Hiçbir şey yaşam kadar tatlı değildir. -Euripides |
|
||||||||||
|
ayakları kırılmış bir Albatros gibi uçuyorum kırıldıkça çoğalan çiçeklerle dolu uçurumlardan… acısı hafiflesin diye kanatlarımın… -ba Açık-kapalı bir çok kapı arasına sıkıştığım bir demde alıp başımı gitmek istedim… Hayati kararlar vermem gereken bir arifede… Ve gittim… Tüm kışların kapıya dayandığı bir “Aralık”tan, giderek çoğalan, ruhumun soğuyan ve daralan kanallarından bir inşirahlık nefesin ardına düşerek… Topal bir duaydı benimkisi. Sızılarımın dinmesi ve yüzümde iğreti durmayan bir tebessümle geri dönebilmek için. “Yüreğim arafta atıyordu… Ayaklarıma bakıyordum, dönecekler mi diye…” Yol Düşleri/ Cemal Şakar Ailem merak etmesin diye telefonumu yurt dışına açtırmaya çalışmıştım ama olmamıştı. Sıcaklık gibi acıların da gelip, geçici olduğunu kendi varlığıma ispatlamak istercesine, üzerimde mevsimliklerle, Bayrampaşa’dan bir otobüse atlayıp gecenin eşliğinde Makedonya ve sonrasında Bosna’ya doğru bir yolculuğa çıkıvermiştim işte… Kimselere bir şey söylemeden… “Belki oralarda, hüzünlerle inceldiğim bir gece yarısı, sokak sonunda ağlarken, ağlamanın güzelliğini yeniden bulacağım.” Yol Düşleri Otobüs şirketlerinde bazı kaçakçılık sorunları olduğu için vaktiyle bir dostumun tavsiye ettiği şirketi seçiyorum. Meğer bu şirket de yaklaşık 16 saat sürecek yolculuğumuz boyunca sigara içme yasağı bulunmayan tek şirket olma özelliğini taşıdığından; tüm tiryakiler bu otobüsle yolculuk etmeyi tercih ediyorlarmış. 16 saat boyunca biri sönmeden diğer sigaranın neredeyse tüm yolcular tarafından yakıldığı bir otobüste oksijen maskem olmadığından olaya pozitif yönüyle bakmaya çalıyorum. Şöyle ki; başımın dumanlarını rahatlıkla çevremdekilerden gizleyebilirdim en azından. Ve yol… Bitmek bilmeyen gümrük kontrolleri... Muavinin aynı paralellikte bitmek bilmeyen, hayretengiz rüşvetleri... Otobüsün bazı bölmelerini sadece gümrük görevlileri ve polisler için hazırlanan şaraplara ayırmışlar. Muavin sınırda, yolcu listesini koyduğu dosyayı her seferinde ayrı bir şarap şişesine sarıp kabinde bekleyen görevlinin önüne koyuyor. Böylece eşyalar ve otobüs fazla aranmadan, liste fazla irdelenmeden beklememiz gereken vakit kısaltılıyor ve belki bizim bilmediğimiz başka başka sebepler… Bir polis arkadaşının aldığı rüşvetin kokusuna gelip nasiplenmek için işi yokuşa sürüyor, her yer didik didik aranıyor. 16 saatin kesintisiz 6 saati boyunca yolculardan bir kaçıyla, hayata ve hayatımıza biz istemesek de müdahil olan sistemler ve sorunlar hakkında konuşuyoruz. Üsküpten İstanbul'a çalışmaya geliyorlar. Hafta sonları evlerine dönüyorlar. Aralarından biri İstanbul'da önceden bir müslümanın yanında çalıştığını hakkını gaspettikleri için şuan hakkını fazlasıyla veren bir yahudinin yanında çalıştığını söylüyor, üzülüyorum... Pasaport kontrolünde de yardımcı oluyorlar. Polis yeşil pasaportu görünce sağolsun “hmm, Speşiaall!” diye bağırıyor ve ardından herkes bana garip garip bakıyor. Sanırım yeşil pasaportlular genelde uçağı tercih ediyor olacaklar ki benim otobüsteki varlığım biraz garipseniyor. Evvelce aldığım, Bursa'nın kestane şekerlerinden koltuk komşularıma ikram ediyorum. Herkes yanında getirdiklerini otobüs içinde gezdiriyor. Bulgaristanlı, Kosovalı, Makedonyalı, Bosnalılarla hep bir aradayız. Bu uzun yolculuğumda iki koltukluk yere sahip olmanın avantajlarını bol bol kullanıp bağdaş kuruyorum. Gümrüklerin meşakkatini atlatmamızın ardından, gecenin karanlık örtüsünden sıyrılan yoldaki işaret ve çizgilere uzun uzun bakıp tefekküre dalıyorum. Yanımda taşıdığım deftere bir şeyler karalıyorum. Bana yoldaşlık eden kitaplardan birine göz atıyorum. Kuran meali… Fakat gece uzadıkça uzuyor. Camdan yol kenarlarına, hala yanan ışıklara ve derinlemesine karanlığa bakıyorum, aydınlıkta nasıl yerler olduklarını hayal ederek... “Köprüler üstünde şaşırdığım bir an… Alışmaktan korkuyorum. İnsan bir şeylere alıştı mı onlardaki güzelliği ya da çirkinliği ayırt edemez oluyor. Hele insan yaşamayı öğrendiğinde gerisi akıp gidiyor. Oysa bizim sivri yanlarımız vardı, oralarımızı sivriltir dururduk… „ /Yol Düşleri İçimde yol alan o ilk buharlı gemiye siz de binmelisiniz benimle… Buharların arasından görebildiğim bir meydanın ortasında yükselen devasa çınarın etrafına serpilmiş taburelerden oluşan bir çay bahçesinde otururken buldum kendimi… Ortalığın dumanıyla başımda esen rüzgarlar birbirine girmiş..! 6 gün boyunca ayrı bir derya, farklı bir rüya olan Makedonya’da Osmanlı'nın birkaç ay evveline dek yaşayan son aliminin evinde misafir olarak kalıyorum. Makedonya ve Üsküp, şaşkınlık verici gerçekliğiyle, en az geçtiğim yollar, bastığım tarihi taşlar, dolandığım çarşı, tanımakla bahtiyar olduğum ihtiyarlar, dostlar sayısınca ve bir o kadar diri haliyle ruhumda dolana dursun, ben sanki her an Bosna’yı unutmama imkan varmış gibi titrek parmaklarım arasından hissettiklerimi usulca fısıldayayım yerin kulağına. Yaşamın Suni Sancılarından Kaçış/3 Kaldırımlar; "İçte uzayan bir lisan..." Necip Fazıl Kısakürek Kaldırımlar; "Hakikati arama monoloğunun hakikate varmak için uzayan dili!..." Sezai Karakoç Gece Bosna’ya doğru yol almak için gelecek otobüsü beklerken, insanın iliklerine işleyen, nefes alıp verdiğinde soluğunu kesen soğuğu bile yeterince hissetmeme mani olan karışılacaklarıma dair merak ve heyecan, garip bir burukluk hissediyorum. Sonunda beklenen otobüs karanlığı yara yara geliyor. Ellerimdeki birkaç ufak çantayı koltuğumun üzerindeki bölmeye yerleştirip beni evlerinde 6 gündür misafir eden, misafirden öte aileden biriymiş gibi davranan, evlerinin üst katını bana tahsis eden yatılı okuldan arkadaşıma ve babasına teşekkürlerimi iletip, vedalaşıyorum. Yine yaklaşık 16 saat süreceği söylenilen yolculuğuma otobüsün ilk sırasına kurularak başlıyorum. Ki şoförden sonra hükmen de olsa cânım Bosna’ya sınırdan ilk ben girebileyim diye. Uzun yolculuğun hatırına herkese imkanlar dahilinde çifter koltuğun tahsis edildiği otobüsümüzün yanık Boşnak türküleri eşliğinde karlı ve benim açımdan bir o kadar da kârlı yolculuğumuza kaldığımız yerden yeniden başladık gidiyoruz… İstanbul-Üsküp arası yolculuğumu hiç uyumadan geçirdiğim halde aynı direnci Bosna yollarında gösteremiyorum. Günlerim gibi gecelerimi de şahitlik ettiğim bu yeni beldelerde uyanık geçirmeye çalıştığım için, yaptığım uyku tasarrufları hayli yorgun düşürmüş olmalı ki bedenimi, çekiyorum üzerime karanlığın örtüsünü ve sabahın ışıklarıyla aydınlanan yollarda acısı dinmemiş, çığlığı susmamış duvarlara ve insanlara hakkıyla şahitlik etmek için güç toplamak adına kendimi Nil’e bırakılmış bir bebek gibi uykunun kollarına salıveriyorum. Yollar çok rahat ve geniş… Yıkılanlardan arda kalan boşluğa en rahat yollar inşa edilebilirdi belki de… 12 saat boyunca geniş ve etrafı boş bölgeler arasında yol alıyoruz. Arada bir Üsküp'te caminin ışıklarını bize açan ağbinin verdiği kitapçığa göz atıp bazı kısımların altını çiziyorum. (Kitapçığın Türkçe olması şaşırtmasın sizi, Üsküp'te sokakta gördüğüm insanların yarısından fazlası Türkçe konuşuyor.) Geçtiğimiz yolları, nehirleri, yol kenarlarındaki tabelaların yardımıyla, kitapçığın arkasına not alıyorum. Düşünüyorum, susuyorum, bir şeyler yazıyorum, bol bol dua edip “Esmaül Hüsna” dan ruhumun ahvaline en uygun isimleri anıyorum. Şoför ağbimizin karşı istikametten gelen araç sürücülerinin gözlerini almaması için yakıp söndürdüğü uzak farları gibi benim de bilincim uyku ile uyanıklık arası yakaza bir halde gidip gelmekte. Bu hali seviyorum uzun yolculuklarda, yemekten hoşnut olduğum ekşi bir meyvenin tadını alıp damağıma bırakıyor sanki bu yakaza hal. Ki Bosna’ya yalnız başına ve en olmaz bir demde gitmenin rüyaya yakınlığıyla da örtüşüyor bu yakazalık. İçimdeki burukluğu biraz olsun buruşturup yerine yolculuğun heyecanını dolduruyor. Ayakkabılarımı çıkarıp kurulduğum iki koltukluk tahtımda uyuşan bacağımı değiştirip vücut ağırlığımı diğer bacağıma vermek için yol boyunca sağ sol yapıp duruyorum. Allah’tan şoför ağbinin direksiyonu benim sağ-sollarıma bağlı değil diye içimden geçirip durduk yere tebessüm üstüne tebessüm ediyorum. İstikametimiz Sarayevo. Fakat öncesinde yolumuz birçok köyün kıyısından, köşesinden geçiyor. İyi de oluyor. Yollarda ruhumu uzaktan kanatan savaşın daha doğrusu istila ve katliamın izlerine yakinen şahitlik ediyorum, zaten Bosna'ya karadan gidiş sebeplerimden züğürtlüğümden önce daha yakından şahitlik etmekti Bosna yollarına. “İyi de oluyor” dedim zira yaşamın suni sancılarına kaptırdığımız ve böylelikle bir açıdan uyuşturduğumuz benliğimiz utanılması, unutulmaması, şahitlik edilesi gerçekliklerle yüzleşiyorum. İsraf edilmemesi gereken göz yaşlarımı ve de dualarımı, bunu hak eden beldelere ve acılara sarfediyorum. Duvarlar… Kalbura dönmüş insanlık onurunun ruhumuza, suratımıza tokat tokat çarpan utanç verici tezahürleri. Yıkımın hoyrat kolaylığına karşın tamirin ve inşanın ne denli emek istediğinin, zoru seçen insanlığın azlığına dair iç yakıcı bir gerçeklik! "Boynumuzdan göğsümüze atkı havası veren püsküllü yalnızlıklarımızı da aldık Çıkalım... Yola...” Bünyamin K Sonunda yollar kısa süreliğine de olsa tükeniyor. Yıkılmış köyler yerini her şeye rağmen, durmak bilmeyen tokmak sesleri eşliğinde, cıvıl cıvıl bir şehrin kalabalık meydanına bırakıyor. Muavin “selametle” diye uğurluyor her birimizi. Bir anda kendimi korunaksız giysiler içinde kara bir kışın içinde buluyorum. Yine de bu tasviri en azından mecaz anlamda kullanmıyor olmanın mutluluğu yetiyor bana. Yerlerde evvelce yağmış, esmiş, gürlemiş bir kışın beyaz izleri ve apaydınlık ışıyan bir güneşin cömert buseleri. Saçaklardan tıp tıp akan sular sanki hoş geldin diyor bana… Tam olarak nereye gideceğimi bilemiyorum ama nereye gitmeyeceğimi çok iyi bilmem hiç bilmediğim bu memlekette kendimi iyi hissetmem için bana güç veriyor... Yakınlardaki birine, sesime soru edası vererek “Baş çarşı?” diyorum. Adam bana bir tramvayı işaret ediyor. Yorgun adımlarımı soğuk kaldırımlardan sürüyerek gösterilen tramvaya doğru ilerliyorum. Bosnalı olmadığımı anlayan Boşnak genç bir bayan kırık İngilizcesiyle yardım etmeye çalışıyor. Bu kardeşimden beni Baş Çarşıya geldiğimizde uyarması için rica ediyorum. Bu arada konuşmamıza misafir olan temiz yüzlü bir teyze sebilin önünde inmeye hazırlanırken yanıma gelip, ısrarla ellerimdeki çantaları taşımama yardım etmek istiyor. Tramvaydan indiğimizde; Almanca-İngilizce karışımı bir dille ve kullandığı karmaşık dili aşkın bir samimiyetle beni yemekte misafir etmek için evinin adresini tarif etmeye çalışıyor. Henüz yönleri çıkartamadığım Sarayevo’da tarifini doğal olarak anlayamadığımı fark edince de tutup elimden hadi beraber gidelim “ben öğlen yemeği hazırlamaya gidiyordum, gel beraber hazırlayalım.” diye tutturuyor. Rahime teyzenin evine gitmeyi kabul ediyorum. Zira yüzün fikirlerin, kişiliğin az çok fihristi olduğuna inanırım. Rahime teyzenin yüzünde o emniyet ve samimiyeti görmek evvelce hiç gelmediğim bu beldede kendisine güvenmem için yeterli oluyor. Beden dili, hal dili, İngilizce ve İngilizceye benzer kelimelerden anlamaya çalıştığım kırık bir Almanca eşliğinde muhabbet ede ede katedralin olduğu caddeye doğru ilerliyoruz... Dilsizmutercim...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Meryem Rabia Taşbilek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |