..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Soyut > neslihanca




19 Şubat 2007
Dar Sokaktaki Sessiz Çığlık  
dar sokakdaki anılar...

neslihanca


dar bir sokakta gizli kalmış anılar...


:BCGC:
DAR SOKAKTAKİ SESSİZ ÇIĞLIK

Koşar adım yaşıyorduk öyle hızlı, öyle acımasız olan bu hayatta. Belki çaresizlikti bu. Ama istesek de istemesek de böyle işte. Düzen böyle deyip kapılıveriyorduk biz de bu kervana, farkında bile olmadan.

İki ay önce İstanbul’daydım, orada gördüklerim aklıma takıldı birden. Bir antikacıda dolaşıyordum. Eski bir fotoğraf vardı gözüme ilişen bir tarafı yırtılmış, siyah beyaz. Eskinin uzun yakalı çizgili gömleği, kalın genişçe kravatı vardı resimdeki adamın üstünde. Birde belki yarın yaşayacak mıyım? Sorusuna cevap arayan gözleri. Belki çocukları vardır bu resmin,kim bilir? Benim içinse dükkânın köşesinde kalan biraz tozlanmış, eski ama çok eski bir resim. Ardından iki adım attıktan sonra, onun yanında eski bir plak ve bir gramofon vardı. Çalışır mı acaba? Hacı Arif Bey mi vardı içinde? yoksa Müzeyyen Senar mı? Bilmem ama; Mazi vardı içinde, kocaman terk edilmiş bir tarafa. Biraz kırılmışlardı sanki evlatlarına. Kim bilir? Ne emeklerle yapılmıştı, hangi geceler boyu çalışmalarla. Kaç kişi ekmek kazanmıştı? Ne ümitlerle alınmıştı? Kim nasıl bir zevkle dinledi bu plakları? Belki de en yakının hediyesiydi bu sahibine, beni hatırlasın dinledikçe diye. Ne duygularla bestelendi, ne ümitlerle çalındı? Kim? Neden? Satmıştı bunu. Evinde yer açmak için mi? Yoksa sıkılmıştı da o yüzden mi? Satıvermişti buraya bir liraya, kim bilir? Bilinmezlikler o kadar da çok ki...

Sadece bunlar mı? Hayır, Zeki Müren vardı, “Bir Aşk Hikâyesi” vardı. Biraz daha kurcalasam, açsam kolinin dibini, çıkacaktı bir Itri, bir Tamburi Cemil, Dede Efendi ve Hacı Arif Bey. Çok zamanım olsaydı dedim, o an. Plağa koymak dinlemek, o eski günlere dönmek. Ne güzel olurdu. Onların tozu silinirdi. Benim de kulaklarımın pası.

Onları bıraktım kendi hallerine tozlu raflarda. Kim bilir? Kimler gelecekti, kimler dokunacaktı elleriyle, kimi acıyarak bakacaktı, kimi de dalıp gidecekti benim gibi uzaklara, özlemle...

İki adım ötede eski bir saat vardı, kırmızı akrebi, kırık yelkovanıyla, yediği darbelerle yorgundu sanki. Kırık bir pipo, ucu berelenmiş, çizilmiş, on kere yere düşürmüşler sanki. Kim? hangi zevkle kullanmıştı çok zaman evvel. Piponun arkadaşıysa, eski kocaman avizesi olan siyah bir telefon, hani o Filiz Akın’ın kaldırıp da efendim dediği, telefonun aynısı. Çalışır mı? Belki? Kaç sevinçli habere tanık oldu, yeni yıl mesajına ya da bayram kutlamalarına. Dillenip konuşsa ne sevdalar anlatırdı, ne sırları paylaşırdı benimle. Geçen o kadar zalim, bir kadar hoyratça yaşanan yılların ardından...

Kahverengi kocaman bir radyo, üstüne örtüler örttüğümüz, rengi sarı ya da krem olan danteller. Her sabah elimizle, dalgasını düzelttiğimiz, zaman zaman parazit yapıyor deyip kızdığımız. Şimdimse bu parazitler bana bir senfoni gibi gelen, geçmişin güzel hatırası.

Askıda duran telleri olmayan bir mandoline daldı gözlerim. Öyle yıpranmış, öyle yorgun, bir o kadar yalnız. İlkokulda tanışmıştım mandolinle, müzik öğretmenimizle beraber gelmişti sınıfımıza. Onunla o kadar çok parça öğrenmiştik ki. Tohumlar fidana mı dersin, Atatürk ölmedi yüreğim de yaşıyor mu dersin, daha neler…

Gitar vardı bir de oksu sarı rengiyle. Onu da aldım elime. Benim gitarımdan daha açık rengi, bir o kadar da yaşlıydı sanki. Sahibi onu hoyratça kullanmıştı. Altında ki mi teli kopmuştu, la teli de o kadar paslanmıştı ki, sanki günlerce yağmurda kalmıştı. Elime alıp da şöyle bir la minör çıkarmaya çalışınca, la minörden başka bütün sesler çıkmıştı. Renklerin abuk sabuk dağıldığı bir ses kümesi oldu birden. İnsanı dinlendirmekten çok rahatsız eden. Aldım onu, bir çocuğun kıvırcık saçlarına dokunurcasına sakin, dağıtmaya çalışmadan, okşamaya benzeyen dokunuşlarla askıya uzandım, bir emaneti tutar gibi yerine astım. Ve düşündüm, acaba kime nasip olacak? Kimin sevdiği olacak? Kim telleriyle can verecekti duygularına. Onu köşesinde yalnız bıraktıktan sonra, adımlarım yavaş, sessiz dükkân sahibinin olduğu köşeye doğru yöneldim. Bir şeylere çarpmaktan o kadar çok korkuyordum ki, her şey üst üste konulmuştu. Bir yere değsem kazayla, hepsi devrilecek, kırılıverecekti. Her köşede o kadar farklı parçalar vardı ki, birini görünce öbürüne kayıyordu gözüm. Ve ona, ona derken daha çok parçayı izliyordum hızlı hızlı. O kadar çok seçkin parçalar vardı ki, hepsi de bana bak! Bana bak! diyordu sanki. İlgisizlikten, terk edilmişlikten, sıkılmış bir şekilde.

En sonda ki masada, kapalı bir cam içinde eski paralar vardı. Kimi biraz kararmış, biraz paslı kuruşlar, liralar bütünü. Kimisinin ortasına delikler açılmış daha yıllar öncesinden. Kâğıt paralar vardı, üzerinde on Türk lirası yazan. 1970 tarih ve 1211 tarihli kararla çıkartılmıştır yazısı olan. Atatürk resmi vardı ön yüzünde, üstünde ceketi ve beyaz gömleği, haki yeşili rengiyle. Arkasını çevirince bir kız öğrenci vardı, elinde büyük papatyalarıyla, onun yanında da iki kız çocuğu daha vardı, iki de erkek. Karşılarındaysa o büyük insan. Takım elbisesi içinde, çocuklara severek bakan gözlerle, çiçeği öbür ucundan tutmuştu.

Okula ilk başladığım yıllarda bir simit aldığım on Türk lirası, yıllar sonra, yirmi bir mayıs günü, İstanbul’un dar sokaklarının birinde karşıma çıkmıştı. Ve götürmüştü beni yıllar öncesine, bir ilkokul kantinine...

Camdan içeri bakınca eski yüzükler olurdu ya, hani Türk Filmlerinde büyük taşları olan, rengârenk. En çokta kırmızı. Fakir genç annesinin ya da babaannesinin hatırası olarak saklarda, aradığı kızı görünce ona uzatır, parmağına takardı ya. O da onu büyük bir hatıra olarak saklardı her zaman, evlendikten sonra bile. Evet, bu tarife uyan yüzükler vardı orada, cam vitrinin içinde. O biraz tozlanmış ve de sararmış, vitrin olarak kullanılan camın ardında. Ve benim gözüm yeşil olana takıldı birden. Gümüştü ama üzerinden geçen zaman onu öylesine yıpratmıştı ki kararmıştı. Olmuştu beyaz olan rengi, biraz gri. Üzerinde de parlak, yemyeşil birkaç taş vardı. Taştan kaç tane olduğunu tam olarak sayamadım ama iki tanesi düşmüştü. Kim bilir? Nereye. Belki sahibinin parmağından bulaşık eviyesine yuvarlanmıştı. Ya da denerken bir müşterinin parmağından kayıp gitmişti, dükkânın alt raflarından birine ya da alta ki tahta kaplamanın içine, saklanıvermişti birden. Kaç ayak basmıştı üzerine...

Ben bu yüzüğü seçtim kendime hatıra olarak, bu sessiz dükkândan. Belki bir daha asla uğramayacağım bu dükkândan. Bir tesadüf olarak geçen yıl gelmiştim ve çok hoşuma gitmişti. İstanbul’a ikinci gelişimdi, tekrar arayarak bulmuştum aynı sokağı, aynı dükkânı, adını bile bilmediğim bu sokağı. O kadar büyülenmiştim ki beni, buradan ayrılırken tekrar bir daha görebilir miyim? Acaba diye geçiriyordum içimden. Ben geçen temmuzun on beşinde geldiğim bu dükkâna, yine bir mayısta, ilkbaharın sıcaklığını hissettiğim bir bahar günü, tekrar kavuşmuştum. O eski güzel günlerime, anılarıma, plaklarıma ve kırık telli gitarıma. Yine bir temmuz yirmi beş günü, bu satırları yazıyorum, yeniden gözden geçiriyorum anılarımı. Kim bilir? Bir gün bir mayıs, bir haziran sıcağında ya da şubat soğuğunda yine aynı sokakta olacağım, belki yanımda biri olur, belki de kimse olmaz, tekrar o gitarın tellerine dokunurum. Kim bilir? Belki de satılmış olur başkasının ellerinde can bulur telleri.

Bu duyguları yaşarken bir de baktım ki saat kaç olmuş? Yürüyerek çıkmaya başladım dükkânın o çok kalabalık, sıkışık eşyalarının arasından, eski anılarımı da tozlu raflara bırakarak. Eski plaklar, kül tablaları, saatler, pipolar, eski piyanoları olan müzik kutuları arasından. Pilleri bitmiş radyolar, belki de çalışmayan ama yıllar öncesi bir çok sanatçıyı seslendiren plakların ve bunu canlı tutan gramofonun arasından. Yavaş fakat hüzünlü adımlarla ilerliyordu ayaklarım, biraz isteksiz ama mecburi.

Bu arada şunu da öğrenmiştim kendime ve hayata dair; Ben, ne kadar güçlü ne kadar sabırlı gözüksem de, bir tarafım ona inat o kadar kırılgan, bir o kadar da hüzünlüydü. Belki kimse bilemez bunu; ama öyleydi işte. Bir yanımla hep olgunum ve de güçlü. Bazen de öyle oluyordu ki benimde anlamadığım en küçük bir şeyde de hüzün kaplıyordu, bu güçlü gibi görünen ama zayıf, uzun bedenimi. Bazen hedeflerim o kadar büyük oluyor ki, benim bile aklım şaşıyor ama bazen de o kadar küçük şeylerle mutlu oluyorum ki, ben de şaşıyorum kendi kendime. İnsan böyle işte. Bir yağmurda nedensiz ağlıyor aniden, ama bir papatyayı açmış görünce de uçuyor birden.

Geçmişe ne kadar özlem duyduğumu daha iyi anlamıştım, bugün bu sokakta. Bu antika eşyaların arasında dolaşırken. Aklıma bir soru geldi, acaba bu günümden memnuniyetsiz miyim? hayır, bugün de güzeldi hayat, mutluydum da. Peki, geçmişe duyduğum bu özlem nedendi? …

Bu soruları düşünürken kapının yanına gelmiştim. Dışarıda eski bir piyano vardı, bir tarafı biraz eğilmişti, üzerinde de epey çizikler vardı. Belki indirirken ellerinden kaymıştı da kırılmıştı ayağının yanı. Yere tam oturmamıştı ya da zeminde eğiklik vardı ki, yere sıfır vaziyette değildi. Tuşlarının üzerine basınca epey ezik olduğunu hissettim. Üzerinde çok çalışılmıştı yani. Tuşlarının rengini tam belirtemeyeceğim ama aralarının epey siyahlaştığı kesindi. İçimde kalmasın diye bir de fiyatını sordum, “Bin dolar” dedi sahibi.

Piyanoyla bundan bir on yıl önce tanışmıştım. Birsen Hoca’nın evinde. O zaman ben üniversite birinci sınıfta on sekiz yaşında idim. Birsen Hoca da benim üniversite de hocamdı. Beni bir gün evin yemeğe davet etti. Öğrencilerden en çok beni severdi. Bir hafta sonu idi. O zaman yalnız gitmekten de çekiniyordum, zaten onun evinin olduğu sokağı da yalnız bulmama imkân yoktu. Benim yön kavramım yoktur. Her zaman bir yere giderken mutlaka yanlış bir otobüse binerim ya da yanlış bir sokağa girerim. Bu yüzden bir arkadaşımdan yardım istedim. Kendisi Ispartalı olunca bütün mahalleleri rahat bulurdu. O zaman mevsimlerden ilkbahardı, aylardan da mayıstı sanırım. Zaten hayatımda ki bütün olaylar mayısta gerçekleşiyor. Tesadüf mü? Başka bir şey mi? bilemiyorum. Mevsimlerden ilkbahar, her zaman benim için diğerlerinden ayrıdır, yıllardan beri...

Arkadaşımla birlikte hocamın evini bulduk, hiç kaybolmadan. O gün benim için güzel bir gündü. Her saniyesi ve her anıyla. Hocamın ne kadar mükemmel bir insan olduğunu bir kere daha gördüm. Konuşmalar, muhabbetler ardı ardına geldi. Ve en son olarak hocamın yatılı okul okurken, piyano öğrendiğini ve bunu başarılı bir şekilde icra ettiğini gördüm. Bize bir çok parça çaldı ardı ardına, Mozart, Bach, Türk Bestesi, Kırkıncı Senfoni derken, saatler ilerledi. Ve en son olarak da, Nilüferin o zamanlar yeni seslendirdiği bir parçası vardı. “Sabah oldu, gözleri mavilim” parçasını çaldı bize. Belki de renkli gözlü olmamdan dolayıdır ki, bana armağan etti. İlk defa o zaman tanışmıştım piyanoyla.

Bir on beş gün kadar önce, yine onun evine gittim okulların tatil olmasını fırsat bilerek. Epey zamandır göremiyordum kendisini. Yine her şey aynıydı, eskilerden konuştuk. Eski arkadaşlar, hocalar derken hava kararmaya başladı. Yine en sona piyano kalmıştı yıllar öncesinde olduğu gibi. Bu sefer de Türk bestesiyle açtı, ardından Bach derken…

En son olarak da, Zeki Müren’den, “Şimdi uzaklardasın”, “Arım balım peteğim”, “Boş kalan çerçeve” ve “Sarmaşık gülleri” ile mini konserimiz sona erdi. Tıpkı musiki cemiyetinin konserlerinde olduğu gibi, yine o eski günlerin coşkusu ve hüznüyle. Sabahın akşama karıştığı vakit geçeli, epey zaman olmuştu. Artık ben de çantamı taktım koluma. Omuzlarımda eski günlerin hüznü vardı. Hocam sağımda, eşi de solumda terminalin yolunu tuttuk. Yarın Afyon’da olmam lazımdı. Bir gün tekrar görüşmek dileğiyle çıktım bu kapıdan, birazdan da Isparta sınırlarını geçecektim. İnsanoğlu işte kuş misali…

Birden kendime geldim, sokakta ilerliyordum yavaş adımlarla, yokuş aşağı iniyordum, bu sokağın adı ne derseniz? Hala bilmiyorum. Sadece eski eşyalar vardı sağımda, solumda. Benim kalbimdeyse biraz hüzün, biraz mutluluk ve eski günlerim vardı özlemle andığım. Bir de dükkânda bıraktığım, eşyaların izleri kaldı gözlerimde, yüreğimde. Aslında bağırıyordu onlar, biz buradayız, bize bakın diye. Ama sessizdi çığlıkları kimse duymuyordu onları, tozlu rafların ardından.

Belki bir gün yine uğrarım bu sokağa diyerek, gözümdeki iki damla yaşla beraber, yolunu tutturmuştum Kadıköy’ün…



Neslihan



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Biraz Mutluluk
Göşyaşıyla Mutluluk Kahkahası

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Papatya [Şiir]
Sanatçı [Deneme]
Fahir Atakoğlu [Deneme]
Yalnızlık Üzerine [Deneme]
İlyas Halil [Deneme]
Okumak Üzerine [Deneme]
Sanatçı Olmak [Deneme]
Umut Nerede? [Deneme]
Piyano İle Mehteran [Deneme]
Dünyayı Döndüren Neydi? [Deneme]


neslihanca kimdir?

seyahet etmeyi seven, yazma tutkunu bir insan. . . . . . .

Etkilendiği Yazarlar:
tolstoy, kafka, balzac, hermann hesse, ahmet altan


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © neslihanca, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.