Özgürlük sevdası insanın başkalarına duyduğu sevgidir; güç sevdası insanın kendine duyduğu sevgidir. -Hazlitt |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahalliloğlu Sabah çayımı efendi efendi yudumluyorum. Gazete elimde. Henüz afyonum patlamamış. Boyalı basında yer alan haberlere şöyle göz ucuyla bakıyorum. Derken, damağımı yakan çayla irkiliyorum. Tabii bu durumda mahmurluk falan kalmıyor. Bir yandan küfrederken öte yandan da dikkatimi dağıtan habere eğilmekten kendimi alamıyorum. Habere göre, artık meteroseksüel erkekler de en az kadınlar kadar süslü ve bakımlılarmış. Kendileri için üretilen çeşit çeşit kozmetik ürünlerden güzellik merkezlerinde verilen hizmetlere kadar her türlü konfordan yararlanabiliyorlarmış. Üstelik en çok ilgi gösterenler de tutucu kesim olarak bildiğimiz İslami geleneklere sıkı sıkıya bağlı erkeklermiş. İyi mi? Sakın, ‘uyanda balığa çıkalım’ filan demeyin. Çünkü, ‘beyinsel ve ruhsal beslenmemi’ doğru biçimde yapmak için ‘zehirli atıklar’ olarak nitelediğim boyalı basından azami şekilde uzak durmaya çalışıyorum. En azından zamanımı ve enerjimi doğru biçimde kullanma açısından diyelim. Her neyse, bir dizi ayrıntının verildiği haberi, kulağı küpeli çekici bir erkek fotoğrafı süslüyordu. Gözlerim ‘şeytan çekici yakışıklı’ ile küpesine takılı, öte yandan da aklım haberde. İnsanın bakımlı ve temiz olması çok hoş diye düşünürken, kozmetik sanayinden yola çıkarak makyaj ve kadın arasında ancak yüzeysel bir bağ kurabilen ve bunları ‘kadının cinsel meta olarak tüketilmesi’ gibi modası geçmiş sığ yorumlarıyla süsleyenleri de anımsamadan edemiyorum. Yüzümde hınzır bir gülümseme eşliğinde tıkır tıkır çalışmaya başlayan çılgın hayal gücüm hareket geçti bile... (Çılgın hayal gücümün nelere kadir olduğunu bilenler, amanın yandık diyecekler ama ne yazık ki artık çok geç.) Bir yandan da gözüm hala küpede. Bakın şimdi o küçücük küpe başımıza neler neler açacak. ‘Deli Deli Kulakları Küpeli’ parçasını duyduğumuzda hangimiz popomuzu kıvırta kıvırta dans etmedik.? Küpe ve erkek. İki kelimeyi aynı cümlede yan yana kullanan bu parça, sıradan bir zamane şarkısı olmaktan öte modern zaman erkeğinin kendini ifade ediş tarzındaki değişime de işaret ediyordu. Tarihi çok iyi bilmediğimizden olsa gerek, bir çok insan erkeğin kullandığı küpeyi yeni bir akım, ‘zıpçıktı’ bir moda sanır. Halbuki, bu düpedüz tarihe ve sanata önem vermemekten kaynaklanan bir bilgisizliktir. Ortaokul tarih kitabının sayfalarında olanca görkemi ile yer alan Yavuz Sultan Selim’i profilden gösteren resmi gördüğüm günü çok net hatırlıyorum. Sultan görkemli olduğu kadar düşündürücüydü de. İhtimal öğretmenimiz, Yavuz Sultan Selim’in önderlik ettiği şanlı savaşlardan bahsederken ben Sultan’ın kulağından sallanan beyaz inci küpeye takılmıştım. Tümüyle şok olmuştum. Koca Sultan’ın kulağında sallanan kallavi küpe de neyin nesiydi? Nerdeyse, ‘zümrüdü anka’ kuşunun yumurtası büyülüğünde bir inci küpe öyle kolay yenilir yutulur bir lokma değildi. Ve dolayısıyla, benim gibi bir zıpçıktının da bu inci küpeye sevdalanıp dersten kopmasından daha doğal bir şey olamazdı. Ressam ne yaptığının farkında mıydı acaba? Bu ne densizlikti? Aslında, burada densiz olan düpedüz bendim. Densiz olmakla kalsam yine iyi, aynı zamanda kara cahildim. Bana öğretilen değerler ışığında, erkekler takı takmazdı ve takanlar da toplum tarafından hoş karşılanmazlardı. (Bu bile tarih hakkında hiçbir şey bilmediğimizi ve bize öğretilen daha doğrusu ezberletilen ve ezberlediğimiz hızla unuttuğumuz zırvalıkların tarihle yakından uzaktan ilgisi ve alakası olmadığını gösteriyor.) Sınıf, yapılan savaş ve kazanılan Osmanlı toprakları ile ilgilenirken ben bütün utanmazlığımla, küpenin çok hoş olduğunu ve beyaz elbiseme de çok iyi gideceğini düşünmekteydim. Yavuz Sultan Selim hakkındaki o anda edindiğim ilk kanı, çok zevk sahibi olduğu ve pala bıyıklarına rağmen küpeyi büyük bir azametle taşıdığıydı. Üstelik, istemeye isteme de olsa küpenin Sultana çok yakıştığını kabul etmek lazım. (Bana daha çok yakışırdı ama konumuz bu değil.) Küpe deyip geçmeyin. Çünkü ardında, kocaman bir toplumsal ritüeller zinciri var. Her bir halka, başka bir halkayı yada kurallar zincirini bir diğerine bağlayan davranış kodlarının bileşkesi. Yani, yap boz oyununun küçük parçaları. Güzel bir tablo yapabilmek için yap bozun bütün parçalarını anlamlı bir biçimde bir araya getirmek durumundayız. Bu halkalar, toplumdaki sosyal statüden, zenginliğe, oradan sınıfsal farklılıklara ve politik güce kadar uzanan bir sosyolojik okumaya işaret ediyor. O dönemlerde, sadece Osmanlı’da değil, bütün Avrupa’da takı takmak bir sosyal statü sembolüydü. Yani kazanılmış ‘hak’tı. Asil değilseniz takı takma hakkınız yoktu. Bu kadar basit. İşe en güzeli, en başından başlamak. Antik Yunan’da, Roma’da ve diğer medeniyetlerde, arkeolojik buluntular, duvar freskleri, renkli mozaikler, vazolar, yazılı metinlerde kadınlar kadar erkeklerin de takı taktığını gösteriyor. Ağırlıklı olarak yüzükler, asil sınıfta çok ciddi bir ‘sınıfsal gücün’ net göstergesiydi. Asil sınıfta, asalet ve mal varlığı babadan oğula yüzükle birlikte geçiyordu. Aynı şekilde, erkeklerin kullandığı süslü bilezikler, tokalar hep zenginliğin ve aynı zamanda gücün bir sembolüydü. Daha ötesi, sadece Tribün’ün kullanmaya hakkı olan kıyafetler, renkler, takılar, peruklar vardı. Mesela, mor renk neden Roma İmparatorlarının rengidir ve neden hep Neron’u çağrıştırır acaba? Renk analizlerine baktığınızda, Mor rengin karşısında imparatorların rengi, gücün simgesi diye yazar. 1970’li yıllarda, ciddi bir salgına dönüşen ve bir dolu kırık çıkıkla sonuçlanan bir ‘apartman topuk’ modası vardı. Nereden çıktı sanıyorsunuz? Bu modanın kökeni, Antik Roma’ya kadar uzanıyor. Apartman topuklu ayakkabılar, o dönemde sadece Roma Tribünlerinin kullanma hakkı olan özel bir ayakkabıydı. Bu bilginin kaynağı 17. Uluslararası İzmir Festivali kapsamında İzmir’e gelen Büyük Moskova Balesi’nin baş koreografları ve yöneticileri Natalia Kasatkina ve Vladimir Vasilyov ile yapmış olduğum söyleşiye dayanıyor. ( ‘Spartaküs Balesi Büyüledi’ başlıklı yazıya Klasik Müzik Dergisi Andante, Ağustos – Eylül 2003, Yıl :1 Sayı : 6, Sayfa 88’den ulaşılabilir.) Kasatkina ve Vasilyov çifti, 1950’li yıllarda dünyaca ünlü Bolşoy Bale Topluluğunun yıldız dansçılarıydı ve aile dostları Aram Haçaturyan ile 40 yıllık bir dostlukları vardı. Bestecinin 100. doğum yıldönümü nedeniyle, Aram Haçaturyan’ın müziklerini bestelemiş olduğu ‘Spatraküs Balesi’ni yeniden sahneye koymaya karar verirler. Dekorundan kostümüne, koreografisinden öyküye kadar her şeyin aslına uygun olması için balenin ön hazırlıklarını yapmak üzere İtalya’nın Padua şehrine giden çift, burada bir yıl boyunca Padua’da üniversite kütüphanesinden yardım alırlar. Uzun soluklu arşiv taraması sonucunda, antik el yazmalarından, eski yazıtlara kadar birçok belge incelenir ve konu hakkındaki uzmanların görüşleri alınır. Ve sonuçta, bale Spartaküs’ün yaşadığı dönemin aslına uygun olarak yeniden sahne üzerinde yaratılmaya çalışılır. Kasatkina ve Vasilyov’un kostüm tasarımı sırasında rastladıkları en ilginç ayrıntılardan biri de balede özellikle kullandıkları ‘apartman topuklar’ olmuş. Gerisini, Natalia Kasatkina’nın ağzından dinleyelim. ‘Yüksek tahta topuklu ayakkabılar, eserde önemli kişileri tanımlayan ilginç bir ayrıntı. Antik Roma ve Yunan Kültürleri birbirlerine çok yakındır. Bu kültürlerde, yüksek topuklu ayakkabılar bir statü göstergesiydi ve halkın bunları giymesine izin verilmezdi. Bu hak, yalnız tribünlere aitti ve onlar bu ayakkabılarla toplum içersine girdiklerinde adeta varlıklarını duyurmuş oluyorlardı. Biz tahtadan özel olarak tasarlanan bu yüksek topuklu ayakkabıları toplumdaki yönetici sınıfını simgesel olarak belirlemek için kullandık. Bunları sahne üzerinde giyen dansçılar, toplumdaki çok önemli şahsiyetleri temsil ediyor…’ Aynı dönemlerde ise Mısır uygarlığı antik dünyanın kültürel bakımdan en zengin uygarlıklarından biriydi. Makyajdan, peruklara, bu gün bütün tasarımcılara ilham kaynağı olan o muhteşem takılara kadar çok zengin bir kültür birikimiydi. Bu kültürde, kadın ve erkek aynı şekilde makyaj yapıyor ve takı takıyordu. Hatta peruğunu takmadan toplum içine çıkmak o kişi için ciddi bir prestij kaybı demekti. Kişinin kıyafetine, makyajına, takılarına ve peruğuna baktığınızda hangi görevde olduğunu ve toplum içindeki sosyal statüsünü tereddütsüz söyleyebilirdiniz. Çünkü, herkesin toplumsal konumu kıyafet, takı ve makyaj bileşkesinden oluşan bir davranış kodları ile belirlenmişti. Makyaj da başlı başına, tıpkı bir ayin gibi yapılması zorunlu bir görevdi. Mısır, güneşin çok sıcak olduğu ve güneş altında çalışanların gözlerini güneş ışınlarından korumak zorunda kaldıkları bir ülkedir. Hiyegroliflerde tarihin belki de yazılı olan en eski grevlerinden biri anlatılır. Krallar vadisinde, kral mezarlarının yapımında çalışan işçiler, yemek, şarap ve makyaj malzemelerini alabilmek için iş bırakmışlardı. Yanlış duymadınız, makyaj malzemelerini alabilmek için greve gitmişler. Kadın, erkek çoluk, çocuk herkes gözlerinin çevresine özel bir boyayla siyah kalın bir hat çiziyordu. Bunu, güneş ışınlarını yansıtan ve gözleri koruyan o dönemlerin güneş gözlüğü olarak kabul edebilirsiniz. Evet, hiyograliflerde anlatılan hikayeye göre, işçiler istediklerini almışlar ve çalışmaya kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Buna ek olarak, çalışan bir işçinin gözlerine siyah kalem çeken başka bir işçiyi tasvir eden duvar resimlerini, krallar vadisinde bulunan mezarlardaki duvar süslemelerinde görebilmek mümkün. O dönemde, Antik İpek Yolu Çin’den Roma’ya kadar uzanan çok önemli bir kervan yoluydu. Konakladığı her şehre taşıdığı, nadide ipekler, altın değerinde baharatlar, kokular ve zor bulunan kıymetli ürünler dışında, kültür de taşıyordu. Doğudan gelen kokular, batıya Roma’ya, Yunanistan’a ulaşırken konakladıkları her şehirden kültürel bir zenginliği de antik dünyaya ulaştırıyordu. Kıymetli taşlar, özel yağlar, kokular gibi. Roma’nın hamamları antik dünyada çok meşhurdu ve buralarda özel yağlar eşliğinde masaj yaptırmak dönemin olmazsa olmazlarından biriydi. Doğal olarak, bu kokular, kıymetli taşlar ve yağlar erkeklerin de kadınların da aynı oranda ilgisini çekiyordu. Ve her iki cins tarafından aynı oranda tüketiliyordu. Farklı coğrafyalarda yaşayan kültürler için de buna benzer bir durum söz konusuydu. Afrika kabilelerinden ve Amerikan Kızılderililerinden de çok kısaca söz etmekte fayda var. Afrika kabilelerinde kabile şefleri, yönetici olduklarını vurgulamak ve ellerindeki gücü göstermek için boyunlarına çeşitli hayvanların kemiklerinden hazırlanan kolyeler, deldikleri burun ve kulaklarına çeşitli takılar takarlardı. Bugün hala bu gelenek Afrika’daki bazı kabilelerde devam etmekte. Aynı şekilde, büyük av hayvanlarını öldüren kabilenin kahraman avcıları güç ve cesaret simgesi olarak aynı şekilde takılar kullanırlar. Çeşitli dinsel ayinlerde kabilenin büyücüsü dahil olmak üzere bütün kabile üyelerinin yüzleri ve vücutlarını boyadıkları biliniyor. Aynı yüz boyama geleneğine, Amerikan Kızılderilileri için de geçerli. Savaş öncesinde, ‘savaş boyalarını sürme’ gelenekleri çok meşhurdur ve söylenen şarkılarla bu tören bir ayin haline getirilmiştir. Aynı şekilde, vücuda ve yüze boya sürme adeti dinsel törenler için de geçerlidir. Erkek ve kadınlar başlarına taktıkları tüyler, boyunlarına astıkları çeşitli kolyelerle sosyal statülerini belirliyorlardı. Hıristiyanlık sonrası dönemlerde, feodal dönemin tüm şiddeti ile yaşandığı Ortaçağ Avrupa’sında, takı kadın ve erkek için direk olarak asalet anlamına geliyordu. Basitçe, toprak sahibi derebeyleri, saray aristokrasisi dışında takı kullanmak hemen hemen imkansızdı. Birincisi, yasaktı. Avamın kullanma hakkı yoktu. İkincisi, o değerli ürünleri alamayacak kadar fakirdiler. Bu dönemlerde, erkekler de kadınlar gibi takı takıyordu. Hatta, İngiltere Kraliçesi 1. Elizabeht’in babası Kral 4. Henry’nin kulağındaki küpelerle resmedilmiş tablosu çok ünlüdür. Aynı şekilde, erkeklerin kullandıkları kolyeler kimi zaman yüklendikleri görevi işaret eden belirleyiciler olmuşlardır. Mesela kent yöneticileri, boyunlarında özel kolyeler taşırlardı. Yüzükler ise gerektiğinde, resmi evraklarda belirleyici bir mühür olarak kullanılıyordu. Balmumuna batırılan ve zarfı kapattıktan sonra üzerine basılan yüzükler, o asilin kendisine ait özel armasını da taşıdığı için miras gibi hukuksal işlemlerde önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Yani takmaktan öte, hukuki yönde de işlevsel olarak kullanılıyorlardı. Yakın çağ ile birlikte, özellikle Fransız saraylarında eğlencenin ve lüksün zirveye tırmandığı bir dönem yaşandı. Erkeklerin en az kadınlar kadar çok makyaj yaptığı, pırıltılı kostümlerin, dantellerin, pudraların, parfümlerin bolca kullanıldığı bir dönem. Erkeklerin dudaklarını boyadıkları, pudra sürdüklerini, parfüm kullandıklarını, kadınlar gibi parlak satenden yapılan, ipek giysiler içinde dolaştıklarını tarihi kayıtlardan biliyoruz. Lüks yaşamın sınırlarının zorlandığı bu dönem, 1789 Fransız İhtilaline kadar devam etti. İhtilal, temelinde özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi önemli kavramlara dayanıyordu ama bunlar zamanla çok tekrarlanan ve tekrarlandıkça inandırıcılığını yitiren bir masala dönüştü. Sezgisel olarak bunların bugün ancak pastanın üzerini süsleyen çikolata sosu olduğunu anlayabiliyoruz. Gerçekte, her şey para ile toprağın kapışmasından çıktı. Devrimin nedenleri çok kabaca, özgürlük ve eşitlik olarak toparlanabilir ama aslında asıl neden toplumsal davranış kodlarında yapılmak istenen zorunlu bir değişimdi. Zamanla ticaretle çok zenginleşen burjuva, toprak sahibi olan fakat parası olmayan aristokrasiye karşı ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Ve sonuçta, para ve toprak arasındaki denge, paranın lehine bozuldu. Para, toprağı alaşağı etti. Bunu yaparken, taşeron olarak sokağı kullandı. Bu durumda, şu ağzımızın suyunu akıtan ama bir türlü tadamadığımız ve ancak karşısında yalanmakla iktifa etme durumunda kaldığımız çikolata sosu meselesine geliyoruz. Çok lezzetli bir karışım olarak hazırlanan ‘özgürlük ve eşitlik sosu’ kaz tüyüyle kaleme alınan ve italik harflerle yazılmış menüdeki tatlının üzerine döküldüğünde, bu gerçek anlamda Fransız Mutfağının bir zaferi oldu. Nefaseti öylesine hassas bir dengeye oturtulmuştu ki, kendilerine yemeğin servis edilmesini bekleyenler, sofraya pastanın üzerindeki sos olarak servis edildiler. Ve bu, Gourme tarihinin en eğlenceli şakasına dönüştü. Hadi , sizi yormayalım, olayı basite indirgeyelim. Yani, burjuvazinin ‘elma şekeri’ karşılığında kandırdığı köleler, sadece efendi değiştirdiler. Artık toprak sahiplerine değil, paraya yani kapitalizme hizmet ediyorlardı. Hoş geldin kapitalizm dönemi. Gelelim bizim kılık kıyafet, takı ve kokularımıza ve de başımıza açtığı dertlere… Şimdi kalkıp bütün bunları yukarıdakileri kullanmak için yaptıklarını söylesem, büyük ihtimal zırvalık deyip yazının geri kalanını okumayacaksınız bile. Tamam, değiştirelim. Burjuva, ‘kan bağı’ ile alamayacağı ayrıcalıklı sınıfa ait ‘ayrıcalıkları’ ‘satın alma’ yoluna gitti desek. Sizi yumuşatabilir miyiz? Hala mı ? Iıııııııh. O zaman edinimlerin, paraya tahvil edilmiş hali diyeceğiz. Durumu, ‘ayrıcalıklı dünyaya’ dahil olamayan burjuvanın, o dünyaya ait olan ayrıcalıkları satın alarak ve kullanarak, dolaylı yollardan sanki o ‘ayrıcalıklı dünyanın’ bir üyesiymiş gibi davranmak istemesi olarak özetleyebiliriz. Sonuçta, burjuvazi, aristokrasiyi alaşağı etti. Buna kısaca, sokak diliyle parayla toprak kapıştı. Para, toprağı ‘dövdü’ diyebiliriz. Ve çok şey değişti. Bu arada, binlerce yıl sonra, halk kökenli burjuva, sınıfsal ayrıcalık olarak kabul edilen bir takım simgesel ritüelleri kullanma özgürlüğüne de kavuştu. Makyaj, takı, kıyafetler gibi. Yapmayın yani devrimden önce bunlar halka yasak mıydı yani diyeceksiniz. Hayır bir kısmı değildi elbet ama burada kast edilen, sadece aristokrasinin kullanımına açık olan ‘kalite’ ve ‘kişiye özel tasarımlar’ gibi sıradan kişilerin asla ulaşamayacakları ‘ayrıcalıklardı’. Ayrıca, sosyal hayatı yöneten ahlak kurallarını ve din öğesini kullanılarak halk üzerinde kurulan baskıyı da göz ardı etmeyelim lütfen. Hadi gelin yorulanlar için beş dakika ihtiyaç ve çay molası verirken, biz sizi Kraliçe Viktorya dönemine götürelim. Tıpkı, Kraliçe Viktorya dönemi İngilteresi’nde geçen bir öyküde, yazar Oscar Wilde’ın ‘Lord Arthur Savile’in Suçu’ öyküsünde anlattığı gibi. (Bordo – Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Öykü, Türkçesi : Sevil Cerit, ISBN 975-8688-33-2, Sayfa : 46-47) Hikayeye göre, Chichester Başpapazının kızı Jane Percy, yengesine yazdığı mektupta kelimesi kelimesine aynen şöyle der : ‘Çok Sevgili Yengeciğim, Dorcas Derneği için gönderdiğiniz o pazen için çok teşekkür ederim ve ayrıca o çizgili pamuklu kumaş için de. Onların güzel şeyler giymek istemelerinin saçma olduğu konusunda sizinle aynı fikirdeyim ama bugünlerde herkes öyle radikal ve dinsiz ki, üst sınıflar gibi giyinmeye çalışmamaları gerektiğini onlara anlatmak çok zor. Sonumuzun nereye varacağını bilmiyorum. Babamın vaazlarında daima söylediği gibi imansızlığın hüküm sürdüğü bir devirde yaşıyoruz.’ Çok çarpıcı değil mi? Değil takı takmak, giyilecek kumaşın cinsi için bile neredeyse izin almak bir gerekliydi. Kulağa şaka gibi gelen bu durum, Kraliçe Viktorya İngilteresi’nde ve diğer uygar(!) ülkelerde son derecede doğaldı. Ahlaki kaygılar bir yana, toplum içinde tartışılmaz bir güce sahip kilise yoluyla durum mutlak biçimde kontrol edilerek, Fransız İhtilali ve yol açtığı olası sonuçlar da göz önüne alınarak, avamın dizginlerine daha sıkı asılınması gerekliliği doğuyordu. Sonuç olarak, herkes haddini bilmeliydi. Ama haddini bilmeyen burjuvazi buna pek kulak asmadı. Gelelim Fransız İhtilaline ve ticaretle semirmiş olan paralı Burjuvaziye yada bizim görgüsüz yeni zenginlerimize. Savuracak parası olan ama ‘asil’ olmadığı için bunu beceremeyen burjuvazinin sınıf atlama çabalarına. Sonradan görme yeni zenginler için kullanılan ‘social climber’ (kelimesi kelimesine tercüme edince ‘sosyal tırmanıcılar’ gibi garip bir anlam çıkıyor ama artık kusura bakmayacaksınız) kelimesinin de nereden geldiğini böylece anlamış bulunuyoruz. Özet olarak, ‘parası’ olan ama bunları satın almak için ‘statüsü’ olmayan burjuva, bunları kullanabilme imkanına erişti. Yani kan bağı ile asla erişemeyeceği ‘statüyü’, ticaretten kazandığı parayla ‘satın aldı’. Sanayi devrimi ile birlikte fabrikaların açılması seri üretimin önünü açtı. Ve moda olarak kabul edebileceğimiz ve geniş kitlelere pazarlanabilecek seri üretimin karşısında aristokrasi, kendi ‘houte couture’nü yaratarak ‘avamdan’ ayrılmanın bir yolunu buldu. Gelelim modern zamanlara. Modern zamanlarda, birinci dünya savaşı sırasında erkek nüfusun savaşa gitmiş olması zorunlu olarak kadınları fabrikalar dışında ofis yaşamına da soktu ve kadın ‘para kazanmaya’ başladı. Ekonomik özgürlüğünü yavaş yavaş kazanan kadın buna paralel olarak tüketme özgürlüğünü de kazandı. Yani, para harcamaya başladı. Kendi kazandığı parasını, özgürce harcamanın dayanılmaz hafifliğini keşfetti. ‘Yaşasın, özgürlük!’ sloganıyla çıktığı çarşı pazar macerasında, kendini ifade edebileceğini düşündüğü ürünler almaya başladı. Kıyafet, takılar, makyaj malzemeleri… Bir çok kişi hayal kırıklığına uğrayacak ama çok sık iddia edilenin tam aksine kadın, tükettiği kozmetik ürünlerini, kendisini ‘cinsel ve ticari bir meta’ olarak pazarlamak yada erkeklerin hoşuna gitmek için değil neredeyse beş bin yıllık bir süreç sonunda kazandığı ‘ekonomik özgürlüğünü’ ‘kutlamak’ için kullanmaktadır. Bağımlı olduğu süre dikkate alındığında, topu topu yüzyıllık bir ‘kutlama’ fazla olmasa gerek. Modern zamanlarda, kadın kadar erkek de takıyor, sürüyor, sürüştürüyor ve giyiyor. Sahi, onlar neyi kutluyor? Günümüzde erkekler kozmetik ürünlerini kadınlara oranla daha çok tüketiyor. Gidişata bakılırsa, tüketim konusunda ciddi biçimde kadınlara rakip oldular bile. Hatta, kutlamanın boyutları kadınları kıskandıracak düzeye erişti. (Bu arada, hınzırlığımı bilenler İslami kesimden gelen meteroseksüel erkeklerin kozmetik ve güzellik salonlarına olan merakını es geçtiğimi yada atladığımı sanmasınlar, o konuya özel ilgi ve alaka göstereceğimi hemen satır arasında ifade ederek içinizi rahatlatayım dedim efendim. Eğlencenin sınırları yok değil mi, merak buyurmayınız, bir sonraki yazıda, konuya gereken sevgi, ilgi ve alaka gösterilecektir.) Nereden nereye değil mi? Siz takı ve giyimin zaman ve mekanda yaptığı eğlenceli maceraya tanıklık ederken ben hala büyük bir utanmazlıkla Yavuz Sultan Selim’in pala bıyıklarına rağmen kendine yakıştırmayı bildiği o kallavi inci küpeye takılı kaldım. Ne yalan söyliyeyim, hala o inci küpenin beyaz elbiseme çok iyi gideceğini düşünüyorum. Yavuz Sultan Selim dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu mu? Siz de çok hoşsunuz. Nereden bileyim? Ben hala o ‘inci küpeyle’ meşgulüm.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |