"Hemen yüzüne gül suyu seperek Leyla'yı ayılttılar." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Oldum olası iri laf etmeyi sevmem. Uzun zamandır gezdiğim yerlere ilişkin kısa anekdotları içeren bir yazı yazmayı düşünmekteydim. Kıyı’nın Kasım ve Aralık 2000 sayılarında ard arda yayınlanan, meslektaşım ve dostum Mutahhar Aksarı’ya ait gezi yazısının başlığı, bu düşüncemi hızlandıran bir etken oldu. Aksarı, yazı başlığı önerisinin eşi Safire Hanıma ait olduğunu özellikle açıklama gereği duymuş. Yazının başlığı:”Avrupa’ya Gezmeye Gitmedik ! ” Doğrusu bu ya, başlık bana biraz itici gelmişti. Kompozisyon derslerinde bize söylendiği gibi, bir yazının en önemli öğesi, başlığıdır. Bunu, dostumun da bildiğine inanıyorum. Ancak yine de bu başlığı eleştirmekten kendimi alamıyorum. Yaklaşık beş yıl önce Ocak ayında, diş hekimi dostumun ayarladığı ucuz bir hafta sonu turuyla, Paris’e gezmeye gittim. O sıralar, Almanya’da öğretmenlik yapıyordum. Çok istememe karşın yanımda birlikte gezebileceğim, ne bir meslektaş ne de bir başka kişi bulamadım. Otobüste, bir yabancı olarak yalnızca ben vardım. Öteki kadınlı erkekli yolcuların tamamı Almandı ve koyu bir Bavyera lehçesiyle konuşuyorlardı. Aynı zamanda rehberimiz olan şoförlerimiz de aynı dili konuşmaktaydılar. Uzun bir gece yolculuğunun ardından, güneşin ilk ışıklarıyla Paris’e varmıştık. Şoför, arabayı bir meydanlığa park ederek, tüm yolcuları pastaneye kahvaltı için götürdü. Mönüden seçtiğim iki parça poğaça ve sütlü kahveyle kahvaltıyı kurtarmıştım. Sabah mahmurluğu üzerimizden kalkmadan, tekrar arabaya doluştuk. Sabahın ilk ışıklarında Paris caddeleri henüz canlılığına kavuşmamış gözüküyordu. Bir süre sonra araba yine geniş bir kavşakta durdu. Önden bir grup arabadan indi. Ben de onların peşi sıra indim. Şoför bazı açıklamalarda bulundu, ancak çoğunu anlamamıştım. Tekrarını rica ettim. Yine de iyi anlamadım. Dedim, gruptan kopmazsam, arabayı tekrar bulabilirim. Paris’in en ünlü bulvarı olduğunu sonradan öğreneceğim Şanzelize bulvarında grubun peşi sıra yürümeye başladım. Araba da bizden uzaklaşmıştı. Gruba yanaşarak, onlarla birlikte dolaşmayı önerdiysem de, sıcak karşılanmadığımı davranışlarından sezdim. Böylece bir anda Paris’in göbeğinde yapayalnız kalmıştım. Doğrusu bu ya, siz buna, panik de, diyebilirsiniz. Bir yandan grubun beni istememesi, öte yandan koca bir metropolde tek kelime Fransızca bilmemem korkutuyordu beni. Çaresiz dolanmaya başladım. Geniş caddelerde, elimde fotoğraf makinemle birkaç görüntü aldıktan sonra, anlaşabileceğim bir insan aramaya başladım. Bir polise yanaştım. Polis, İngilizce bildiğini, söyledi. Ardından orta yaşlı bir bayana, Almanca konuşabilir misin, diyecek oldum, suratıma ters ters baktı;” Sabah sabah bu da nereden çıktı?”, der gibi. Bir ara gözüm esmer teniyle Akdeniz insanını andıran bir kamyonet şoförüne ilişti. Ona da aynı soruyu yönelttim. Omuz ve el hareketlerinden, onun da bana yardım edemeyeceğini anladım. Umudum tükenmeye başlıyordu. Beynimde, acaba tren istasyonuna nasıl ulaşabilirim, en kısa yoldan Almanya’ya nasıl geri dönebilirim, gibi fikirler uçuşuyordu. Saatler ilerlemiş, güneş neredeyse bir mızrak boyu yükselmişti. Bulvar yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. O sıra, cadde üzerinde çeşitli ülkelerden gelen turist otobüsleri görünmeye başlamıştı. Demek ki bunların pek acelesi yokmuş diyordum, kendime. Ancak henüz bir Alman otobüsüne rastlamamıştım. Çünkü tek umudum, bir Alman otobüsüydü artık. Ha bu arada, bizim arabayla karşılaşma fikri, hiç de fena sayılmazdı doğrusu! Birden karşıma Hamburg yönünden geldiği üzerindeki yazılardan anlaşılan bir otobüs çıkıverdi. Annesini lunaparkta kaybedip, birden bulan bir çocuk coşkusuyla arabaya yöneldim. Ellerimi kollarımı sallayarak arabayı durdurdum. Tane tane konuşarak, durumumu açıkladım. Nihayet öğrendiğim bir dilde konuşan insanı bulmuştum. Bu durumlara alışık olduğu anlaşılan şoför arabaya binmemi istedi. Daha sonra da 500 metre sonra bir meydana geleceğimizi, o meydanda kendi arabama rastlayacağımı kesin bir dille anlattı. Şoförün sözlerini yutarcasına dinleyip, anlamaya çalışıyordum. Ne de olsa, o, benim kurtarıcım olabilirdi. Meydana geldiğimizde birkaç minnet sözüyle arabadan indim. Geniş meydanda tekrar dolanmaya başladım. Çevremdeki her şey bana, ben de onlara yabancıydım. “Ne iyi ettim de şu Paris’e geldim” demek, bana kısmet değilmiş, diyor, üzülüyordum. Gözümse hep otobüslerdeydi. Oysa o meydanda görülecek o denli güzellikler vardı ki! Aaa! Gözlerime inanamıyorum; şu karşıdan gelen bizim otobüs değil mi? Sevincimden onca araç yoğunluğuna aldırmadan, arabaların arasına dalıyorum. Bu kez, Hamburg otobüsünü buluşumdan daha büyük bir keyifle el kol sallıyorum. Diğer araçlardaki, bizim otobüsteki insanlar ne diyormuş, umurumda bile değil. Şoförümüz de beni tanımış olmalı ki, hemen kapıyı açıverdi. Arabaya binip, kendimi koltuğa bıraktığımda duyduğum sevinci, varın siz hesap edin. Paris mi beni gezdi, ben mi Paris’i gezdim, bilmem anlatabildim mi? **/**
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |