Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Bir İstanbullu için Ada’da yaşamanın Adalı olmanın anlamı nedir? En fazla Prens Adaları gelir insanın aklına. Hani Anadolu yakasından bakıldığında en büyükleri; Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyükada, Sedef ismiyle sıra sıra duran… Hayırsız olanın o dehşet hikâyenin geçtiği mekan olma ağırlığı ile diğerlerinin arasından görüldüğü, Yassı olanın ise yine anımsattığı trajik olayla bağlantılı olarak uzaklara kaçmak istemiş gibi durduğu… Sivriada, Kaşıkadası ile birlikte dokuz tane ada, iki kayalık... İrili ufaklı, dört tarafı suyla çevrili kara parçaları. Bostancı iskelesinden kalkan vapurların beyaz köpükleri, martı çığlıkları ile geride kalırken, bakan gözün kadrajına o irili ufaklı kara parçaları girer... İsimlerine şarkıların yazılmış. Siyah beyaz Türk filmlerine, doğal plato görevi yapmıştır. Onların farkına varmış hemen herkes en az bir kere ‘burada yaşanır’ diyerek hayıflanmıştır. İstanbul’a yakınken uzak kalmayı başarmış, sevimli sayfiye yerleri… Adalar, ve o kültürden varolan Adalı’lar... Her İstanbullunun ya da İstanbul’a sıklıkla gelen herkes fazlası olmasada bir kez ayak basmıştır bu küçük kara parçalarına... Vazgeçilmeyen mesireleri, dileklerin tutulduğu Kilise’leri, sahil boyunca dizili lokanta ve kafeleri, arabalardan arındırılıp atların çektiği faytonlardan çıkan tekerlek seslerinin duyulduğu sokakları, bakımlı evleri, tarihi kadar eski yeşil dokusu... Büyüklü küçüklü halleriyle, İstanbul’un girişini koruyan askerlere benzeyen Adaların silüeti, Boğaz kıyıları hariç, hemen her noktadan izlenir… Adalıların zevk ve sefaya olan düşkünlüklerine ise; anakarada yaşayanlar bazen gıpta, bazen de kıskançlıkla tanıklık ederdi. Çocukluğumun İstanbul’unda, Adalar’dan Şehir Hatları Vapuru’na binen yolcular dikkatimi hep çekmişti. Vapurun bir, iki, üç diye sıralanmış mevkilerindeki yolcu profillerinin hemen tümünden farklılık gösterirler, yolcular arasına ne kadar karışmak isterlerse de bunu başaramaz, uzaktan dahi kolaylıkla seçilirlerdi. Giyimleri, davranışları, oturuşları, birbirleri ile sohbetleri, bir çoğunun kulağıma çalınan aksanlı Türkçesi küçük yaşımdan itibaren dikkatimi çekmiş, o hattı ne zaman kullansak kendimi onları izlemekten alıkoyamadan yolculuk etmiştim. Ada iskelelerinden vapura binenler, şık giysileri ile göründüklerinde hemen herkesin gözü istemsizce onlara takılırdı. Her adımlarında sürdükleri parfümün hoş kokusu etrafa dağılır, bir süre sonra da hepsinin çeşitliliği farklı bir aroma oluşturur, tek bir kokuymuş gibi algılanmaya başlardı. Eğer yaz mevsimi ise vapurun ikinci katında kıç taraftaki balkonda otururlar, kış mevsimi ise öncelikle birinci, yer yok ise ikinci mevkide seyahat ederlerdi. Genelde yalnız olmadıklarını gözlemlemiştim. Mutlaka ya orada karşılaştıkları bir tanıdıkla ayaküstü sohbet etmeye başlar, ya da arkadaşları ile küçük gruplar oluştururlardı. Özellikle Yalova’dan İstanbul’a geldiğimiz zamanlarda yolculuğun en keyifli kısmı, halat ilk adanın iskelesine bağlandığında başlardı. Vapur iskeleye usulca yanaşırken eğer yerimde değil, geziniyorsam annem beni çağırarak uyarır; “Bak yerine otur, şimdi Adalılar gelecek, yerine otururlar bir daha da kaldıramayız” derdi. İçimden, ‘Gelirlerse gelsinler, neden kalkmasınlar ki?’ diye geçirir, annemin demek istediğini bir türlü anlamlandıramazdım. Ama her sefer olayın akış seyri tam da onun dediği gibi ierlerdi. Üzeri krem rengi deri kaplı, sırtları birbirine bitişik kanepelerde oturmuşsak durum aynen şöyle gelişirdi. En fazla beş kişi alan kanepelerde oturan yolcuların arasında eğer gerektiğinden fazla bir aralık kaldığı Ada’dan binen bir yolcu tarafından tesbit edilir ise, Adalı, o arayı gözüne kestirir, usulca yaklaşır, son derece kibar bir üslüpla; “Şöyle sıkışabilir miyim?” diye sorardı. Bu sorunun yanıtı asla ‘Hayır!’ olmazdı. Giyimi kuşamı gayet düzgün, üzerlerinden parfüm kokuları, etrafa dalgalar halinde dağılan bu insanlara, hiç kimsenin olumsuz bir yanıt verdiğini anımsamıyorum. Beş kişinin anca sığdığı kanepenin kendine yer açtığı ucuna sıkışan Adalı, gecikmeden çantasını açar, içinden çıkardığı Hürriyet gazetesini okumaya başlardı. O yıllarda nedense tüm Adalılar’ın aynı gazeteyi okumaları dikkatimi çekmişti. Yolcular binmeye devam ettikçe tanıdık birine rastlar –ki aksi olduğunu pek anımsamıyorum- bir yandan derin bir sohbete girişir, diğer taraftan da kendi gibi onun da oturması için karşı kanepede gözüne kestirdiği küçük aralığın biraz daha açılmasını beklerlerdi. Vapurun seyyar satıcıları, ağızlarından ahenkle çıkan, duyan üzerinde; ellerindeki malları satmayı kolaylaştırmak için üretildiği hissi uyandıran cümleleri birbiri ardına sıralar, ancak onlara hiç bir şey satamazlardı. Emektar garsonlar ellerindeki tepsilerde arasına kaşar peynir ya da salam konmuş, sonrada ince bir naylonla korumaya alınmış sandviçleri, taze sıkılmış portakal suyu ile Adalılara satmak için seferber olurlardı. Bazılarının kenarı altın yaldızlı bardakların içinde renkleriyle göz kamaştıran tavşan kanı taze çayları servis yapma telaşıyla oradan oraya koşturuşlarını bugün bile anımsıyorum. Onları, üzeri Beyoğlu çikolatası, kuru yemiş ile Mabel, Golden, Zambak sakızlarının dizili olduğu bir başkası takip ederdi. Benim ilgilendiğim ise tahta tepsi üzerindeki yemişleri satan garsondu. Onun tepsiyi her hareket ettirişinde bileğine geçirdiği daire şeklindeki demire dizili nane şekerleri... O küçük torbalara konmuş nane şekerlerinin bir o yana bir bu yana sallanışını izlemek, annemin içlerinden bir tane almama izin verişiyle sonlanırdı. Çünkü vapur yolculuğu öncesi annem bin bir tembihle, bir şey istemememin önüne ancak nane şekerini bana almayı vaad ederek geçmişti. Anneme göre Şehir Hatları Vapuru’nda satılan tüm mallar karada olduğundan daha pahalıydı ve alınması gereksizdi. Ancak Adalılar vapurda görülür görülmez, annemin bana daha önce istememem konusunda bin bir tembih ettiği tüm o ‘pahalı’ malların, onlar tarafından kapış kapış alınması dikkatimden kaçmazdı. Büyük, küçük hemen hepsi yiyecek ya da içecek bir şeyler alır, yolculuk süresince de keyifle yerlerdi. Yine annemin tabiriyle; ‘o pahalı ve alınmaması gereken her şeyin’ iyi giyimli, hoş kokulu insanlar tarafından tüketilmesi ister istemez beni kendi ailem ve konumumla onlar arasında bir kıyaslamaya iter; giyim, kuşam, parfüm ya da dış görünüşümüzde bir farklılık görmediğim o insanların, annem ve benden farklı olarak nasıl bu kadar rahat para harcadıklarına akıl sır erdiremezdim. Bunu yıllar sonra kendimde bir Ada’ya yerleştikten sonra anlayacaktım. Bu bir kültür meselesiydi. Vapurun Ada’dan binen yolcuları, birbirleriyle samimi sohbetler yapar, biz önceden binmiş olanlardan farklı olarak hoş kahkahalar atmaktan çekince duymazlardı. Bir de konuştukları dile takılırdım. O hoş giyimli insanların farklı bir aksanla konuştuğu İstanbul Türkçesi’nin büyüsü beni kolaylıkla sarar, onların dudak hareketlerinden, beden dillerine değin, adını çok sonraları koyabildiğim farklılıklarını inceler dururdum. Konuştukları konunun seyrine göre eğer duygusal bir noktaya gelinmiş ise Rumlar, kendilerini daha fazla tutamayıp lisanlarını kullanmaya başlar, ben de onların, o an ne dediğini sezgilerimle tahmin etme oyunu oynardım. Kimi Musevi, kimi Ermeni, kimi de Rum azınlığın mensupları olan o hoş insanlar Şehir Hatları Vapuru’nun unutulması en zor renkleriydi. Vapur Heybeli’ye yanaştığında, gelen yeni kalabalığın en renkli siması, siyah giysiler içindeki papazlardı. Bir seferinde çoğu orta yaş ve üzeri olan papazların arasında az sayıdaki genç dikkatimi çekmiş ve anneme sormuştum. Aldığım yanıtla çocuk mantığım öyle bir çelişmişti ki; ‘nasıl bir alaka’ olduğu üzerinde uzun uzun düşünmüştüm. Annemin kulağıma fısıltı ile söylediği; ‘Kıbrıs Harekatı’ndan sonra okulları kapandı. Artık sadece yaşlılar ve az sayıda öğrenci kaldı’ deyişi... Neden kapanmıştı ki? Bunun yanıtını da ancak yıllar sonra öğrenecektim. Annemin neden olarak gösterdiği Kıbrıs Harekatı... Onu tarih kitaplarından harekat olarak öğrenmiştik. Oysaki bir harekattan daha ağır sonuçların yaşanmasına neden olmuş bir savaştı. O gün için haklı nedenle yola çıkılmış, ancak sonra olması gerekenin yapılmasından vazgeçilmişti. Yıllar sonra Ada’ya geldiğimde, Kıbrıslıların yaşamak zorunda kaldığı toplu göç hareketinin hayatlarının sonuna dek unutulmayan bir travma yarattığını kendim görecektim. Binlerce insan doğduğu toprakları, üzerindeki anılarıyla birlikte geride bırakıp bir bilinmeze doğru yol almak zorunda bırakılmıştı. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, kısacası Kıbrıslılardan halen kayıp olup da bulunmamış yüzlerce insan... Çocuk ben için, bellekte sadece acının kol gezdiği o kavurucu 74 temmuzu, gazete sayfalarına basılmış korkunç görüntülerin sahnelerinden ibaretti. Beni derinden etkileyen o görüntülerin adını sıklıkla duyup, nerede olduğunu bilemediğim bu Ada’nın neden benim bildiğim İstanbul adalarından daha farklı bir kader yaşadığını düşünür olmuştum. Bu Kıbrıs’ın belleğimde yerli yerine oturtmakta zorlandığım coğrafi ayrıntısının etkisinden olsa gerekti. O zaman daha Dünya Savaşlarından yeni yeni haberim olmuş, Vietnam Savaşı’nı ise duymamıştım. Mesafe kavramının konu siyaset olduğunda nasıl göreli olabildiğini de yine kendi yaşam deneyimim oluştukça yıllar sonra anlayacaktım. Kıbrıs’la ilgili olarak ilk anımsadıklarım... O kavurucu yaz... Annem, kızamık geçiren kardeşimle uğraştığı günlerden birinde, radyoda dinlediği bir haber üzerine, işi gücü bırakıp hazırlanmaya başlamıştı. Radyonun içinden gelen ses; ‘Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada'ya gidiyoruz.’diyordu. Annemi telaş sarmış, evin erzağının istiflenmesi konusunda ne yapmaları gerektiğini anneannemle konuşmaya başlamışlardı. Ne olduğunu sorduğumda; ‘Kıbrıs’a çıkmış askerler... Oradaki savaşı sonlandırmak için’ anlamına gelen bir ifade kullanmıştı. Annemle birlikte çarşıya gidip mavi renkli kap kağıtları satın almış, sonra da onlarla evin tüm avizelerini titizlikle kaplamıştık. Bütün mahallede bir seferberlik hali başlamıştı. Çocuk aklımla bu seferberliğin sonunun nereye varacağını hayal etmeye koyulmuşken yine annem; ‘Yunanistan çok yakın, bize hava saldırısı yapabilirler’ deyip gözümü iyice korkutmayı başardı. Çocuk belleğimdeki Kıbrıs Harekatı; haftada sadece üç gün, o da siyah beyaz yayın yapan devlet televizyonu TRT’nin yayın akışının ağırlaştırılması, o dönem çok popüler olan (Pilli Bebek ya da Sevimli Hayalet gibi çizgi filmler dışında – o da yarım saat kadardı- ) eğlenceye referans veren herhangi bir yayının olmaması, dönemin başbakanı Ecevit’in arada haber ekranına yansıyan ve en popüler televizyon kaydı niteliğini taşıyan görüntüsünün tekrarlarla yayınlanışı ile bir de savaşa dair görüntülerin yansıdığı gazete haberlerinden ibaretti. O yaz ilk kez doğum günümü kutlamama kararı alınmıştı. Anneannemin, Zafer Cilasun’un sunduğu haberleri izlerken; ekrana yansıyan, saçı olmayan sevimli ancak kilolu adamı her görüşünde; ‘Hah! Süleyman Demirel’in Kıbrıs kopyası göründü’ deyişi hâlâ daha kulaklarımdadır. Kıbrıs Harekatı’nın çocuk hafızamda kalan anısı, yıllar sonra bu topraklara adım attığımda yeniden canlanacaktı. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Rauf Raif Denktaş… Belki de hemen hepimizin Kıbrıs’la bütünleştirip sevdiği insandı. Ben de o sıcak kavurucu yaz günlerinin bitiminden itibaren onu medya organlarının tümünde görmeye alışarak büyüyen kuşaktan biriyim. Yakından görüşüm ise Ada’ya geldiğim ilk günlere rastlar. Girne Limanı’nda boynunda asılı fotoğraf makinesi ile yürürken, eşi dostuyla samimi sohbetini izlerken yakalamıştım kendimi. Siyasetçi kimliğinden sıyrılıp, halkın içinden biri gibi davranışının benim alıştığımın dışında oluşu, gördüğümün gerçek mi yoksa bir düş olduğunu düşündürdüğünü anımsıyorum. Onun bu davranışının rol olmadığını, bunun Ada insanı için içselleştirilmiş bir yaşam biçimi olarak kabul gördüğünü yine Kıbrıs’ta yaşamaya başladıktan sonra anladım. Kıbrıslılar; insanın içini acıtan gerçeklerle yaşama beceresi gösteren nadir bulunabilecek insanlardı. Acılarını yaşarken bir yandan da o İstanbul Şehir Hatları Vapuru’ndaki Adalıları anımsatan halleriyle; hayatı, yemeyi, içmeyi, sohbeti seven, keyifli dostluklarıyla insanın içine işleyen güzel insanlar... Çocukluğumun Adalıları, başka bir coğrafyada sanki başka bir kimliğe bürünmüş, beni aralarına almış ve onlardan biri olmayı, onları anlama şansını bana tanımışlardı. Üniversite yıllarımın başında, yine Şehir Hatları Vapuru’nda yanına oturduğum yaşıtım bir genç kızla sohbete koyulmuştum. İngiliz Dili ve Edebiyat’ı okumak üzere İstanbul’a gelmiş bir Kıbrıslı’ydı. Bu karşılaşmanın hayatın bana yaptığı sürprizlerden biri olduğunu şimdilerde anlıyorum. Devam eden arkadaşlığımız, önceleri vapur yolculuğu ile sınırlı kalmış, ancak sonra bir arkadaşımla evlenmesiyle, sıklıkla birlikte olunan bir dostluğa dönüşmüştü. Ada’ya ilk geldiğim o yaz, bazı hafta sonları onun Çatalköy’de yaşayan ailesinin evinde misafir edilecek, hatta daha sonra evlenmeye karar verdiğim eşimi de, orada tanıyacaktım. Orijinal Gıprıslı olmadan yaşama deneyimim bundan on sekiz yıl önce başladı. Sıcak bir temmuz günü Ercan Havaalanı’na indiğimde, karşımda duran iki katlı beyaz boyalı terminal binasının üzerimde bıraktığı ilk izlenim; Güliver’in ‘minik insanların ülkesi’nde olduğunu anladığındaki şaşkınlığından farksız sayılırdı. Atatürk Havaalanı’nın oraya göre devasa kalan terminalinden çıkış yapalı henüz bir buçuk saat olmuştu. O yıl Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversite’sinde çalışmaya başlayalı üçüncü yılımdı. İlk bakışta iki üç binadan ibaret, Lefkoşa’nın dışında, hatta bozkırın ortasında unutulmuş gibi bir intiba uyandıran üniversiteye iki aylık bir görevlendirme ile gelmiştim. O yıllarda giderek artan yolcu kapasitesine sahip olmanın keyfini süren Kuzey Kıbrıs’ın havayolu şirketinden -Kıbrıs Türk Hava Yolları- tek yön kestiğim uçak biletinin hakkını fazlasıyla almıştım. Bir saat on beş dakikalık uçak yolcuğunun bir saati Anadolu üzerindeki rotayı izlerken geçmiş, kemerleri bağlayın anonsu işitildiğinde aşağıda kocaman bir pirzolayı anımsatan Ada’nın fiziki çizgileri belirginleşmişti. Yolculuk süresince güler yüzlü hosteslerin -o gün sadece melodik bir tını gibi algıladığım- konuşmaları eşliğinde ikram ettikleri Kıbrıs’a özgü yiyecekleri afiyetle yemiştim. Anımsadığım kadarıyla o küçük mönüde; Zeytinli ve Hellimli çörek, üzeri cevizli Kayık Pasta ve Koop –Kooperatif- meyve suyu vardı. Ayrıca çay ve kahve ikramı da cabasıydı. Bir saat on beş dakika boyunca benimle birlikte uçakta olan yolculardan bir çoğunun hostesler dahil birbirleriyle tanıdık sohbeti yapmasını şaşkınlıkla izledimdi. Bazısı Kıbrıs’ın ulusal gazetelerinden en çok satılanını –Asil Nadir’in yayımladığı Kıbrıs Gazetesi- okumaya dalmıştı. Kıbrıslılar o halleriyle bana İstanbullu Adalıları çağrıştırmış, çocukluğumda annemle yaptığım vapur yolculukları sırasında gözlediğim, belleğimdeki renkli görüntülerde hâlâ canlılığını sürdüren o insanları bir kez daha anımsamıştım. Demek ki dünyanın neresine gidilirse gidilsin Adalı olmak böyle bir şeydi. Uçağın kapısı açıldığında tüm vücudumu yalayan kavurucu rüzgar beni içine alıp sarmaladığında, sıcak kavramının geniş anlam yelpazesinin farkına vardımdı. İnsanı cehenneme düşmüş hissiyle başbaşa bırakan, hiç sönemeyecekmiş gibi duran o parlak güneş, uçaktan inenleri ‘Wellcome to Hell’ dermiş gibi kucaklamıştı. Bu toprakların cehennemi aratmayan görüntülerin sahnesi olduğunu az çok hepimiz tarih kitaplarından bilirdik. Ancak kan ve ölüm olmadan da insanın kendini cehennemde hissedebildiğini, yine burada yaşarken öğrendim. Kuzeyde yaşayan Adalılar’ın dünyanın kaydını kabul etmediği bir ülkenin vatandaşı olarak karşılaştıkları güçlükleri onlarla birlikte deneyimleyerek öğrendim. İşin ironisi; bu deneyimin biraz da benim gibi Türkiye’den gelenlerce ağırlaştırıldığıydı. O günü net anımsıyorum. Ben de uçak kapısı açıldığında kendimi feth ettimiz topraklara ayak basan biri gibi görmüştüm. Hissettiğim bu duygu neredeyse bir hastalık gibi, istemli ya da istemdışı ruhumuzu çoktan ele geçirmişti. Zaman geçtikçe anladım ki; bu sadece bana özgü bir durum değildi. Türkiye’den gelen hemen herkes, feribotun ya da uçağın kapısından; ‘Kıbrıs Fatihi’ edasıyla çıkar, üstüne üstlük bu tavrınında doğal olduğunu düşünürdü. Oysaki bu duygunun tek doğal tarafı bir şartlanma sonucunda oluşmasıydı. Güliver’in ‘minikler ülkesi’... O hissi uyandıran iki katlı küçük, beyaz boyalı terminal binasının balkonu sıcağa rağmen insanlarla dolmuştu. İki katlı yapıya doğru ilerledikçe ikinci katın açık balkonunda sıralanmış insanların gelen yolculara el salladıklarını, onlarında karşılık verdiklerini şaşkınlık dolu bir gülümseme ile izlemiştim. O an bir film sahnesindeki oyuncu gibi hissetmiştim kendimi. Bu toprakların, doğal bir film platosu olduğunu, içinde yaşanan hayatın düş ile gerçeğin dansına benzediğini ise yine yıllar geçince anlayacaktım. O günden yıllar sonra Ercan Havalanı, şimdi kullanılan bina inşaası için kapatılıp yeni terminal planı ortaya atıldığında; yolcu beklenen o balkonun yeni projede olmayışına halkın nasıl içerlediğinin tanığı oldum. Projeyle ilgili halkın günlük yaşamına yansıyan tartışmalar, binanın dışa kapalı tasarım diline sahip oluşuna feveran ediş... Kıbrıslılar için yaşam dışa dönüktü. İçe dönük düşünce bir mimari plan dahilinde de olsa içselleştirilmesi zordu. Dönemin siyasetçilerinden Mustafa Akıncı aklımda kaldığı kadarıyla bir demecinde; ‘Kıbrıslının bir alışkanlığı vardı. Onu da elinden aldınız’ deyip halkın yapı planına içerleyişini ne de güzel özetlemişti. Bu yaklaşım ilerleyen yıllarda Kıbrıslıların günlük söyleminin neredeyse tümünde yer bulacak başka bir değişimin işaretiydi. O gün için henüz öngörülemeyen bu durum, günümüzde yaşanan gerçeğin, aslında ta kendisiydi. Kıbrıslının tüm alışkanlıkları, kültürü ve dili değişime uğratılmaya çalışılmış, dışarıdakinin istediği yöne evrilen bir çeşit asimilasyonla karşı karşıya bırakılmıştı. Ada’ya yerleşme kararı vermem ironikti. İstanbul’un dışında üniversiteye gitmeyi, çalışmayı red eden ben, sonra yüzlerce kilometre uzağına gelivermiştim Pay-i Tahtın. İster istemez büyük bir metropolde yaşamış biri için, her şeyin küçük boyutlu olduğu bir yerde kalma fikri de kolay gelişmezdi. Görevli olarak geldiğim üniversitenin, bozkır ortasında, unutulmuş bir masal köyünü andıran hali, yerleştiğim yurt kısmı da gözönüne alındığında kalmam ilk günler için kolay bir karar olmaktan çok uzaktı. Ankesörlü telefonda konuşma sırasında anneme ilk uçakla geri geleceğimi ağlayarak söylediğimi anımsıyorum. Bana her zamanki sağ duyulu tavrıyla; ‘ Dur bakalım, daha yeni gittin. Şimdi şehre in ve bir vasıta bulup Girne’ye git. Orası çok güzeldir, seveceksin.’ demişti. Her zaman onu dinlemekten imtina etmiş ben, nedense o gün onun tavsiyesine uyup Lefkoşa’ya giden okul servisinin ilkine kendimi atıp, sonrada beni Girne’ye götürecek o dönemde taksi dolmuş olarak çalışan tek firmanın yolunu tuttum. Lefkoşa’ya indiğim o Pazar günü etrafta gördüğüm insanların profili dikkatimi çekmişti. Kendi kendime yıllardır arkadaşlık ettiğim arkadaşıma ve iki yıl önce Londra’ya gittiğimde karşılaştığım Kıbrıslılara hiç benzemediklerini gördüğüm o insanların kimler olabileceğini düşünmüştüm. Karşılaştığım manzara İstanbulluların ‘dışarlıklı’ olarak tanımladığı insan profilini andırmış, çocukluğumun İstanbul’una ait güzel insanlarla dolu görsel bellek kayıtları dile gelmiş, sanki benimle konuşmuştu. Onlar Kıbrıslı değildi. Lefkoşa sokaklarında dolaşan, birbirleriyle itiş kakış bir beden dili ile konuşan, belli ki eğitimsiz olan insanlar, başkentin sokaklarında kendi ait oldukları kültürü çekincesizce yansıtıyor, tıpkı İstanbullunun tanımladığı dışarlılıklar gibi davranıyordu. O gün, gördüğüm ve bana itici gelen o manzaranın daha sonra Ada’nın insan popülasyonunda nasıl etkili olabildiğini yine yaşayarak deneyimleyecektim. ‘Orjinal Gıprıslı’ lafı Ada popülasyonun bozulması sonucu, halk tarafından üretilecekti. Taksi dolmuşa bindiğimde epey süre beklemek zorunda kalmıştım. Zira dolmadan kalkmıyor, saate göre çalışmıyordu. Mercedes aracın içinde benim dışımda binmiş olanların hepsi, az önce sokakta rastladıklarımdandı. Sonradan öğrendiğim ki Ada’da toplu taşıma araçlarının yaygın olmayışı Kıbrıslılar’ı kendi arabaları ile seyahat etmek zorunda bırakmıştı. Onların fiziki koşullardan kaynaklanan bu zorunluluğunun, ileriki yıllarda bir başka algının şekillenmesine kaynaklık edeceği henüz bilinmiyordu. ‘Kıbrıslılarda para çok. Bizim paralarımızla, her evin kapısında iki araba var.’ Bu söylem iki binli yılların ilk yarısından itibaren Türkiyeli politikacıların Kıbrıs’ın Kuzeyi’nde yaşayanlarla ilgili kararlarında etkili olmuş, Ada’nın güzel Adalıları, kendi vatanlarında yokluk içinde yaşamakla yüzyüze gelmişlerdi. Seksenli yılların başında Ada’ya gelen dönemin Türkiye başbakanı Turgut Özal’ın, Ercan Havaalanı parkında gördüğü Mersedes marka ticari taksileri, bu topraklarda yaşayan insanların aşırı zenginliğinin bir göstergesi sayıp ‘Kesin yardımları’ dediği dilden dile dolaşan bir rivayetti. Gerçek o muydu? Olmadığını yaşadıkça gördüm. Kıbrıs’taki ilk gün Girne’ye gitme kararı vermemin, hayatımın seyrini değiştirecek bir hareket olduğunun farkında değildim. Lefkoşa’nın, susuz kalmış Meserya’nın sarı renginden sonra, dar dağ yolunun ucunda beni bekleyen sürpriz, yeşille mavi rengin uçsuz bucaksızmış gibi algılandığı Girne’ydi. O zamandan bugüne değin kesintisiz yaşadığım bu küçük ada kasabası, hayatın insana yapacağı en güzel sürprizlerden biriydi. Dolmuştan Girne Belediyesi önünde indiğimde sessiz bir meydanla karşılaşmış, şaşırmıştım. Küçük gezintim sırasında kapalı dükkanlar, tek tük görülen ‘dışarlıklı’ insanlardan başkası gözüme çarpmamıştı. Sonradan, öğle saatlerinde hüküm süren o sessizliğin Akdeniz’in kavuran sıcağı karşısında alınmış bir önlem olduğunu, hepimizin bildiği ‘Siesta’ kavramının bu toprakların zorunlulukları arasında yeraldığını öğrendim. Siesta, Akdeniz’e kıyısı olan tüm ülkelerde uygulanan, günün en sıcak vakitlerinin evde geçirildiği zamandı. Ancak Adalıların kendilerini bildi bileli kuşaklar boyunca aktarılan bu alışkanlıklarından da yine Türkiyeli politikacıların rahatsızlık duymaları nedeniyle yoksun bırakıldığına üzülerek şahit olacaktım. İnsanın kendi evinde, onu ziyarete gelen birileri tarafından denetlenmesi, yaşam biçiminin yeniden düzenlenmeye çalışılmasın halk üzerinde yarattığı düş kırıklığını gözlemledim. Ve neden böyle davranıldığına ben de tepki duydum. Kıbrıs’ın sadece kuzeyinde dolaşabildiğim yıllar... Kasabalardan oluşan büyük yerleşim bölgelerinde en büyük idari erkan kaymakamdı. Yerel yönetimlerin etki ve yetki alanları geniş bırakılmış, merkezi hükümetin etkisi dengeli bir biçimde pay edilmişti. Yıllar öncesini anımsamaya çalıştığımda, Kıbrıs’ın her kasabası Türkiye’deki herhangi bir Belde’nin sınırlarına ve nüfus yoğunluğuna sahipti. Köylerin ise merkezden uzak kırsal alanlarda kalanlar dışında, insanların yaşadığı büyük boyutlu tatil köylerinden bir farkı yoktu. Evler ve yollar bakımlı, ilkokullar renkli bir mimariye sahipti. Her mahallede bir çocuk parkı vardı. Bu durumun sadece bir tesadüf olmadığı ve Kuzey’le sınırlı kalmadığını da sınır kapılarının açıldığı 2003 yılından itibaren Güney Kıbrıs’ı tanımaya başladığımda anladım. Kasaba ve köylerin kimliğine yansımış olan, içinde yaşayan insanların hayat algısıydı. Kıbrıs’ın güneyi ya da kuzeyi birbirinden ayrılmaz, ancak birbiriyle anlaşamaz ikiz kardeşlerin ülkesi gibiydi. Adalı, Adalıy’dı. Burada yaşamı deneyimledikçe İstanbullu Adalıları daha fazla düşünür olmuştum. Çocukluğuma dair o güzel yıllarda rastladığım o hoş insanlarla benzeşen Kıbrıslılar da kişisel özelliklerini, melez Kıbrıs kültürü üzerinden kazanmışlardı. Bizim Adalıların kendi etnik kültürlerini İstanbul’un çok kültürlü yapısından alışları gibi, Kıbrıslılar da bu topraklar üzerinde yaşamış uygarlıkların bıraktıklarıyla varolmaya devam etmişlerdi. Öyle genel geçer söylemde olduğu gibi; Kıbrıs’ta salt bir Türk kültürü ya da Yunan etkisinden bahsetmek ancak cehaletle eş olurdu. Melez kültür; burada yaşayan Adalı Türklerle, anakarada bıraktıkları etnik köken birliği taşıdıkları ile arasındaki makası açmış, onları olumlu yönde başkalaştırmıştı. Tıpkı Kıbrıslı Rumların, anakaradaki kökendaşlarından farklılaşması gibi... Yaklaşık kırk yıl... Sınır kapısının açıldığı ilk günler ve Adalıların şaşkınlığı... Herkes bunun bir illüzyon olduğu konusunda neredeyse hemfikirdi. İlk gün, sınıra ilk akın edenler Türk kökenli Adalılardı. Özellikle de savaş sonrası göçle geride bıraktıkları topraklara yeniden gitmek, bıraktıkları evlerini görmek için hıncahınç doldurmuşlardı Ledra Palas sınır kapısını. Rum kökenli Adalılar’ı bir telaş almış, kimi neye göre topraklarına kabul edecekleri konusunda panik yaşamaya başlamışlardı. “Kimlik mi olsun, pasaport mu?” sorusu, sınırın her iki tarafında da dolaştı. Sonunda Rumlar kimlikte karar kıldı. Bunun gerekçesini de; “ortada sınır yok, diğer taraf da Kıbrıs” diyen Rum siyasiler açıkladı. Türkler içinse, durum, varolan sınırın defacto da olsa tanıtma çabasına dönüşmüş, Güney’den gelecek olanlardan pasaportla giriş yapmaları istenmişti. Öyle ya da böyle tartışmalarla geride kalan yaklaşık on yılın sonunda ortadaki sınırın gerçekte varlığını sürdürmekte zorlandığı herkesce deneyimlendi. Sınır, gidiş gelişlerin sıklaşıp artmasıyla işlevini sadece orjinal olmayan Kıbrıslılar ve yabancılar için devam ettirir olmuştu. İstanbul’un Adalıları’nı sıklıkla düşünürken, benim anakarada geçen uzun yıllar ardından Kıbrıs’ta yaşamaya alışmam ve zamanla buralı biri gibi davranmaya başlamamın nedenini de sorgulamadığımı söylersem bu doğru olmaz. ‘Ada’ların etrafının su ile çevrili oluşu, anakara insanlarının yaşamalarını güçleştirir’ demişti, yıllar önce çalıştığım bir üniversitedeki meslekdaşım. Beni bu genel yargının dışında bırakan gerçeğin, kendi kültürel genetiğimde varolan kodlarla ilgili olduğunu anlamam çok kısa sürmedi. Büyükannemin Girit’ten Anadolu’ya gelmiş bir Adalı oluşu, benim tercihimde ne kadar belirleyici olmuştu? Bunu henüz tam kestiremiyorum. Ancak ilk fırsatta Girit’e gidip, benim hayatımın akış yönüyle ilgili böyle bir kararı kısa sürede verişimi sağlayan bu bağı araştırmak, bir süre Girit’te kalmak gibi bir fantazimin de olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Belki de bu gerçek, İstanbul’da Şehir Hatları vapurunda dikkatimi çeken Adalıları gözlemleyişimde de belirleyici olandı. Bunun yanıtını da, kendi ait olduğum kökün izini sürdüğümde bulacağımı biliyorum. Uzun yıllar Kıbrıs’ta yaşayan bir akademisyen olarak; buradaki hayatın akışını etkileyen dönüm noktalarının son yirmi yılına tanıklık ettim. Üniversite ortamının elverişli çalışma temposu ve karşılaştığım insanların çeşitliliği düşünüldüğünde, Kıbrıs’ı tanımak ve Kıbrıslılar’ı anlamak konusunda şansım yaver gitmişti. Yerleşme kararımın, evlilikle gerçekleşmiş olması ise, yalnız başına dışarıdan gelen birine oranla, Kıbrıslılarla daha yakın arkadaşlık kurma açısından bir kolaylık sağlamıştı. Adalılar’la sadece arkadaş, dost değil, akraba da olmuştum. Onların yaşadığı hayatı paylaşan biriydim. Dışarından gelmiş olmam gerçeğinin kısa sürede ‘bizden birisin’ söylemine dönüşmesinde benim eşduyum başarım kadar, onların sıcak kabulünün etkisi yadsınamazdı. Sıcak kanlı insanlar, Ada’da yaşamayı içselleştirmemin ilk nedeniydi. Ada’yı ve Adalıları, çocuklarımı buraya ait insanlardan biri olarak yetiştirme konusundaki seçimimle sonuçlandı. Onların hem Anakara hem de Ada’ya ait kültürel özelliklerle büyüyüşünü gözlemek benim için artık her gün keyifle takip ettiğim renklilikti. Ben bu topraklarda yaşamayı seçerken böyle bir dönüşüm yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu herhangi bir şey düşünmemiştim. Oysa, şimdi hem güney hem de kuzeyi bir arada Kıbrıs’ı yaşayıp, çocukluğumun anılarında saklanmış, arada yüzlerini çıkarıp beni selamlayan İstanbullu Adalıları anımsamak ve yüzünü hiç görmediğim Giritli büyük annemi anmak hoşuma gidiyor. Kıbrıs bana hayatta en çok yapmak istediğim şeyi, yazma motivasyonunu sağlamış yer olarak, kişisel tarihimde en az İstanbul kadar yer tutuyor. Orjinal Gıprıslılık demek Adalı olmanın, bu ada ülkesindeki tanımı durumda. Orjinallik; Ada’da yaşamanın içselleştirilmesi, doğa ile barışık yaşamanın becerilebilmesi, insan ilişkilerinin kin ve nefret üzerinden tariflenmemesi demek. Kısacası, kendini öncelikle; hayata gülümseyerek bakmakla tariflemek. İstanbullu Adalıları düşündüğümde, onların hoş sohbetleri arasında duyulan kahkahalarını burada yaşarken özlemek zor. Zira Kıbrıslı Adalılar, diğer adalarda yaşayan insanlardan herhangi bir farklılık göstermiyorlar. Burada ‘Orjinal Gıbrıslı’ olarak tariflenenin, gerçekte bir etnik kimlik üzerinden değil, bu topraklarda yaşamayı, kültürel ve sosyal açıdan içselleştirmeyi tanımladığını düşünüyorum. Etnik kökenden tariflenen bir kimlik, Kıbrıs’ta yaşayan halklar için en acımasız tanımlama olur kanısındayım. Yoksa hem Kuzey hem de Güney’de yaşayan insanların kültüründe bunca ortaklığın olması güçleşirdi. Evet... Orjinal Gıbrıslılık tanımı Kıbrıs Adası’nda yaşayan Adalılar’ı tariflemenin ta kendisi. Yoksa dışarıdan gelen biri olarak ben de buraya, en az bu topraklarda doğmuş diğerleri kadar kendimi ait hissetmezdim. 22.Haziran.2012/ Kıbrıs Özlem Salman
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özlem Salman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |