Ben bir kuşum; uçtum yuvadan... Artık ben nerede, eve dönme isteği nerede?.. -Leyla ve Mecnun, Fuzuli |
|
||||||||||
|
Bir müzik topluluğunun adı geliyor aklıma, 10 Yıl Önce, 10 Yıl Sonra. O yıllarda on yıl çok uzun bir süreymiş gibi gelirdi bana. Şimdi 28 yıl öncesi daha dün gibi. Hatta daha önceleri bile... Lise son sınıfta bir sınav gecesi radyoda seçim sonuçları açıklanıyor... İlkgençlik yıllarında özlemini duyduğunuz herşeyin var olduğunu varsaydığımız Avrupa ülkelerine bir adım daha yaklaştığımızı düşünüyorum o gece. Gençlerin önünün açık olduğu, öğrenim özgürlüğü, seçme, seçilme haklarının tanındığı hatta bize o yılllarda, o yılllardan sonra da yılllar yılı, çok uzakta olan cinsel özgürlüklerin sınırsızca yaşandığı Sosyal Demokrat Partilerce yönetilen ülkelere yaklaştığımızı muştuluyor seçim sonuçları. Ülkeyi artık Sosyal Demokrat olduğunu söyleyen bir parti yönetecek. “Ortanın Solu Moskovanın Yolu” sloganıyla önü kesilmek istenen, ortanın solunun az daha solunda olduğunu açıkca ilan eden bir parti lideri Başbakan olacak. Su kullananın olduğuna, göre toprak da öğle olacak... “Yılllar sonra akarsuların özelleştirileceğini söyleselerdi o yılllarda terelmiş pantolonlarımızın örttüğü oturma organlarımızla gülerdik sav sahiplerine.” Sosyal Demokratların İktidar sahibi olamadan iktidarda olduğu yıllarda üniversitelerde okuduk. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir dışında da üniversiteler açılmıştı. Azıcık indirimli puanlarla istediğimiz bölümlerde okumak için, Kız Yetiştirme Yurdu yada Orman İşletmesinin ek binalarına kapağı attık. Şehirlerarası otobüslerde saatlerce yolculuk yaptıktan sonra ders esnasında kestiren öğretim görevlilerinin derslerine girdik. Anadolunun kendi halinde vilayetleri yurdun dört bir yanından gelen cebi delik üniversite öğrencileriyle tanıştı. Yurt yerine kulllanılan Kızılay binaları, kimi Devlet İşletmelerinin misafirhaneleri alelacele öğrenci yurduna çevrilmiş, iyi halli olduğu varsayılan üniversite öğrencileri için, osuruk kokulu, yurt yatakhaneleri oluşturulmuştu. Açıkta kalan öğrenciler şehrin dört bir yanını hallaçlamış kömürlükten bozma, kimi sıvasız, cam yerine naylon kaplı, çokcası henüz şehirli olmuş, köyünden kopup gelmiş işçi ya da henüz kaybedecek zincirileri olmasa bile kafalarını sokacaklar üç göz odalı evleri olan ailelerin yaşadığı mahalelere yerleşmişti. Toplum beklenti içindeydi. Bu beklentilerinin gerçekleşeceği günleri, arada bir kadim futbol amigolarının maç tezahuratlarından esinlenerek uydurduğumuz sloganları haykırarak, şehirlerarası otobüsler dahil ulaşım araçlarının tümü kaptıkaçtı usuluyle çalıştığından olacak, akıllı uslu bekliyorduk. Nasıl olduğuna akıl erdiremediğimiz cenaze törenlerinde: “Akın var akın güneşe akın... Güneşi zapedeceğiz, güneşin zaptı yakın”, diye haykırıyorduk. O yılllarda, Amerikalıların aya insan yolladığına inanıldığı için, güneşi hedef olarak koymak oldukca akla yatkındı. Grev yerlerini ziyaret ediyor, grevci işçilerle dayanışmayı güçlendirmek adına onların kuru kumanyalarına ortak oluyor, belediye zapıtalarının seyyar satıcılardan topladığı, beyaz yağlı boyayla boyanmış, kulpunun iki yanında iki kapağı olan sandıklardaki, bol soğanlı, salçalı, kıyma yerine havuç rendesi kullanılarak yapılan acımtırak lahmacunları “kamulaştırılıyor”, plastik kapağı boynuna bir kravat gibi bağlı tombul cam şişelerden bol sulu ayranlardan içiyorduk. Ak karpuzdan kasklarıyla plastik coplu polis amcalardan cop yiyiyor, hazmı zor kuru kumanyaları yada zabıta marka lahmacunları bu yolla hazmediyorduk. Böylece iş yaşamına alışmamızı sağlayan bir çeşit staj yapmış oluyorduk. Çıkma asker potinlerimiz, cebi delik parkalarımızla geleceğimizden umutlu ve mutluyduk. Ailelerimiz de kaygılı olmalarına rağmen rahattılar, üçotuz parayla oğullarını kızlarını üniversitede okutuyorlardı. Henüz, ithal ayakkabılar yerine, asker postallarını, kadife yakaları armalı, İngiliz kökenli, marka kabanlar yerine, asker parkalarını tercih ediyor, yabancı sigara yerine en ucuzundan Birinci sigarası içiyordu çocukları. Okul kitapları, ‘fraksiyon’daşlar arasında becayiş usuluyla üst sınıflardan alt sınıflara devrediliyordu. Üstelik paralı olmak üniversite öğrencileri arasında utana sıkıla katlanılması gereken ailesel bir ayıp olarak görülüyordu. Paralı üniversiteler olmadığından en havalı üniversite olan, Boğaziçi’nin, bile otoparkı boştu. Çeşitli kuş adlarıyla anılan yerli otomobiller “burjuva özentisi hergelelerin” ulaşım aracı olma onurunu taşıyorlardı. “T” cetveli denen, yakın savunma ve saldırı aletlerini serbestce taşınma olanağı sağladığı için mühendislik ve mimarlık bölümleri üniversitelerin en rağbet edilen bölümleriydi. “İşletme” sadece öğrenci kantinlerinde mavra yapılırken derde değiyordu. Gazetecilik, Halkla İlişkiler askerliği er olarak yapmak istemeyen erkeklerin, okumakta gönlü olmayan oğlanlarla rahatca takılmaz isteyen varsıl ailelerin kızlarının tercih ettikleri bölümlerdi. En keskin çatışmalar öğretmen yetiştiren Eğitim Fakültelerinde yaşanırdı. Gelecek kuşak onların elllerinde yetişeceği için, önce o fakültelerin öğrencileri kazanılmalıydı. Sol denince şimdilerde uydu yayınları alan televizyonların kanal sayısı kadar farklı fraksiyon, sağ denince kısaca “Faşolar” diye anılan Ülkücüler akla gelirdi. Her okulda aptesleri bozulmasın diye büzüklerini sıkmaktan beti benzi atmış, badem bıyıklı, üzerlik niyetine üç beş tane de “Akıncılar” diye anılan İslamcılar olurdu. Bulundukları okulda hangi görüş hakimse o görüşe yakın fikirlerini utangaç biçimde tezgahlarına çıkarır solcuların hakim oldukları okulllarda Libya lideri Kadafi’i över, “Yeşil Komünistiz” demeğe getirirler, Ülkücülerin hakim olduğu okullarda da Türk İslam sentezini gargara ederlerdi. Nedense kızları da henüz turban denen bez parçasını takmak yerine azık uzunca pardesülerle dolaşırlardı.Her görüşten öğretim görevlisini yalama konusunda “Ne solcuyum, ne sağcı futbolcuyum futbolcu” diyen gençlerle gizli bir rekabet içindeydiler. Dersliklerin en ön sıralarını kapmak, tahtayı silmek konusunda rakip tanımaz ezici bir üstünlükleri vardı. Hocaların ders notlarının yeraldığı dosyalarını göğüslerine kutsal bir emanet gibi dayayıp taşımalarıyla diğer öğrencilerden ayırt edilirlerdi. Genellikle sola yakın durmaya çalışırlardı. Nede olsa Hocaları, Kıbrıs Fatihi Ecevit’le koalisyon hükümetinde yeralmıştı.Ha bir de öğrenci derneği seçimlerinde sol fraksiyonların yedek oy deposu olarak gördükleri “Ölüm Nereden Gelirse Gelsin, Biz Kaçacak Delik Buluruz” şiarını rehber edinen “sola meyal, sosyal demokrat” öğrenciler vardı ki, bunların ailelerinin sık sık yolladıkları, yöresel yiyecekler sayesinde militan solcu öğrenciler beslenme sorunlarını bertaraf ederlerdi. Sol fraksiyonlar içinde “Rus uşağı” diye anılmamak, “Ne Amerika, Ne Rusya” diyebilmek için önce Maocu fraksiyonlar sonrada ya “Çin nolacak, Çin.” diyen bir kısım öğrenciler arasında “götiçi kadar ülke, tükürsek boğarız akıl yürütmesi” sonucunda “Ne Amerika, Ne Rusya ve Hatta, Ne Çin” diye göğsünü gere gere Arnavutluk Devlet Başkanı Enver Hoca’nın görüşlerini savunan gruplar türemişti. Bu gruplar, “Halkın” sözcüğünün ardına eklenen sözcüklerle ifade edilirdi. “Halkın Kurtuluşu”, “Halkın Birliği”, “Halkın Yolu” vb gibi ... Biz idelojik mücadeleyi en rahat yürütebildiğimiz için, “Halkı Yolu”nu bu türden diğer fraksiyonlara tercih ederdik! Çünkü bu grubun duvar yazılarını bir kaç fırça darbesiyle, “Y”i “D”, “L” yi “N” yaparak etkisiz kılabilirdik. Okulun karşı duvarında en uzun süre duran slogan, Gün Sazağın öldürülmesi ardından yazılan slogan olmuştu. Gerçi MHP’li hasımlarımızın “Yün Kazağın İntikamını” neden ve kimden alacaklarını kimse anlamamış olsa da o slogan polis tarafından silinene kadar hiç bir grup tarafından silinmemişti. Öldürülmekten değil, döndürülmekten dönmekten korkan bir gençliktik. Ölen arkadaşlarımızın cenazelerinde biribirimizden gözyaşlarımızı gizler, yolumuzdan sapmayacağımıza yemin ederdik. Taksim Meydanı makinalı tüfeklerle tarıyan paralı silahşörlere pankart sopalarıyla saldırdık, düşen arkadaşlarımızı cesetlerini ciğnemeğe zorlanıp, Kazancı Yokuşu’na sürüldük. Sığındığımız Pamuk Eczane’sinde yeniden tarandık. Birbirimizi tanımamamız gereken günler geçirdik. Silik suratlı generallerin emriyle işkence tezgahlarıyla tanıştık. Devletin yıllardır arşivlediği listelerdeki isimleri, bilindiklerini, bilindiğimizi bile bile, ele vermemek için işkencede ölenlerimiz, sakat kalanlarımız oldu. Gözaltında kaybolanların adı “sorgu zayii” olarak kayda geçti. “İşkence Araştırma ve Geliştirme Merkezine” dönüştürülen Askeri tutukevlerinde, devletimizin ilerki dönemlerde sıkça kullanacağı, iz bırakmadan yapılabilecek işkence yöntemlerini geliştirme yolunda attığı dev adımlara ve bu yönde uluslararası şöhret sahibi olmasına , gönülsüz de olsak, paha biçilmez katkılarımız oldu! Atıldığımız Askeri tutukevinin müdürlerinin tek görgü tanığı olarak gösterildiği davalarla yargılandık, dosya “münderecatına dayanarak” yıllarca hapis ve sürgün cezası aldık. Yargılandığımız 141 ve 142 maddeler, 12 Eylül zihniyetinin devamı olan bir siyasi iktidar tarafından bizlere olan özür borçları ödenmeden yürürlükten kaldırıldı. İleri görüşlü olmakla övünen darbeci genareller, iktidarda oldukları dönemde yedikleri herzelerin ilerde hesabının sorulmasının önünü kesmek için, “Hayır”propagandası yapmanın yasak olduğu refarandumda yüzde doksanın üzerinde kabul oyu alan, 1982 anayasasına geçici özel bir madde koymuşlardı. Bu ayıplı geçici madde aradan geçen 28 yıla rağmen hala geçerliliğini sürdürüyor ve hayadan bir nasip siyasilerimiz bu duruma katlanabiliyor. Yedeksubay olmayı haketmemize karşın “Sakıncalı Piyade” olarak vatani görevimizi yaptık. İşsizlik, parasızlık, toplum tarafından yalıtlanmış olmanın acısını yıllarca çektik. 28 yıl sonra bugün, artık yaşını başını almış ve iktidar koltuğunda oturan, 28 yıl öncenin aptesleri bozulmasın diye büzüklerini sıkmaktan beti benzi atmış, badem bıyıklıları, bizim sayemizde bu günlere geldiklerini bilmeliler. Bizler,“Her yoğurdum var” diyene, hıyar olmaya teşne, ortaya atılıp doğranmasaydık. O günlerde gerek toplumsal yetkinlik, gerekse bireysel yetkinlik olarak esamesi okunmayan bugünkü iktidar sahipleri bu günkü konumlarında olamazlardı. Bacakları aralarından sarkan tüylü memeleri ortadayken istedikleri kadar etrafındakiler onlara “Abdurrahman Celebi” muamalesi yapsın, bu gerçeği değiştiremezler. Bu günkü iktidar sahiplerinin, henüz iktidar sarhoşluğuyla başı dönmemiş bir kesimi: Bu gün “Abdurahman Celebi” diye anılıyorlarsa bunu 12 Eylül Darbesi sonrası bizlerin kırılmış olmamıza borçu olduklarını çok iyi biliyor. Bu günleri onlara bağışlayan bizlere teşekkür etmelerini beklemiyoruz. İktidardayken bizleri ortadan silip, onlara iktidar yolunu açan 12 Eylül Darbecilerine bilinç altından da olsa medyunu şükran olduklarına dair altbenliklerinde yeralan düşünceleri silip atsınlar yeter. Altbenliklerinde yeralan bu şükran duygularını söküp atamazlarsa: Üzerinden 28 yıl geçmiş olmasına karşın henüz toplum önünde yargılanıp mahkum edilmeyen darbecilerin türdeşleri bir gece ansızın gelebilir ve kadife kaplı demir yumruklarıyla onları oturdukları iktidar koltuğundan edebilirler. 12 Eylül 2008 İstanbul
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hardal Biber, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |