olsun kitap kitaptır, okusun gençler, çalsınlar hatta arada. Ben hiç Stephen King okumadım sanki, üstelik severek. En çok da ödenek ve 500 kitap lafı hoşuma gidiyor. Her şeye karşın iyi gelişmeler bunlar. Ah bir de, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Marx, Darwin adları kütüphanlerimizin raflarında, mikroskobik araştırma gerektirmeden görülebilecek yoğunlukta olabilse. Mersin hadi neyse de - İskenderun da hatta belki daha iyiydi – Kırıkhan kütüphanesi tam bir facia: Bu memlekette solcu yazar hiç yaşamamış oradakilere göre. Sokaklara, caddelere batıda iyice alçalmış güneşin turuncudan kırmızıya dönen rengi vuruyor. Ara sokaklardan sahile doğru yürürken sigara almadığımı anımsıyorum, bir parkın köşesindeki işportacıdan kaçak sigara almak üzere rotamı azcık değiştiriyorum. Akşam olmak üzereyken kalabalık yoğunlaşıyor. Akşam güneşinin balkıdığı insanların alyuvarlarını oluşturduğu bir kanın akışına benzetiyorum kalabalığı. Daracık sokakların bir labirente dönüştüğü çarşının en ıssız yerlerinde bile, seyrelse de hissettiriyor akışını. Sahile çıkıp otobüs durağına varınca bir sigara yakıyorum. Birkaç nefesle yetinmek zorunda kalıyorum, hemen geliyor 109 numaralı otobüs. İki üç durak öteden kalktığı halde neredeyse dolu geliyor. Aslında biraz daha dolanabilirim çarşıda ama yarım saat sonra iyice kalabalık olacak otobüs diye düşünüp ön kapıdan, ellerinden gelse ikişer ikişer girecek olan yeni yoldaşlarımın arasına sızıp içeri sürükleniyorum. Herkes gibi öğrenci biletimi atıyorum ben de. Bu kentte yazılı olmayan bir kural var bilet konusunda. Gişeye tam bilet fiyatı olan 1 tl’yi uzatıp hiçbir şey söylemeseniz de size 20 kuruşla birlikte öğrenci bileti veriyorlar. Ya herkes çok genç gözüküyor o daracık kutunun içinden, ya da yaşamın asla bitmeyen bir öğrencilik olduğuna dair bir felsefeyle besleniyor Mersin insanı. Her koşulda memnunum bu durumdan, tıpkı diğer yoldaşlarım gibi. Yaşamımızın her hücresine sızmış başıboşluk mu? Bize ilişkin yakıcı bir şeylerin onlarca belirtisinden biri olan olağan bir kuralsızlık mı? Belirtinin ötesinde sonucu belirleyen onlarca olgudan birisi mi üstelik? Geçeceksin onları bir kalem… Halkın cebine uygunsa her şey anlaşılabilirdir ülkemde. Kaldı ki birazdan aç bakalım yeni tanışacağın - tanışmak ne sözcük soluk yoluyla bütünleşeceğin – yeni yoldaşlarına bu konuyu. “Hırsızlar deveyi hamuduyla götürürken sen buna mı taktın kardeş,” diye başlayan, “Yok arkadaş millete yaranılmaz bu ülkede,” ile gelişen ve olası sözel linç girişimlerine uygun her türlü çatallanmalarla büyüyen tepkilere nasıl göğüs gereceğini düşün sonra. “Yok canım, ben de memnunum halimden!” Daha iki durak sonra Taş Bina dedikleri belediyenin önünde yükünü alıyor otobüs. Kavşaktan kıvrlıp, otobüsün orta boşluğunda sıkışıp kaldığım hacmin içinde fizik kurallarına direnip olabildiğince az sayıda sıkıştırılmış hacmi rahatsız edecek bir savruluştan sonra opera binasının arkasındaki durağa geliyoruz. Hacimler daha fazla içine doğru zorlanamadığı için, açılan diğer iki kapıdan da girenlerin önden arkaya, ortadan her iki yöne ve arkadan öne itişleri ile yeniden konumlanma kıpırdanışları sonucu iyice bir sabitleniyoruz. Bir sonraki durağa dek rahatız artık. Soluğumu, alt dudağımı yukarı doğru uzatıp tavana doğru veriyorum. Artık yolcu almaz pek, indirirken binecek birkaç kişi de içeriyi görüp vazgeçer kesin, diyorum safça. Ancak asla çözemeyeceğim bir fizik yasasının yürürlüğe girişiyle, ne kadar insan binse sanki hiç tam olarak dolmayan otobüs paradoksu, akşam dönüşüne denk gelen her seferinde olduğu gibi yine aklımdan geçmiş olan bu gerçekçi beklentimi bir kez daha yerle bir ediyor. Her zaman binen inenden fazla olarak, yüz- yüz elli metrede bir yeniden konumlanışlarla ilerliyoruz. İnenlerin binenlere denk gelip, devamındaki duraklarda akışın tersine döneceği Pozcu’ya dek, imkansızı düşlemekten vazgeçip, her şeyi kendi haline bırakıyorum zihnimde. İşte o andan sonra, az önce yanı başımda uç vermeye başlamış yoldaşlar toplantısına kendimi verebiliyorum bütünüyle. Ben yarım saatlik bir yolculuk için küçük hayaller ve hesaplar yaparken, kısa boylu, kısacık sarı saçlı yaşlıca bir bayanın, otobüslerin rezaleti bağlamında açtığı memeleket meseleleri tartışması, başta konuştuğu yaşlı bayı çoktan aşmış, iki metreye kadar uzaklıktata buluna tüm yoldaşların kulak kabarttığı mütevaziliğinden çıkarak birçoğunu içine almış bulunuyor. “Generallerle uğraşıyorlar” diyor yaşlı bir adam. “Tek adam olmak…” diyor orta yaşlı bir kadın. “Halkın sokaklara dökülmesi gerek” diyerek tartışmaya eylemlilik boyutu katmak istiyor, konuşmanın başındaki yaşlıca sarışın bayan. Ama bu meclis onu aşmış çoktan, “Fetullah Gülen!” diye ünlüyor, uzun boylu epey yaşlı bir adam. Bir suskunluk oluyor o ara, dikkat kesiliyor otobüs yoldaşları. “Cumhurbaşkanı yapacaklar…” Pek yanıt gelmiyor buna. Yalnızca türbanlı ve kısa boylu gözlüklü genç kızın, katlayıp önünde tuttuğu çocuk arabasıyla arasında sıkıştığı pencereye neredeyse yapışmış dudaklarından, “Hep siyaset…başka şey yok zaten” sözlerini duyuyorum belli belirsiz. Kendi kendine söyleniyor ama ben ve arkamda pencereye yapışmış, kızın hemen yanındaki yaşlı bir adam duyuyor yalnızca. Pozcu’yu geçince seyrelmeye başlıyoruz. Tartışma politikanın dışına hemen hiç çıkmadan, oradan oraya savruluyor. Bir ara bunun sonu kötü, şimdi biri çıkıp “Düşüncenizi kendinize saklayın, dinlemek zorunda mıyız sizi!” diyecek diye bir hayli kaygılandıysam da, bakıyorum herkes kendi halinde. Çekirdek grup hala aynı yerinde, CHP’nin iç sorunlarından konuşuyorlar artık. Fetullah Gülen diyen yaşlı adam, Amerika var her şeyin arkasında teorisini, geçmişte kalmış hükümetlere kadar uzatıyor, CHP’yi eleştiriyor. Hemen önünde oturan kepli ve Atatürk rozetli bir adam karşı çıkıyor. Arkaya doğru yürüyorum. İyice yatmış olan ve otobüse tam cepheden vuran akşam güneşi, baştan ortalara kadar oturanların neredeyse tümünü kızıl bir renge bürüyor. Baştan beri asık suratlı bir otobüs yoldaşlığı ilkesine bağlı kalanlar hep oturanlar. Renkleri kızıl ama içleri limoni. Duyduklarını uyuklayan ya da uyuklamaya meyleden bir halde dinliyorlar. Ayakta olmanın verdiği ataklıkla tüm memleketi analiz eden grup, bir ara bir hayli kızıllaştıysa da keskinliklerini yitirmiş çoktan. Uzun boylu yaşlı adam, “Durağıma geldim mi?” filan deyip kapıya yanaşıyor, orada rastlaştığı biriyle selamlaşıp az önceki yoldaşlarını çoktan unutmuş olarak akşamın kızıllığına süzülüyor. Hep şaşmışımdır, yolculuk sohbetlerini hatırı sayılır ölçülere vardırıp, hiçbir şey söylemeden bön bön kalkıp gidenlere. Böylesine ise düpedüz ihanet denir ancak! Yoldaşlık boyutları kalkışmaların sınırını zorlayan bu yolculuk da, herkesin davasını birer birer terk ettiği bir hüzün içinde her an kan kaybederken, durağıma geliyoruz ve artık kızıllığını da geride bırakmak üzere olan akşamın alacakaranlığına karışıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |