İstanbul,kış,umut
Mahrur bakışlı, azametli, sürme gözlü, uzun kızıl saçlı, yılan bakışlı bir saray kadını gibidir İstanbul.
Mahrur bakışlı, azametli, sürme gözlü, uzun kızıl saçlı, yılan bakışlı bir saray kadını gibidir İstanbul.
Davullar, zurnalar, halaylar, oyunlar, Grup Yorum, Kardeş Türküler...Babaların omuzunda çocuklar..Bebek arabası süren anneler..Derdini anlatmak isteyen, kesinlikle 1.000.000 çok üstünde insan. Konuşmalar başladı, miting bitecek, Gümüşsuyu, Saraçhane, Mecidiyeköy kolları hâlâ uzayıp gidiyor. Gezi alanı da hıncahınç.
Hiçbir çağa özlem duymadan ve ayak uydurmadan, göğsüme yasladığım azgın deniz gibi, bir kuyruklu yıldız, bir kırık tekne, bir paranoya gibi, tiner çeken köprü altı çocukları gibi geldim sana. sürgün ve gemileri yakılmış bir mahkum olduğumu bilerek, son
Gençler edepsizce özgürleşmiş mi, yoksa, “Onu yapma, şunu içme, el ele tutuşma, elini sevgilinin omzuna atıp parkta oturma” diyenlere inat, yeni başkaldırı yöntemleri mi geliştirmiş, anlamadım. Metronun yürüyen merdiveninde, ayakta duran sevgilisinin beline bacaklarını, boynuna kollarını dolayıp yapışarak inen genç kızı görünce, benim yorumum yolunu şaşırdı, afalladım kaldım.
yarın gece 95,6 frekansında 00:30 da gecenin içinden programındayım şiir kitabım "gelişigüzel - serpçe" yle
kaç milyon hayatı taşıyorsun içinde istanbul... kaç hayatı birleştiriyorsun... ve kendini büyütüyorsun hep... istanbul büyüyor.. çocukluğundan cıkıyor... acılarıyla... mutluluklarıyla... ama tüm ihtişamıyla büyüyor.. ve uzaktan kör topal... izlemek koyuyor seni istanbul...
Nasıl ki bütün çiçekler biraz gül ise, bütün şehirler de biraz İstanbuldur aslında. İstanbul deyince akan sular durur, şair yanım tutar yine.
Türlü, türlü oyunların vardı senin. Tren raylarının üzerine bıraktığın çiviler o tonlarca ağırlık altında ezilirdi de bunlardan kargılar ve ok uçları yapardınız. Küçükyalı’dan bindiğiniz banliyö treninin vagonları arasında koşuşturur, içeride başkalarını rahatsız etmeği göze alarak köşe kapmaca oynardınız hani. Suadiye sinemalarının gündüz matinelerinde dönemin en güzel filmlerini izlerde,
Benim içinde “O” sanki yıllarca beklenmiş ve sonunda hep vadedilen ha bugün ha yarın, gelecek denilen, yalnızlıktan devren kiralık kalbimi kiralayacak biriydi.
Topal Hasanı duyan var mı dersem haksızlık olur, belki de hatırlayan var mı demek gerek. İstanbulda doğan, yani denize doğan, denizle doğan, denizle büyüyen bilmez mi Topal Hasanı. Belki de bilmez. Anlatmak gerek.
Bir adanın öyküsü bu; topraksoylu bir halkın denizle kurabildiği ilişkiyi anlatan trajikomik bir öykü. Binlerce yıllık geçmişinin önemli bir kısmında deniziyle varolan, altı tarafı denizlerle çevrili, yaşlı, kocamış bir kentin balıkları binlerce yıl dillere destan, kitaplara konu olan bir kentin, Şehr-i İstanbulun yedi mil açığında sessizce cezasını çeken
İstanbul, şehirlerin şahı, sevenlerin ahıdır. İstanbul, panzehri kendisinden menkul olan zehir. İstanbul, gerdanlıklı şehir. Mavi gerdanlığı ona nazarlıktır.
İstanbul- İzmir arasındaki gelgitler...
Ve Sevdiğini bulabilmek.
Erguvanlar, gözlerinize renk ziyafeti çeker , aylardan nisandır. Zaten, eskiden beri İstanbul nisana, nisan İstanbul’a pek yakışır. Nisanla ve insanla bu denli özdeşleşen,kaynaşan bir başka şehir var mıdır dünyada bilemiyorum?.. Gerçi, İstanbul’a sonbahar da yakışır. Hüznün rengi İstanbul olur yüreklerde o zaman. Yağmur toprağa biraz eğri düşer; nemli
Mahmut Bey, elimi bırakmadığı gibi bir de yemek davetini İstanbulun en güzide otellerinden birine "davet etme" cüretkarlığını da göstermişti. Asansörün yedinci kata gelmesi ile elim bir yabancının elinden kurtulmuş oldu. İşte o an var ya Leo, ben sana, o kadar içerlemiştim ki, anlatamam.
Bir gidiş gittin ki, her taraf sis içinde, göz gözü görmüyordu. Dünya dönmüyordu. Acım dinmiyordu. /
/
ERDEN ERKİN
"Izdırabının en güzel bestelere döküldüğü, sefaletin gönüllere dokunmadığı tek şehir-İstanbul. "