..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Gerçeğin dili çok yalın. -Euripides
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > İronik > serdar adem işler




4 Temmuz 2014
İndirim  
serdar adem işler
Önce gönüllerimizi bir etti. Ardından arkamıza da geçti. Tevekkeli değil, adam iyiden iyiye bozmuş niyeti. Burası belli, belli olmasına da ben paçamı nasıl kurtaracağım ondan emim değilim. Doğrusunu isterseniz vitrinde yazan yüzde yetmiş indirim yazısına da inanmıyordum. Öyle ya herif aklını peynir ekmekle yemedi ya, karsız satsın.


:AICC:
İNDİRİM


     Bir tarafı yarı yarıya camdan oluşan ve bu haliyle küçük bir kutuyu andıran birkaç metrekarelik odanın ortasında kahverengi eski bir masa, yanında tahtaları çatlamış yine kahverengi bir iskemle… Duvarlarına gölgeleri yoğunlaştıran gri rengin tonları… Rutubetin tablolaştığı, sıvaları yer yer dökülmüş tavana ışığını vermeyen arkalıklı bir lambanın sönük aydınlığının yarattığı kasvetli bir hava...
     Kemal masaya adeta çökmüştü. Ellerini masanın üzerinde önünde birbirine kavuşturmuş. İşaret parmaklarıyla oynuyor. Dizlerini birbirine sürtüyordu. Bir süre etrafında göz gezdirdiyse de farklı bir şey göremeyişin etkisiyle dikkati kısa zamanda dağılmış. Boş bakışlarla biraz önce tokatladığı sineğin masanın orta yerinde iç kanamadan son nefesini verişini seyrediyordu.
     Baş komiser elinde ince sarı bir dosya olduğu halde içeri girer. Alışkanlığın sevkiyle ezbere hareket etmektedir. Yanında kendisini gölge gibi takip eden polis memuru İhsan...
Baş komiser Reşat ortaya doğru kendinden emin adımlarla ilerler. Arkasından gölgesi İhsan… Dosyayı sol eline alır. Bir süre karşısında aval aval bakan adama takılır gözleri. Sessizlik o derece yoğundur ki, İhsan’ın duvar saatini andıran kol saatinden kopan ve kalp atışlarını andıran tiktaklar belli belirsiz duyulmaktadır.
İhsan sorguya alınan kişinin kimlik bilgilerini okur. İsnat edilen suçunu anlatır. Ve tasdik ettirir:
Sadullah’tan olma Asiye’den doğma Kemal Şeneroğlu. 1954 Kadiköy doğumlu. Asanbay Tekstil’de vasıfsız işçi. Söylediklerimde kabul etmediğin bir husus var mı?
Truva alışveriş merkezinde 24 mayıs pazartesi günü saat on yedi otuzda, alışveriş yaptığın sırada işyeri sahibi Arif’i tek bıçak darbesiyle kalbinden vurarak öldürmüşsün.
Kemal başını iki yana sallamak suretiyle söylenenlerin kendisine ait olduğunu tasdik etti.
Sorgu esnasında avukat bulundurma hakkın var. Gerekirse biz de bekleriz avukatın yoksa. Avukat tutmaya gücün yetmiyorsa, barodan avukat isteme ve ondan hukuki yardım alma hakkına da sahipsin.
Bir süre İhsan’ın sorusu ortada kaldı. Sanki hiç sorulmamış hatta hiç konuşulmamış gibi…
Burada ve bu halde olmaktan utandığı her halinden belli olan Kemal, daha fazla göz göze gelmeye dayanamadı. Başını önüne eğdi. Öylece hareketsiz kaldı. Belki nefes bile almıyordu. Ya da almak istemiyordu.
     ‘Bu adam nasıl suç işler? Nasıl katil olur? Olur şey değil!‘ diye kendi kendine vicdan muhasebesi yapan Reşat, ne olursa olsun onu kurtarmak istiyordu. Hiç olmasa bu badireyi mümkün olan en az cezayla atlatmasına yardım etmeliydi.
Bu oda kimleri görmüş, kimleri dinlemişti. Anasını satanı mı ararsın, babasını kesen; kafa yarıp, göz çıkaranı mı? İnsan demeye kırk yemin isteyen ne caniler, ne vahşiler…
     İhsan da amirinin zihninden geçenleri okuyormuş gibi aynı şeyi düşünüyor. Aynı vicdan muhasebesiyle mücadele ediyordu. Karşısında duran adam, daha öncekilere hiç benzemiyordu. Her halinde bir masumiyet vardı. Hasbelkader bir cinayete karışmış olsa da suçlu olamazdı.
Ama onların vicdanlarının verdiği karar mahkemeden aynen çıkacak diye bir kural yoktu. Kim bilir belki hakim daha ilk celsede ipe götürecekti. İşte o zaman içinde bir damarın sızlayacağını ikisi de şimdiden hissetmeye başlamışlardı.
     ‘ Kanunsa kanun anasını satayım!’ diye söyledi Reşat. ‘Öyle kolay kolay yedirmeyeceğim bu adamı kimseye.’ Bunda da yerden göğe kadar haklıydı. Bu odada kimlerle karşılaşmıştı kimlerle. İnsan sarraflığı gibi yüksek perdeden bir iddiada bulunmak istemiyordu. Ama mesleği icabı suçluyu gözünden tanırdı.
     Ve bu adam suçluya hiç benzemiyor. Hem de hiç… Bir kere demokrasinin ırzına geçenlere güvenen serseriler gibi pişkin pişkin oturmuyor. Şımarık bakışlarla çevresini rahatsız etmiyordu.
     Dahası var. Ceza muhakemeleri kanununa göre gerçekten suçlu olsa devlet kendisine zaten bir avukat tahsis ederdi. Hem de anında. Hızır acil servisi çağırsanız bu kadar hızlı gelmez. Ve o avukat bozuntusu sorgulama sürecinde yaptığı dalkavukluklarla polisin imanını gevretir, tahammül contalarını gevşetirdi.
     Hepsinden önemlisi sicili tertemizdi sicili. Bu adama illa ki ceza verilecekse bu kadar günahsız olmasından dolayı verilmeliydi. Saflığından mı, beceriksizliğinden mi artık orasını bilemem. Ama bildiğim tek şey, tek bir suç kaydının olmamasıydı. Karınca ezmez derler ya, aha bu adam aynen öyle. Hayatı boyunca kimsenin kalbini kırmadığını yaşadığı yerde yaptıkları ön soruşturmada öğrenmişlerdi. Bu adam işte şimdi karşısında ve ipe götürecek bir suçun faili olarak duruyordu.
     Derin bir nefes aldı. Bir süre bırakmak istemedi. Sonra yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı bu durumdan hiç memnun olmadığını belli edecek şekilde nefretle bıraktı.
     Reşit arşiv sorgu dosyasını sol eline aldığında sorgulama başlamak üzere demekti. Amirinin her hareketinin ne manaya geldiğini çok iyi öğrenen İhsan, vakit kaybetmeden karşısındaki yerini aldı.
Normal zamanda ön yıkama yapmadan soruşturma başlamazdı. Bu görev de genellikle kendisine ve ekibine düşerdi. Baş komiserin Deli Emin’i yanına almamış olması sanığa yapılacak muamelenin rengini belli ediyordu zaten. Daha doğrusu bunu suçlu olduğuna yüzde seksen emin olduklarına uygularlardı. Güzel ve etkili bir yöntemdi. Bir kere zamandan kazandırıyor. Adaletin tecellisini kolaylaştırıyordu. Üstelik insan haklarına da gayet uygundu.
Diyeceksiniz ki eşek sudan gelinceye kadar dövüp tartaklamanın neresi insan haklarına uygun? Doğru, hatta size bir sır vereyim mi? Biraz önce bahsettiğiniz şu eşek var ya, bizim sorguda bazen şehrin ta öbür ucuna gider su getirmeye. Ondan sonra bekle ki gelsin. Gelmez hiç beklemeyin. Bizim eşek bildiğiniz eşeklere hiç benzemez. Katır gibi inatçıdır. Gitti mi öyle kolay kolay gelmez.
Bizim için pek mahzuru yok. Ama zanlı iskemlesinde oturan için aynı şey söylenemez. Bu sürecin sanık için pek kolay olmadığını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Aslında size bir vereyim mi? Bizim için de zor oluyor bazen. Gerçekten… Kolay mı öyle iki saat boyunca tekme tokat girişmek? Boks maçlarında bile rauntlar en fazla üç dakika ile sınırlı. Eee can bu kardeşim. Kolay mı dayanmak…
Üstelik ne zaman bu odaya girse elleri tatlı tatlı kaşınırdı. Ne hikmetse bu sefer o kaşıntıdan eser yoktu. Sanki sorgu odasında değil de sevdiği, saygı duyduğu bir arkadaşıyla nezih bir ortamda mesela bir pastanede buluşmuşlardı.
Bugün Reşit’in ön yıkama istemediği duruşundan belli oluyordu. Karşısındaki insan evladıydı. Onu eşek sudan gelinceye kadar dövmek insanlığa sığmazdı. Bir adam dövülmeye layıksa dövülecek ki şerrinden diğer insanlar emin olsun. Bu yüzden dayağı insan haklarına gayet uygun bir muamele olarak kabul ediyordu Baş komiser Reşit.
‘Bak oğlum’ eliyle dosyayı göstererek devam etti. Gayet sakin konuşuyordu. ‘Kemal Ateş sen değil misin?’
Kemal belli belirsiz başını sallamak suretiyle baş komiseri tasdik etti.
‘Sabıka dosyana şöyle bir göz gezdirdim. En ufak bir hata, en küçük bir lekeye rastlamadım. Doğrusu buna göre tam örnek vatandaşsın. Senin gibisi az bulunur.’
Böyle muameleyle karşılaşacağını, hele böyle bir konuşmayla mümkünü yok tahmin edemezdi. Şaşırmıştı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi bir süre. Sorgu odalarının nasıl bir yer olduğu hakkında az çok bilgisi vardı. Ötesini de nezarette kaldığı sırada Çakal Cevat adındaki eski bir sabıkalıdan tamamlamıştı.
‘ Aklın varsa tez elden kabul et suçunu. Aman deyim itira falan etmeye kalkma. Reşit Baba’ya sökmez. Sen temiz bi adama benziyon. Neden bilmem ama kanım kaynadı sana. Bu yolun gediklisi bi abin olarak seni uyarayım dedim. Sakın bu dediklerimi kulak arkası etme! Sonra yeryüzündeki bütün cinayetleri kabul etmek zorunda kalırsın.
Onun için hazırlıklıydı. Dayağa da küfüre de…
‘ Sen nasıl diyorsan öyledir amirim.’
‘ Ben ne hakimim ne savcı, oğlum. Ama yirmi beş yıldan beri mesleğimin kazandırdığı bir yetenek midir bilmem, suçluyu gözünden anlarım. Sen cinayet işlemeye uygun bir adam değilsin. Hatta değil cinayet işlemek, karıncayı bile incitemezsin. Ne dersin yanlış mı düşünüyorum?’
‘ Ben de öyle sanıyordum amirim. Ama…’
‘ Aması mı kalmış oğlum? Öldürmüşsün adamı! Hem de kalbinin tam ortasından tek bıçak darbesiyle… Nasıl yapabildin sen bunu? Senin gibi adam? Doğrusu işte bunu aklım almıyor bir türlü…’
Sonra üzerine yürüdü. Kemal aha şimdi boku yedik diye düşündü. O gün bugündü işte. Gözlerini yumdu. Başını omuzlarına gömdü. Bir süre öyle kalakaldı.
Sağlı sollu tokat resitalinin başlamasını bekliyordu. Başlasa bitmesi yakın demekti. Baş komiser Reşit’in elinden uçan kurtulamaz demişlerdi. Değil ki gariban Kemal kurtulsun.
Fakat beklediği tokatlar bir türlü inmiyordu utancından kızaran yanaklarına. Bu durumun verdiği cesaretle gözlerini hafif araladı. Bayılmış da yeni yeni ayılıyormuş gibi etrafı keşfetmeye çalıştı.
Reşit kendine geldiğini görünce sağ elinin işaret parmağı ile ikaz ederek devam etti:
‘ Sen kabul etsen de ben inanmam bu cinayeti işlediğine!’
‘ Ben ister miydim amirim, oldu bi kere…’
Reşit’in sorgusuna girdiği adam iflah olmazdı. Yeter ki yanında avukatı olmasın. Ve kameraya alınmasın. Evvel Allah o sandalyeye oturan en vahşi zanlı, süt dökmüş kediye dönerdi. Kaya gibi sert gelen, çok geçmeden pamuk gibi yumuşacık olurdu.
Değil suçunu itiraf etmek, dünyadaki bütün suçları üzerine yıksan; bir an önce bu odadan kurtulabilmek için itiraf ederdi. Aynen böyleydi. Ne bir eksik, ne bir fazla…
Ama bu sefer başkaydı. Karşısındaki adama içi ısınmıştı. Nedense masum olduğuna inanıyordu. Somut bir suçu vardı elbette. Bir cinayet işlemişti. Deliller, şahitler ortadaydı. İnkarı mümkün değildi. Bu yüzden elbette ceza alacaktı. Bundan kurtuluşu yoktu. Mesele bu cezadan ne kadar indirim yapılabilir meselesiydi.
‘ İstemeden oldu demene bakılırsa önceden planlamadın demek. Bak işte bu, cezanda epey bir indirime sebep olur ha… Yani bir anda oldu öyle mi?’
‘ Yok tam öyle de değil. Yani bir gün öncesinden…’
‘ Hoppala ne dediğini kulakların duyuyor mu senin oğlum. Ben senin en az hüküm giymen için çabalıyorum. Ceza alacaksın bundan kurtuluş yok. Ben alacağın cezada ne kadar indirim yapabiliriz onun yolunu arıyorum. Sense tam aksini yapıyor. Adeta ayak diretiyorsun kaderine.’
‘ Yalan mı söyleyeyim amirim? Sordun söyledim. Neyse o…’
‘ Tamam oğlum, açık sözlü olman, hele doğru sözlü olman takdir edilecek bir durum. Bu devirde böylesi zor bulunur. Ama doğru sözlü olman seni her zaman ipten kurtarmaya yetmez.’
‘ Bu vakitten sonra kurtulsam ne kurtulmasam ne…’
Kemal’in başı omuzları arasında kaybolmuş, dili gaz lambasının fitili gibi iyice boğazına kaçmış. Sesi derin bir mağaradan geliyor hissi uyandırıyordu.
Bu odada baş komiserin belki ilk defa gözlerinde iki damla belirmişti. Bir an için bu durumun erkekliğe hele polislik mesleğine uymayacağını düşünüp sorguyu İhsan’a bırakmak istedi. Sonra nedenini bilemediği bir hissin sevkiyle bu kararından vazgeçti. Acımayla karışık gizliden gizliye tehdit içeren bir sesle devam etti:
‘ Öyle deme oğlum, yaradanın gücüne gider. Arkada bıraktığın üç çocuk, bir hanım, bir de yaşlı ananı düşün. Hepsi de senin eline bakıyor. Bir an evvel yanlarında olmak istemez misin?
Üç çocuk, bir ana, bir eş… Gözlerinin önüne geldiğinde içinde bulunduğu durumun vahametini yeni yeni anlamaya başlamıştı. Bu anlayış gözlerinde beliren bulutlarla kendini belli etmeye başlamıştı bile. Çok geçmeden içli içli ağlamaya başladı. Koca adam bu haliyle küçülerek sanki nokta kadar olmuştu odanın ortasında.
İhsan başını önüne eğmiş, her ikisinin de yerinde olmadığına şükrediyordu. Gerçekten ne içinden çıkılmaz bir durumdu bu. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Gel de çık işin içinden çıkabilirsen…
Reşit için zaman durmuştu sanki. Ne diyeceğini, ne yapacağını kestiremez haldeydi. Sanık sandalyesinde oturan bu gariban adamı biraz gayrete getirmek istemişti. Hepsi o kadar. Yoksa bu kadar yaralayacağını bilse, daha fazla ileri gitmez. Düşesi çenesine hakim olurdu.
Odaya hakim olmaya başlayan negatif hava Reşit’in keyfini iyice bozmuştu. Daha fazla uzatmadan konuya girmek istedi:
‘ Haydi oğlum haydi, sen istersen olayı baştan bir anlat. Ne olacağına sonra karar veririz.’
Geçen hafta ellerinden öper bizim oğlan çarşıdaki alışveriş merkezlerinin birinde bisiklet görmüş. Aslında ona görmek denmez. Çocuk işte amirim. Neredeyse beş yıldır isteyip durur. Ben de her seferinde kırk tane bahaneye bağlar, söz veririm. Hangimiz aynı bahaneye sığınmayız ki…
Zavallı artık gerçekten mi inanır; beni daha fazla madara etmemek için mi öyle görünür bilmem. Razı olur kaderine. Ben de bir süre gözlerine bakacak cesareti bulamam. Ama sonra, sen de babasın bilirsin amirim. Bir süre sonra alışırım. Daha doğrusu alışırız alın yazımıza.
O bisikleti hiçbir zaman alamayacağımı en iyi ben bilirim. Ama bizim oğlan da bilir mi bilmem. Daha yaşı on dört amirim. İsterim ki böyle oyalaya oyalaya hiç olmazsa beni, babasını anlayacak çağa geldin.
Yoksa maaşımın neredeyse on beş katı. Nasıl alırım amirim? Asgari ücret bizimkinin adı amirim. Belki sen üç katını alır da yetiştiremezsin. Yeğenlerimin kim bilir hangi isteklerini alamadın. Haksız mıyım amirim?
Reşit ‘Bilmez miyim hiç?’ dercesine başını salladı.
Reşit’in bakışları odanın ortasında bir yerlerde kaybolmuştu. Biliyordu bu duyguyu. Kemal kadar olmasa da tatmıştı birkaç sefer. Bir baba olarak, hatta baş komiser bir baba olarak birkaç kere yerin dibine geçmişti.
Tek derdimiz bisiklet olsa gene pahalı mahalı demem girerim borcun altına. Cırtlatırım kredi kartını, paşa paşa öderim on beş ay. Ama o on beş ayda iki kere kış var amirim. Birileri Uludağ’a tatile gidip, mangalda kestane patlatırken biz her kış odunu kömürü borca alırız. Yeni kış gelene kadar eskinin borcu sırtımızdan eksilmez. Evlendik evleneli hiç değişmedi.
Anlayacağın amirim her seferinde olmayacak şartlara bağlar, bizim oğlanın hevesini savuştururum. Karnende takdir görürsem derim. Allah inandırsın o yıl takdir getirir kerata. Hem de kuyruklusundan…
Yetmez bu sefer yatmadan önce mutlaka dişlerini fırçalayacaksın. Sofraya oturmadan önce ve sofradan kalktıktan sonra ellerini yıkayacaksın derim. Tarikat zikirleri gibi akla hayale uymayan şeyleri dayatarak hayatını cehenneme çeviririm. Bir tanesini aksatmaz. Altı ay süre veririm ki, bir kere hata yapsa, yeter çamura yatmaya. Sonra bir altı ay daha… Böyle böyle on dört yaşına getirdik çok şükür. Şunun şurası birkaç yıl daha idare edebilseydim, anlardı bizim bisiklet alamayacağımızı. Bisiklet almaya hakkımız olmadığını… Razı olurdu alın yazısına yavrucak.
Ama geçen hafta, hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Doğrusu ben de tahmin etmezdim böyle bir şeyi. Ama oldu. Malum, almamak için ayak diriyorum ya… Her seferinde yeni bahaneler icat ediyorum ya. Bunlardan belki en tutarlı ve garantisi pahalı olmasıydı.
Bisiklet aldığımızda neleri alamayacağımız bir kere daha anlatıyor. Her seferinde sabiyi inandırmayı başarıyordum. Bir karış boyuyla anlıyordu amirim iyi mi… Anlamış gibi yapmıyor, bildiğin gibi anlıyordu işte.
Ama o uğursuz geçen hafta var ya amirim. Bizim oğlan okuldan eve dönerken tesadüfen görmüş. Hoş gerçi aklı çöplükte keratanın, pek tesadüfen olduğuna da inanmıyorum ya, neyse…
Ticaretin arı namusu kalmamış amirim. Şehrin bütün köşe başlarını örümcek gibi öyle bir tutmuşlar ki, görmek istemeseniz de görmek zorunda kalıyorsunuz. Her ne kadar beraberken bizim çocukları mayınlı araziden geçirir gibi, alışveriş merkezlerinin şerrinden korumaya çalışsak da nafile. Tek başlarına kaldıklarında o acımasız alışveriş merkezlerinin ağına takılıveriyorlar. Bu yüzden ne kavgalar yaşanıyor evlerde biliyor musunuz amirim?
‘Ulan bilmez olur muyum? Ben polisim poliiiis!’ diye söylendi. Ve bunu üzerine diktiği bakışlarıyla Kemal’e açıkça hissettirmek istedi.
Kemal anlamamış gibi diretti:
‘ Mümkünü yok bilemezsiniz amirim. Polislik molislik üfürükten tayyare. Hem bilseniz bile anlayamazsınız. Çünkü siz bir şeye aş erip de sahip olamamak ne demek bilmezsiniz. Bilemezsiniz. Bunu bilmiyorsanız imkanı yok anlayamazsınız bizi.
Neyse lafı çok uzattım galiba. Oğlan keşfettiği bisiklet kampanyasını ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Sabah akşam aynı terane... Dinlememek için uydurduğum bahaneler tükendi valla. Geliyor bisiklet, gidiyor bisiklet. Oturuyor bisiklet, kalkıyor bisiklet… Kendince aklımı çelecek. Bende o göz var mı? Yok olmasına yok da, dedikleri de ilgilenilmeyecek gibi değildi.
Yüzde yetmiş mi ne indirim yapmışlar diyor da başka bir şey demiyor. Üstelik taksit de yapıyorlarmış. Sanki taksiti başkası ödeyecek. Bir de bu vatan hainliği çıktı amirim.
Oğlum emin misin, doğru okudun mu? Bak sonra altından bir Çapanoğlu çıkmasın. Desem de benim ki laf işte. Çocuk bisiklet hayaliyle her sene iki takdir alıyor. Okuduğunu anlamaz değil ya…
Öyle cicili bicili pazarlıyorlar ki ürünlerini değil parmak kadar çocuk, valla eşek kadar adam olsanız kanarsınız.
Baş komiser lafın üzerine sinmesi için başını camlı trafa çevirdi. İhsan ceketini düzeltme numarasıyla bu badireden kurtulmaya çalışıyordu.
O kadar yani. Yüzde bilmem kaç indirim yapmışlar. Yüzde yetmiş mi dedim, öyle bir şey işte. Gel de yoldan çıkma…
Gene de inanmadım ha. İnanamadım. Hırsız uyanıklığıyla birkaç kere tek başıma keşif bile yaptım. Oğlanın gördükleri doğruymuş. Aynen öyle, yüzde yetmiş bilmem kaç indirim yapıyorlarmış. Sıra sıra dizmişler bisikletleri. Üzerlerinde tek bir fiyat.
Doğrusunu isterseniz, bu indirim bile kaldırabileceğim oranda değildi. Ama artık bahanem kalmamıştı. Alacaktım. Sekiz on taksit yapar. Ödeyebildiğim kadarını öder, sıkıştığım yerde bir borç daha alırım diye düşündüm. Çok zor olacaktı biliyorum. Ama bir babanın çocuğunun en çok istediği şeyi alamaması ne demek, bunu anca yaşayan bilir amirim.
Çaresiz o akşam ailecek almaya gittik. Nasıl sevindi Hasan, anlatamam. Yürümüyor adeta kanat takmış gibi uçuyordu. O uçar da anası babası olarak biz uçmaz mıyız? Biz de uçuyorduk amirim biz de… O havayla kendimizi alışveriş merkezinde bulduk.
Aman Allahım daha kapıda bir izzet bir ikram. Sanırsınız bir bisiklet almaya gelmedik de tüm dükkana müşteri olduk.
‘Buyrun efendim, buyurun!’
E buyurduk tabi. Buyurmaya gelmiştik zaten.
‘ Neye bakmıştınız beyefendi? Yardımcı olalım.’
Yardımcı olması gerekiyordu tabi. Yardımsız olur mu? Bir bisiklet yoktu ki dükkânda, hani teşbihte hata olmasın yok yoktu. Buzdolabından mikro dalga ne demekse ona kadar. Çanak antenden klimaya kadar… Bazılarının ne işe yaradığını bile bilmem. Nasıl bileyim amirim? Benim etim ne butum ne?
‘ Bisikletlere bakacaktık.’
‘ Küçük beye mi?’
Başka kime olacak? Kara çarşafıyla bizim hanıma alacak değildik ya… Aklınca bizim oğlanın gönlünü alıp kaleyi içeriden fethedecek.
Bizi içeride koridorun sonunda bir büro masasına buyur ettiler. Zaten hep buyur ediyorlardı. Bu nezaket karşısında gel de alışveriş yapmadan çık. Valla insan kebairden bir günah işlemiş gibi vicdan azabı duyar.
‘Oğlum Hilmi, biz kap bize hemen!’
Biz otururken Hasan çoktan beridir gözüne kestirdiği bisikletle oynamaya başlamıştı bile. Tezgâhtar fırsatı ganimet bilip, vitrinden alıp Hasan’a verdi. Bizimki durur mu başladı elleriyle dükkânın içinde sürmeye. Şimdilik üzerine binmeye cesaret edemiyor. Sevincinden ağzı kulaklarına varıyordu. Arif’ti adı satıcının sanırım. O da tam bu esnada fırsatı kaçırmadı:
‘ Küçük bey malın iyisinden anlıyor maşallah. Valla en garantili ürünü beğenmiş. Helal olsun.‘
Ben de beğenmiştim beğenmesine de, fiyat ve ödemeler konusunda tereddütlerim vardı.
Sonra bize döndü. Çaylar da gelmişti zaten. Birlikte çayları yudumlarken devam etti:
‘ Ne dersiniz doğru bir tercih değil mi?’
‘ Yaa güzel tabi güzel de…’
Yüzümdeki ifadeden bisikletten çok fiyatıyla ilgilendiğimi anlamış olmalıydı:
‘ De’si mi var bey ağabeycim. Siz he diyeceksiniz; biz de güzel hatırınıza bir güzellik yapacağız.’
‘Mesela nasıl bir güzellik?’
‘ Şuradan şuraya gitmek nasip olmasın güzel ağabeycim, size alış fiyatına vereceğim. Her şey bu dünya için değil tabi. Öbür tarafı da düşünmek gerek değil mi ama?’
Bizim hanım çarşaflı ya amirim dinden imandan giriyor konuya teres.
‘ Yok canım’ dedim. ‘Yemin etmenize gerek yok.’
‘ Olur mu ağabeycim bu devirde en çok ihtiyacımız olan şey nedir biliyor musunuz?’
‘ Su mu ekmek mi hava mı ne bileyim ben canım.’
‘ Güven ağabeycim güven. Ortada o kadar çok dolandırıcı var ki, bu arada bizim gibi doğru yoldaki esnaf da kurunun yanında yanıyor.’
Ben sadece dinliyorum amirim. Bu arada gözüm Arif’in arkasındaki duvarda asılı Arapça yazılı levhaya takıldı. Kim bilir ne yazıyordu… Ne yazdığını bilemem elbet. Ama sanki o levhadaki harfler var ya, aramızda geçen çirkefliğe şahit olmaktan utanarak eğilip bükülüyormuş gibi geldi. Bu arada Arif Allah’tan korkmadan, arkasındaki Arapça levhadan utanmadan atıp tutmaya devam ediyordu. Herifin yağlama yıkaması bir bitse, ödeme şartlarına bir gelse; ben de kararımı vereceğim.
Bir süre daha kendi kendine konuştu durdu. Ne kadar sürdü bilmiyorum. İkinci çayı da bitirmiştik. Konuşurken birtakım faturalar gösterdi. Referanslardan bahsetti. Hatırlı müşterilerinden örnekler verdi. Bu arada değişen tek şey bizim Hasan ile bisiklet arasında gelişen duygusal yakınlık olmuş. Hasan bisiklete iyiden iyiye bağlanmıştı. Sanki yıllardan beri onun gibi duruyordu minicik ellerinde. Bu aşamadan sonra almıyorum diye bir seçeneğim kalmış mıydı bilmiyorum.
‘ Ödemesine gelsek Arif abi, iyi diyosun güzel diyosun da.
‘ Ödemesinde ne var canım, gönüller bir olduktan sonra.
Adamın varmış bir bildiği. İki gönül bir olunca bizi samanlıkta kim vurduya getirecek.
‘ Dur bakalım altından kalkabilecek miyiz?
‘ Kalkarsın sen evvel Allah. Hem arkanda Arif abin var. Bunu aklından hiç çıkarma.
Önce gönüllerimizi bir etti. Ardından arkamıza da geçti. Tevekkeli değil, adam iyiden iyiye bozmuş niyeti. Burası belli, belli olmasına da ben paçamı nasıl kurtaracağım ondan emim değilim. Doğrusunu isterseniz vitrinde yazan yüzde yetmiş indirim yazısına da inanmıyordum. Öyle ya herif aklını peynir ekmekle yemedi ya, karsız satsın.
‘Ödemeler’ diyorum. Adamın duyduğu yok.
‘Ödemesi nasıl olacak?’
‘ Allah seni inandırsın, delikanlının beğendiği bisikleti var ya, çarşıdaki düztaban Kamil’in dükkanından alıyorum desen, mümkünü yok on beşe alamazsın.
İyi de kardeşim bana ne düztaban Kamil’in sattığı bisikletten. Haksız mıyım amirim? Sen kaçtan veriyosun onu söyle! Yok ama bir kamyon konuşuyor da meselenin özüne geldiği filan yok.
Geçen sene almaya gelseydin bundan ucuza alamazdın. Kardeşim sen şanslı mısın evliya mısın? Biliyor muydun da bir sene bekledin. Sayende zarar da ediyoruz. Ama ne önemi var. Müşteri memnuniyeti bizim için üç beş kuruştan çok daha önemli.
Müşteriyi memnun etmekti niyeti. Orası belliydi belli olmasına da, mesele nasıl memnun edeceğindeydi… İşte orası aklımı karıştırıyordu doğrusu.
Allah Allah deli mi ne herif... Keyfimizden mi bekledik? Para vardı da biz mi almadık? Gerçi şimdi de yok ama kampanya mıdır nedir onun belasına geldik almaya.
‘Ödemeye gelsek artık, Arif abi.’
‘Günahımızı söylesen hani…’
Herif pişkin, sanki bisiklet değil sakız satıyor:
‘ O en kolayı canım kardeşim. Siz en zoru başardınız. Baksanıza küçük bey seçimini yapmış bile. Canım bisiklet seçmek de neymiş demeyin sakın. Geçen ay belediye başkanı Ramiz geldi. Oğluna sünnet hediyesi bisiklet alacakmış. Dedim aha bisikletler orada, seçin beğenin gönlünüze göre. Hay söylemez olaydım. İki saat geçti. Şu masa var ya önünüzdeki, bir çay bardağına daha yer kalmadı. Kulağına gitmesin ama bizim belediye başkanı iyi adam da oğlu pek şımarık canım. Eee kolay değil tabi koskoca belediye başkanı oğlu olmak.
Nerde kalmıştık? Yok iki değil belki üç saat geçti. Peki seçebildiler mi dersiniz? Ne gezer…
‘Yok amirim adamın konuya gireceği yok. Dereden tepeden lafı dolandırıyor da dolandırıyor. Benin ağzımın tadı kaçtı bi kere. Bundan sonra ne bisiklet görür gözüm ne başkasını.
‘ Oğlum Hasan’ dedim. ‘Yeter eğlendiğin. Haydi bırak bisikleti de gidelim yavrum.
Baktı iş ciddi girecek gibi oldu konuya. Bak ağabeycim seni sevdim. Küçük beye zaten görür görmez içim ısındı.
Ooo. Ulan bu lafın sonu bizim hanıma kadar uzayacak galiba.
‘Senin güzel hatırına canım ağabeycim ona bırakırım. Daha bu sabah bi tane on ikiye sattım. Yeğenime bi güzellik daha, on taksit yaparım.
Ortalık bir anda buz kesti. Önce ne yapacağımı, ne diyeceğimi kestiremedim.
‘Yuh be, dalgamı geçiyosun benimle be adam?’ demişim. Doğrusu başka şeyler de demişim ama ağzımdan çıkanı kulaklarım duyar mı sanırsın?
Allah var Arif alttan almış önce .
‘Aman ağabeycim ne haddimize estağfirullah. Sordun söyledim. Bunun ederi bu. Zaten senin güzel hatırına yapacağımı yaptım. Daha ne yapabilirim. İstersen al götür, para da istemez.’
Bak şimdi bu bana yapılır mı amirim? Adam olan adama bu yapılır mı? Hem de ailesinin yanında. Dilenci miyim ben? Sonrasını hatırlamıyorum. Dediklerine göre açmışım ağzımı, yummuşum gözümü. Hanım engellemeye çalışsa kaç para…
Hasan’ın elinden bisikleti almak zorunda kalmak zıvanadan çıkarmış olmalı beni. Alamayacağımız belliydi. On lira diye küçümsediği para benim asgari ücretin on katından da fazla. Güya bi de sevdiğinden on taksit yapmıştı ya… Ha işte o taksitler bile benim maaşımdan fazla. Bir ay yemedik içmedik diyelim amirim gene yetmiyo yaaa…
Gel de çıldırma! Çıldırmaz mıyım amirim. Çıldırdım tabi. Allah için söyle, sen olsan çıldırmaz mıydın? Bak cevap bile veremiyosun. Çıldırırsın tabi…
‘ Be insafsız, be vicdansız, be ahlaksız adam. Madem öyle de vitrine ne demeye üç bin diye yazarsın? Biz onu bile ne zorlukla ödeyebiliyoruz. Bilmez misin?
Ondan sonrası hakkında hiçbir fikrim yok. Kendimi kaybetmişim. Dediklerine göre Arif de açmış ağzını yummuş gözünü. Hakaret yetmemiş gibi küfretmeye de başlamış. Arif’in celallendiğini gören tezgâhtar da üzerime yürümüş. Yaka paça dışarı atmaya çalışmışlar.
Adam mısın lan, demiş. Şu kadına yazık. Hanım diye alıp hayatını kaydırmışsın kadının. Senden adam da olmaz, koca da… Gidinin serserisi seni. Ben senin gibilere kapımın önünü bile temizletmem.
Düşünsene amirim oğlan elinde bisiklet bir köşeye büzülmüş. Gözleri önünde babasını tartaklıyorlar. Hanımın ciyak ciyak ağlaması hücum marşı etkisi gösteriyor. İşte ne olduysa o arada olmuş. Nasıl oldu diye sorsanız, emin olun bilmiyorum. Yani hatırlamıyorum.
‘Hım,’ dedi baş komiser Reşit. ‘Bak bunu da dosyaya ekleyebiliriz. Suçun işlenmesinde sadece ağır tahrik değil aynı zamanda teşvik de var.’
‘ Hesabıma göre müebbetten kurtardın evladım. Benim hesabıma göre yüzde yetmiş ceza indirimi alırsın.
Bu son söz üzerine Kemal öyle bir baktı ki baş komisere, kezzap gibi insanın içine akan, akarken çevresinde ne varsa cayır cayır yakan bu bakışa normal birinin birkaç saniye dayanabilmesi bile mümkün değildi. Dayanamadı da zaten. Öncelikle başını önüne eğerek o vahşi bakışlardan kendini kurtarmaya çalıştı. Pişman olmuştu son söylediklerine. Gerçekten pişman olmuştu. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere… Olan olmuştu.
‘ Haklısın evladım, inan bana seni üzmek değildi maksadım. Ama ben ilk defa bir suçluya güveniyorum. Mesleğim için iyi mi kötü mü bilmem ama meslek hayatımda ilk defa bileklerine kelepçe taktığım birinin adaletin elinden en az zararla kurtulabilmesini istiyorum.
Dahası madem ki sana güvendim, kaderin sevkiyle işlediğin bir suç yüzünden eline bakan ailenin de rahatının bozulmasını istemiyorum. Benim de kızım var. Neticede ben de babayım evladım. Seninle aynı derecede olmasa da aynı yollardan ben de geçtim. Bilirim bir babanın çocuklarının önünde yokluk yüzünden küçülmesinin ne demek olduğunu…
Kemal inanmamış gibi baktı. Baş komiserin bakışlarının derinliklerinde ne kadar içten ve samimi olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Baş komiser kendisine yönelen endişe ve şüphe yüklü bakışların manasını anlamakta gecikmedi. Ortama hâkim olan tereddüdü dağıtmak amacıyla biraz da sitemle devam etti:
Doğru söylüyorum evladım, inan bana. Hem sana yalan borcum mu var değil mi ama?
Kemal tekrar başını önüne eğdi. Nefes almıyor gibiydi. Bir şey mi düşünüyordu. Pişman mı olmuştu? Pişman olsa bile aynı olayları yaşamak zorunda kalsa farklı davranma imkân ve fırsatı olur muydu? Reşit bu soruların hiçbirine gönül rahatlığıyla evet diyemiyordu.
‘ Her şeye rağmen basit bir olay yüzünden elini kana bulamana değdi mi be oğlum. Şimdi geride kalanların durumu ne olacak? Onların istekleri olmayacak mı? Sen içerideyken kim alacak, nasıl alacak? ‘
Bu sözler içinde kaynayan volkanın patlamasına fazlasıyla yetmişti. Gözlerinin önüne kanaryam diye sevdiği, severken incitmeye korktuğu Ayşe gelmişti.
‘ Olmaz mı amirim, olmaz mı hiç? Zavallı Ayşem. Küçük kanaryam. Lise talebesi kızıma ne kadar zamandan beri bir ayakkabı alamadım. Yamanmaktan şeklini kaybeden ayakkabıyla iki yıldan beri gidip gelir de durumumu bildiği için tek söz etmez. Ama ben babayım amirim. Bilirim ben kızımın arkadaşlarının önünde bir ayakkabı yüzünden nasıl yerin dibine geçtiğini.’
Sözleri bitmemişti. Söyleyecek o kadar çok şey vardı ki… Ama sanki bir el boğazına yapışmış, konuşmasına engel oluyordu. Bundan sonrası yoktu. Sözün bittiği yer dedikleri bu olsa gerekti.
Masaya koyduğu ellerinin üzerine kapandı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hıçkırıkların arasında ‘kızım benim, zavallı kuşum’ dediği zar zor anlaşılabiliyordu.
Reşit kendisinin sebep olduğu bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Yıllardan beri yaşamadığı bir hali yaşıyor. Göz pınarlarında beliren mercimek iriliğinde çiğ damlaları, utangaç bir acelecilikle yanaklarından süzülüyordu.
Derin bir nefes almaya çalıştıysa da bunda pek başarılı olamadı. Sanki göğsünün üzerine ağır bir taş oturmuştu. Bir kere daha denediyse da kar etmedi. Nefessiz kaldığını hissetmesi, başının dönmesine sebep olmaya başlamıştı. Gözleri kararıyor, dizlerinin titrediğini hissediyordu.
Elindeki dosyayı hızla yere vurdu. Kendi durumu da pek farklı olmayan İhsan, baş komiserin durumunun iyi olmadığı fark etmiş. Belli etmemeye özen göstererek yanındaki yerini almıştı.
‘ Lanet olsun böyle talihe!’
Arkasından sallana sallana dışarı attı kendisini. Peşinde İhsan… Bir iki adımdan ötesini getiremedi. Polis memurlarının bulunduğu tarafa yöneldi. Baş komiserin perişan halini gören polis memurları, arkadan İhsan’ın da el hareketiyle derhal yerlerinden kalktılar. Reşit fazla ilerleyemeden ilk bulduğu sandalyeye adeta yığıldı.
Kimse ne olduğuna bir anlam veremiyor. Sormaya da cesaret edemiyordu. Tek bildikleri baş komiserin iyi durumda olmadığıydı. Onu ilk defa bu halde görmüş olmaları şaşkınlıklarını bir kat daha artırıyordu.
Durumu bilen İhsan, şimdilik üzerine gidilmemesi gerektiğinin farkındaydı. Biraz rahat bıraksalar baş komiserinin kendini kısa zamanda toparlayacağına inanıyordu:
‘ Ahmet, sen git baş komiserime tavşankanı bir çay kap gel. Siz de arkadaşlar boşaltın şurayı. Rahat nefes alabilsin adam. Korkulacak bir şey yok. Sorguda biraz daraldı baş komiserim. Yardımcı olursak kısa zamanda kendine gelir.’
Bu arada Reşit’ten birtakım mırıltılar gelmeye başladı:
‘ Yok artık dayanamayacağım bu mesleğe. Başıma bir iş gelmeden çekip gitmek en iyisi…’




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın İronik kümesinde bulunan diğer yazıları...
İftira
Nereden Tanışıyoruz
Ebemizi Arayınız
Ben Kendimi Bizzat Vurdum

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Üniversite İstiyoruz
Bizim Mahalle
Bizim Mahalle

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Düğün Konvoylarına Düzenleme [Şiir]
Kendini Arayan Kadın 1 [Roman]
Kendini Arayan Kadın 2 [Roman]
Reza Aşkı Sarraf Sevgisi [Deneme]
Sel Zararı Devletin Sorunu Değil [Deneme]
Zamlardan Hoşlanıyorum [Deneme]
Düğün Konvoylarına Düzenleme [Deneme]
Düğün Konvoylarına Düzenleme [Deneme]
Mülakat Sınavlarının Yarattığı Çöküntü [Deneme]
Sandıklar Neden Geç Açılıyor? [Deneme]


serdar adem işler kimdir?

SADECE TEFEKKÜR EDİYORUM. AYRICA DÜŞÜNCEYİ YASAKLAYAN BÜTÜN İDEOLOJİLERE HAYRET EDİYORUM. ÖZGÜRLÜKTEN BAŞKA BİR BEKLENTİM VE AMACIM YOK.

Etkilendiği Yazarlar:
AZİZ NESİN TARIK BUĞRA YAŞAR NURİ ÖZTÜRK TURAN DURSUN


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © serdar adem işler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.