Mutlu insanlar tatlı şeylerden söz ederler. -Goethe |
|
||||||||||
|
Olay yeri ana baba gününe dönmüş. Ambulansların yanık sesleri jandarma sirenlerine karışıyor; ayakaltında hırpalanan toprak, toz halinde ortalığa yayılıyordu. Ortada yatan biri vardı. Ama kim olduğunu en yakınındakilerin dışında kimsenin görmesine imkân yoktu. Çok geçmeden fosforlu kırmızı ceketli iki kişi kalabalığı yarıp yerde yatana ulaştı. Arkalarından, muhtemelen doktor olan beyaz önlüklü bir adam koşturuyordu. --- Çekilin hastanın başından beyler. Hey yavrum hey! Mümkün mü bu... Demesi kolay tabi... Günleri birbirinin aynısından farkı kalmayan, kalıbında kurumuş milletin eline bir fırsat geçmiş bir kere. Ahmak mı elinin tersiyle tepsin. Yorumun bini bir para artık… --- Kesin namus davasıdır canım. --- He ya kim bilir hangi sabinin kanına girdi de belasını buldu, köpoğlu… --- Yok canım alacak verecek meselesidir. Baksana herifin gözleri açık… Belli ki doyamamış yalan dünya malına… Başçavuş kendi bölgesinde meydana gelen bu olayı her zamanki gibi ganimet bilip eline geçen fırsatı değerlendirmenin peşindeydi. Böylece polis olmayı düşleyen bekçiler gibi kim bilir belki de kısmetse subaylığa filan terfi edebilirdi. Ama önce başçavuşluğunu konuşturmak istedi: --- Oğlum çavuş! Çevre güvenliği al! --- Emredersin komutanım! Sonra kalabalığı yarıp yerde yatan adama ulaştı. Hastabakıcılar sedyeye yatırmış, düşmesin diye bağlamaya çalışıyorlardı. Hasta gözleri yarı açık inlemeye benzer sesler çıkarıyordu. --- Oğlum söyle bakayım bana, seni kim vurdu? Hastanın dudaklarından iniltiye benzer belli belirsiz bir ses sızıyordu: --- Ben kendimi bizzat vurdum. Ömrü boyunca sayıların solundaki sıfır gibi hükümsüz yaşamanın acısını böyle olaylarda çıkarmaya çalışan yancılar arada sırada ortalığa yorumlarını sıkıştırarak kafa karıştırmaktan geri kalmıyorlardı: --- İşte bak ben size söylemedim mi? İnsan niye vursun kendini durduk yere? Aman ocaklardan ırak! Büyük kabahat işlemiş, büyük! Başçavuş inanmamıştı. Mutlaka birinin vurmuş olmasını umuyor ve olayı gazeteciler gelmeden aydınlatmak istiyordu. Hiç olmasa olayın üzerindeki sır perdesini biraz olsun aralamalıydı. --- Oğlum korkma, bak ben buradayım. Artık devlet var yanında. Korkma doğruyu söyle. Kim vurdu seni? --- Ben.. Bizzat.. Kendimi.. Vurdum.. Doktor hastanın daha fazla konuşmasına izin vermedi. Durumu iyi görünmüyordu. Kafasından yaralanmıştı ve sürekli kan kaybediyordu. En kısa zamanda hastaneye yetiştirilmesi ve ameliyata alınması gerekiyordu. --- Başçavuşum hastanın daha fazla konuşması sağlığı açısından tehlike arz etmektedir. İzin verirseniz derhal hastaneye yetiştirmek istiyoruz. Başçavuş bundan hiç memnun olmadı. Neticede hasta da iyi görünmüyordu. Bir adım geri çekilerek doktora hak verdiğini belli etmek istedi. Sanki sağlık görevlilerini kendisi rahatsız etmiyormuş; bilakis onlara yardım etmek için buradaymış havası vermek için anlamsız bir emir verdi: --- Çavuş vatandaşı bir adım geri çek olay yerinden! --- Emredersin komutanım! İçinden benim giremediğim yere o gavatlar da girmesinler, diye mırıldandı. Sonra yere kalın bir tükürük fırlattı. Bu fırlatış yere miydi yalan söylediğine inandığı hastaya mı, tam olayı çözecekken işine mani olduğunu sandığı doktora mı kimse kestiremedi. Kendi kendine söylenerek sağlık görevlilerinin peşine düştü: --- Gâvurun tohumu gebermeden hastaneye bir yetişiverseydi. İfadesini orada nasıl olsa bir şekilde alırım. Ne yaptı etti başçavuş kendini ambulansa atmayı başardı. Devriye aracı, personelinden bir kısmını olay yerinde bıraktıktan sonra ambulansı arkadan takip edecekti. Ambulansta bildiğini okumaktan geri kalmadı başçavuş. Kafaya koymuştu bir kere. Bu olayı çözecekti. Bu vesileyle Karakaya Beldesinde saygınlığı bir kat daha artacağı gibi alaya kendisi hakkında gönderilen şikâyet dilekçelerinin de önünü almış olacaktı. --- Bir düşmanın var mı oğlum? Hasımların mı vurdu seni? Kan davası filan mı? Yoksa namus meselesi mi? Çopur Musa’nın oğlunun cevap vermesi her seferinde biraz daha zorlaşıyordu. Nefes alış verişinin işkenceye döndüğü, göğsünün körük gibi inip kalkmasından belli oluyordu: --- Ben kendimi.. Bizzat vurdum… Hastane kapısı harman yeri gibiydi. İğne atsan yere düşmez. Nereden duymuşsa basın olayı haber almış. Ellerinde fotoğraf makineleriyle gazeteciler birbirine ezme bahasına bir kare çekmeye çabalıyorlardı. Hastane polisi ve özel güvenlik her ne kadar gazetecilere söz geçiremeseler de hiç olmazsa vatandaşı kapıdan sokmamak için canla başla mücadele ediyorlardı. Başçavuş aradan sıyrılmayı başarmış sedye üzerinde hastane koridorlarında sürüklenen gence soru sormaya devam ediyordu: --- Oğlum bak bu hayat memat meselesi. Doğruyu söyle ki, seni vuranı bize söyle ki, devlet gereğini yapabilsin. Haydi bakalım oğlum, de bana seni bu hale kim ya da kimler getirdi? Çopur’un oğlu Sülüman son soruya cevap verecek kuvveti bulamadı. Belki de belli belirsiz bir şeyler söylemiş olsa bile doktor ve hemşirelerin telaşı arasında anlaşılamadı: --- Nabız çok zayıf doktor bey! --- Hemşiranım, derhal ameliyathane hazırlansın. --- Anlaşıldı efendim, hemen. --- Solunum durdu. Hastayı kaybediyoruz. Hastabakıcılar tam gaz tekerlekli sedyeyi ameliyathaneye doğru sevke başladılar. Hastane tam anlamıyla alarm durumu yaşıyordu. Bütün bunların hiçbirisinin başçavuş için önemi yoktu. Yaralıya ölüye alıştığı için bu tür olaylardan fazla etkilenmiyordu. --- Oğlum ha gayret yavrum, ha gayret! Delikanlı adamsın, havlu atma öyle hemen. Yakışıyor mu senin gibi delikanlıya? Bir isim ver bana. Bir isim… Kim vurdu seni? Dudaklar dua makamında belli belirsiz titredi. --- Ben… Bu Sülüman’ın son hamlesi olacaktı. Ameliyathane kapısında belki son çırpınışı olacaktı. Başçavuş havasını almıştı. Sağlıklıya, arkası olamayana dediğini yaptırmakta hiç zorlanmayan başçavuş, bir yaralı adam karşısında yenilmişti. Hırsından burnundan soluyordu. Hastane polisi ameliyathane kapısında şahit arıyordu. Olay yerinde kim vardı, yaralıyı ilk kim gördü, gördüğünde hastanın durumu nasıldı, olay yerinde kimleri görmüştü türünden rutin sorulara cevap aramakla meşguldü. Çopur Musa’nın bir kenarda dövündüğünü ilk fark eden çavuş olmuştu. Emre amade kafasının anlayabildiği kadarıyla kulağına çalınanlar içinde işe yarar bir şeyler olduğunu hissetmiş olacak; durumu hemen komutanına haber vererek göze girmek istedi. Vakit kaybetmeden soluğu komutanın yanında aldı: --- Komutanım! Komutanım! --- Ne var çavuş! --- Komutanım! Şurada bir adam var. Garip şeyler söylüyor. Başçavuşun gözleri parladı. Bir şeyler yakalama ümidiyle çavuşa döndü: --- Nerede çavuş, kimmiş bu adam? Çabuk al getir onu bana! Sonra karakolda olmadığını hatırladı. Milletin gözünün önünde apar topar birini ayağına getirtmenin doğru olmayacağına kanaat getirdi. Üstelik eğer hasta yakınıysa yok yere vatandaşın tepkisine sebep olabilirdi. Hele hastane ortamında bu hal, son derece yanlış anlaşılabilirdi. --- Dur bakalım çavuş! Çavuş emir üzerine olduğu yere çivilendi. Yüz seksen derece olduğu yerde arkasına döndü: --- Buyurun komutanım! --- Beni ona götür sen. --- Emredersiniz komutanım! Köşedeki adam kendi halinde dövünmeye devam ediyordu: --- Seni vuranların elleri kırılsın! Sana kıyanların ocakları sönsün! Yiğidim, aslanım. Gözümün çırası! Başçavuş olayla fazlasıyla ilgileniyordu. Bulunduğu kasabada otuz askeriyle tam bir kral hayatı yaşıyordu. Herkes ne çirkef olduğunu çok iyi bildiği için kimse tavuğuna kış demezdi. Diyemezdi. Albay amcaoğlunu da hesaba katınca yılların sindirilmişliğiyle tepki vermeyi unutan, ölü toprağı serpilmiş Anadolu kasabalarından birinde kendini general zannetmeye başlamıştı. General olmak için önce subaylığa terfi etmesi gerekiyordu. Subay olmak için de göz doldurucu başarılara imza atması… Bölgesinde suç oranı neredeyse sıfır noktasına inmişti. Bu yüzden ilk zamanlar halkın dualarına mazhar olan başçavuş; suçlu kalmayınca can sıkıntısından dümeni halka baskı kurmaya yöneltince bu sefer sayfalarca şikâyet dilekçesine muhatap olmuştu. Aynı zamanda ensesi kalın olduğu için paranın gücüyle el altından istikbaline engel gördüklerini saf dışı etmenin bir yolunu buluyor. Ne hikmetse alaya giden şikâyet dilekçelerinin neredeyse hiçbiri muhatap kabul edilmiyordu. Sindirilmiş kasabalının şikâyetten başka umarı olmadığı halde, alışmış kudurmuştan beter hesabı aynı kapıya yüz sürmek zorunda kalıyordu. Kasabalı dinden çıkmak üzereydi. Baktı orta yerde ifade alamayacak, hızla etrafında göz gezdirdi. Sağ yanındaki odayı gözüne kestirdi. Emretti çavuşa, kapı açıldı. İçeride bir hademe, Nil Timsahı gibi sallanan koltuğuna gömülmüş, anlıyormuş gibi haberleri seyrediyordu. Eliyle get lan işaretine benzer bir hareket kompozisyonuyla: --- Bize beş dakika müsaade et bakayım, dedi başçavuş. Kimden olduğu bilinmese de yüksek yerden torpilli hademe mesleki rahatını ve gevişini bozmamak adına komutanla çatışmaya girmemenin daha mantıklı olduğuna hükmetti. --- Geç baba şöyle, rahatına bak. --- Hay seni vuran eller kırılsın! Hay sana kıyanlar kaynar kazanlara düşsün! Hay seni… --- Söyle baba bana, çekinme söyle. Kim vurdu oğlunu? Adam birden toparlandı. Kendini kaybettiğini anladı. --- Oğlum kendi kendini vurmuştur komutan! Başka da bildiğim yoktur. --- Baba bırak şimdi bana masal okumayı. Anlıyorum acılısın. Belki ne dediğini bilmiyorsun. Ama bu kadar da hata olmaz. Madem oğlun kendini vurdu. Bu beddualar ne ye ve kime o zaman? Çopurun Musa bir an bulunduğu ortamdan koptu. Yüzü kirece kesti. Dudakları kurudu. Soluğu dipsiz mağaralardan çıkıyor hissi vermeye başladı. Dili zımpara kâğıdına döndü. Adamın durumundan endişelenen çavuş biraz evvel yerinden kaldırdıkları hademenin yumuşak makam koltuğunu Çopur Musa’nın altına uzattı. Başçavuş kendisine beklerken koltuğun Musa’ya çevrilmesinden gocunmadı. Durumun vahameti karşısında hatta çavuşa içinden aferin bile dedi. Ayakta durmak da işine gelmiyordu: --- Git bana bir sandalye kap gel çavuş! --- Emredersin komutanım! Çavuşun gitmesiyle kapıda görünmesi arasında geçen zaman Einstein’ın teorilerini ispatlar nitelikteydi. Kim bilir kimin kıçının altından yine sormadan çekivermişti. --- Kapıyı kapat. Kimseyi sokma içeri! Çavuş, topuk selamıyla dışarı çıkarken kapıyı üzerine kapadı. Çopurun Musa geçen bu kısacık zaman içinde biraz olsun kendini toplamıştı. --- Marabalık bizim kaderimiz komutan. Bundan kurtuluş bilmem mümkün mü? Düşünmeyiz biz burasını. Ağasız yaşanır mı, yaşanırsa nasıl yaşanır düşünmesi bile çok gelir bize. Başçavuş iyiden iyiye acımaya başlamıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Boğazı daraldı, Âdem elması birkaç defa bozuk asansör gibi gayrı ihtiyari indi çıktı. Allah’tan ara fazla uzamadı. Yaşlı adam başından geçen onca olaya dayanamayıp çözülüverdi. --- Bizim oralarda ağadan geçilmez komutan. Ağa dedin mi şöyle bir duracan. Ağa bu, ağanın yanında sen ben kimiz ki? Komutan kendisini ortaya satranç taşı gibi sürülmesinden hiç hoşlanmadı. Sözün uzanacağı yerden çekinerek kısa kesti: --- Konuya gel amca. Bırak ağayı mağayı. Hangi devirde yaşıyoruz? Kim takar ağayı. O eskidenmiş. Oğlunu kim vurdu? Sen onu söyle bana. Söyle ki devlet icabına baksın. --- Bizim ağanın bir oğlu var ki komutan dillere destan. Bela mı bela… İşte o soysuzun canı mı sıkılmış ne. Demiş bizim oğlana hele geç bir yol karşıma. Al şu elmayı koy başına. Sonra geçmiş on adım karşısına. Kafa desen iyi. Gözünün birini kısıp nişan almış, bir yandan da sallanıyormuş deyyus. --- Sonra baba? --- Sonrasını demeye gerek var mı komutan? Soru mu bu şimdi? Basmış tetiğe, basmış tetiğe soysuz. Birinde yanından vızıldamış kurşun. İkincisinde o kadar şansı olmamış Sülümanımın. Tekrar ağlamaya başladı. Ağlama ki ne ağlama! İki göz iki çeşme desek ifade yetersiz kalır. Bir yandan ağlıyor; bir yandan kaderine ağıtlar düzüyordu. --- Seni vuranların elleri kırılsın! --- Soyları kurusun seni vuranların! Ortam dayanılmaz bir hal almıştı. Biraz olsun yatıştırılmaya ihtiyacı vardı. --- Çavuş! Kapıda sfenks gibi hazır olda bekleyen çavuş anında eşikte göründü: --- Emredin komutanım! --- Bize iki çay kap gel hemen! --- Emredersiniz komutanım! Sonra Çopurun Musa’ya döndü: --- İyi diyorsun, hoş diyorsun baba ama benim anlamadığım ne demeye oğlun ve sen ağız birliği etmiş; tersini geveliyorsunuz? --- Senin tuzun kuru komutan. Ben anlatsam bile sen anlayabilir misin? Sen koskoca komutansın. Dayamışsın sırtını devlete. Bir elin yağda bir elin balda... Bizi anlamak istesen de anlayabilir misin? Çaylar kaşla göz arasında geldi. Üstelik biraz önce konforlu müdür koltuğunda mesai keyfi süren torpilli hademe tarafından. Hademe çavuşun zoruyla buyurun çaylar derken; renksiz kokusuz kart sesi, gevişinin bozulmasının sıkıntısıyla zıkkım için lan kavatlar diyordu. --- Hele anlat baba, biz de insanız. Belki anlarız bakalım. --- Başka bir emriniz var mı komutanım. Komutan sözün bu noktasında Çopurun Musa’nın hakkında söylediklerinden gayet memnun, elinin tersiyle çık demekle yetindi. --- Emredersiniz komutanım. --- Benimle beraber on altı baş horantayız komutan. Ne malımız vardır ne mülkümüz. Ağanın topraklarına göz kulak olur; hizmetini görürüz. Yıllardır bu böyledir. Marabayız anlayacağın. Bizim buralarda ağa ne derse odur. Ağa bir şeye ol derse olur. Olmaz derse olacağı varsa da olmaz. Daha üstüne söz söylemenin mümkünü yoktur. --- İyi de be baba madem malın yok mülkün yok bu kadar kalabalığın manası ne? Onların da maraba olmasından zevk mi alırsın? Onun için mi bu kadar çocuk yaparsınız? --- Öyle deme komutan. Alan Tanrı veren Tanrı… Biz kimiz ki karşı gelebilelim. Köylü kısmının başka nesi var yapacak komutan. Sen gezersin. Sen okursun. Sen yaşarsın. Ya biz. Bir kuru soğan, bir tas çorba… Erken gelen akşamlarda bir Köroğlu bir Ayvaz, uzun geceler başka nasıl geçer? --- Böyle düşünürsen çocuklarının canı bu kadar ucuz olur işte. Ağa ağayken belki bir, belki iki çocuğu olur. Sen açken, açlığın ölüme davetiye olsun diye on tane yapar da aklın kalır dahasına… --- Öyle deme komutan, çaresizlik bizimkisi. Başçavuş tartışmadan bir sonuç çıkmayacağına hükmetti. Olayı bir an evvel bitirmek istiyordu: --- Neyse baba öyle diyelim, öyle olsun bakalım. Sen şimdi oğlunu vuranı, nasıl vurduğunu bana anlattığın gibi çavuşa da anlat. Tahkikata hemen başlayalım. Suçlu elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaşmasın. --- Benim başkaca diyeceğim bir şey yoktur komutan. On altı kişi ortada mı kalsın? Oğlum kendi kendini vurmuştur. Hem zaten ağa köyün yarısını şahit tutmuştur. Memleketin ne kadar avukatı varsa, şimdi onu aklamayı vazife etmiştir kendilerine. --- Oğlum kendini vurmuştur komutan. Başkası mümkün olamaz. Ona dahi bir iyice tembihlemişim. Kader böyleymiş. Rıza göstermekten başkası gelmez elimizden. Kaderden öte yol gitmez komutan. Madem alnımıza böyle bir kader yazılmış komutan, karşı gelmek hâşâ gâvurluğa götürür adamı. Komutan tükürür gibi bakış fırlattı Çopurun Musa’nın yüzüne. Can sıkıntısı yüzünden okunuyordu. Kalktı. Kapıya yöneldi. Çıkmak üzereyken çavuş göründü kapıdan: --- Komutanım! --- Ne var çavuş gene? --- Hasta vefat etmiş. --- Ne? --- Hasta vefat etmiş, komutanım. Doktor bey söyledi. --- Öyle mi? Bir müddet kimse ilk sözü söyleyecek cesareti bulamadı kendinde. İlk toparlanan yine komutan oldu. Kapıdan çıkarken geri döndü: --- Allah rahmet eylesin baba. Başın sağ olsun. (Kırgızca Türkçe Hikayeler Bişkek 2014)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © serdar adem işler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |