Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Tiz bir çığlıkla, çırpılan bir kilim gibi silkindi. Koşarak evin önüne vardığında Mustafa’nın anasını, oğlunun başında lanetler yağdırıp gürül gürül ağlarken buldu. Mustafa’yı uzunca bir halatla ayaklarından bağlamışlar atına, sürüm sürüm süründürmüşler sonra - ağzı gözü paramparça, taş toprak dolu. Kepazelik olsun diye yapmışlar, belli; çünkü önce vurmuşlar. Donakaldı Hatice. Karıların ağlaşmalarının, adamların intikam çığlıklarının yankısında toprağa kök salmış bir ağaç gibi kıpırdayamadı da öne arkaya hafif hafif salındı. Bunca curcunanın, koşuşturmanın arasında ilk eltisi fark etti Hatice’deki sükûneti. Okkalı bir tokat indirdi kendine gelsin diye - bir ağaç olmaktan kurtulup insanlaşsın, ağlayıp sızlasın, dövünüp kendini bir o yana bir bu yana savursun, ağıtlar yaksın. Başarılı da oldu; ince ince ağlamaya başladı Hatice. Kocasının yanına çömüp o güzel yüzden kalan artığa baktığında, nedense ilk aklına gelen bir gece öncesi oldu: ‘’Memelerimi okşamıştı.’’ Daracık bir gövdeye yan yana zoraki sıkışmış, ha patladı ha patlayacak iki balonu anımsatıyorlardı artık. Kadınlıktan bir adım geri atmış analıktan iki adım almış olmasına rağmen, Mustafa memelerini okşamayı hiç bırakmamış, bazen başını gömüp aralarına kadınını koklamıştı. Gebe karnını da okşardı sık sık. Fark etmez, derdi – oğlan ya da kız. Ama için için ikisi de kız olsun diye dua ederlerdi. Bu bela, dillendirmek istemedikleri ve Mustafa’nın da olası hedeflerinden biri olduğu ezelden bilinen, bu beladan dolayı. İkinci olarak, kız olsun, diye düşündü: ‘’Allah’ım, n’olur kız olsun!’’ * Ebe, tombul bebeğin bileklerini sıkıca kavrayıp poposunu tokatladığında, bebek önce tıkanır gibi duraladı ardından ‘ıngaa’sını koyverdi. Hatice bakışlarını sese yönlendirince, bebeğin bir bamya büyüklüğündeki pipisini gördü. İçi çekildi, bu sefer gürül gürül ağlamaya koyuldu: ‘’Oğlum katil olacak!’’ Bu doğumdan dört ay yedi gün sonra olası kurban da belli oldu. Muhbir dudaklar sızdırdılar Hatice’ye ve kaynanasına: Gülizar hamile. Yirmi üç gün sonra olası ikinci kurbanın haberini alan kaynana sevinçle haykırdı: ‘’Müjdeler olsun! Safiye de hamileymiş.’’ Memed tombul, pembe dudakları gülücükler saçan, kıkırdaması dağlarda yankılanan, neşeli bir bebekti. Ona bakıp da eli silah tutan bir genç adam tasavvur etmek, Hatice’yi kahrediyordu. Düşün taşın nihayete erdi ve kararını verdi: Oğlunu katil yapmayacaktı. Babaannesi ve büyükbabası başlamışlardı şimdiden: ‘’Torunum benim, intikamımızı alacak. O bizim umudumuz!’’ Umut dedikleri işte bu kan davasında alınacak bir candan ibaret. Hatice evvelden beri çekingen, usul usul konuşan bir kadındı; şimdi tutup bas bas bağıramaz, haykırıp saçını başını yolamaz, yüksek sesle karşı koyamazdı. Hem böyle yapsa uzaklaştırırlardı onu oğuldan, bağrından söküp alırlardı. Bunun yerine, her gece oğluna telkinlerde bulundu. Bebekliğinden itibaren her gece anlattı ona adam öldürmenin ne büyük günah olduğunu. İnsan dediğin, dedi ‘’karıncayı bile incitmemeli. Dinle oğul masalımı ve işit gerçek kahramanlığın ne mene bir şey olduğunu.’’ Bunları derken de ne ninesini ne dedesini kötüledi. Oğluyla arasında düşsel geceler yarattı. Bu gecelerde ana oğul güzel günlerle, aydınlık yarınlarla, merhametli kahramanlarla dolu masalların içine daldılar. Bu böyle böyle Memed altısına gelene dek sürdü. Ama oğlan bir süre sonra artık sorular sormaya, ninem öyle değil böyle diyor demeye, anasına karşı koymaya başladı. Hatice hazırlıklıydı. Tüm bunların olacağını biliyordu ve tutumunu çoktan belirlemişti: Hiç hırçınlaşmadan, kimseye kötü laf etmeden, oğluna gönül koymadan, kendi masallarını anlatmaya devam edecekti. Memed hiç sormamış, hiç kızmamış, hiç karşı durmamış gibi, hepsini görmezden gelerek sadece ve sadece devam edecekti. Memed direndi ilk. Suratını astı, anasına bağırdı, küskünlük yapıp sırtını döndü masallara. Döndü dönmesine ya uykunun tatlı rehavetine dalamadı bir türlü. Diretti, uyumaya çalıştı. Bu böyle birkaç hafta sürdü de baktı olmadı, arkasına dönüp de anasının gülümseyen dingin yüzüyle karşılaşınca kırıldı inadı. Yine masallar anlattılar birbirlerine. Böylece oğlan, gündüz ve gece apayrı dünyaların kahramanı oldu. Gündüz ailenin korkusuz cengâveri, eli silahlı bir yiğit, babasının öcünü alacak cesur erkekti. Geceleriyse huşu içinde bir saf, kimseyi incitmeyen soylu bir prens, yumuşak mı yumuşak kalpli, iyi huyları ve güzelliğiyle akılları alan yakışıklı bir oğlan ya da adaleti ve insancıllığıyla halkının bağrına bastığı bir yüce kraldı. Hatice hep şöyle düşündü: ‘’Ben devam ettiğim sürece bu masallara, ne derlerse desinler ona, gönlü elvermeyecektir. Yapamayacak. Ve yapmayacak.’’ * Bilâl, Safiye’nin oğlu. Memed nasıl kan ateşiyle yanmışsa, o da kan korkusuyla büyümüştü. Safiye, aynı Gülizar ve Basriye’ nin oğulları gibi, kendi evladının da tehlikede olduğunu bilmiş, oğlunu bir başına bir yere göndermez olmuştu. Çekingen, korkak, pısırık bir evlat yetiştirmişti. Safiye hep şöyle düşündü: ‘’ Yaşasın da nasıl olursa olsun. Ali söz verdi hem - gideceğiz buralardan.’’ Biri on beş, biri on dördündeki iki delikanlı, artık ölümün etrafta kol gezdiğini iyiden iyiye hissediyor. Babaannenin telkinlerinden mi, Hacı’nın en sevdiği torunu olmasından mı, güçsüz ruhunun onu kolay bir hedef kılmasından mı, yoksa genetik mirasın akan bir dere gibi kendi doğal yatağını bulmasından mı bilinmez, Bilâl kurban seçilmişti. Anlatılmamış, konuşulmamış ama bilinmişti işte – Bilâl, bir sonrakiydi. İki genç hiç arkadaş olmadı hatta birbirinin yüzünü pek az gördü. Ve onlar ezkaza ne zaman göz göze gelse, kurt gibi hırlayıp diş çıkardı. Alev alev yana gözlerinden yalazlar saçıldı peşleri boyunca da tüm köy gördü, izledi. Herkes sustu. Kim? Karşı gelebilir ki? Öğretmenin başına geleni biliyor herkes - adamcağızı… Ailede artık yoğunluklu konuşma konusu, intikam planlarıydı. Böyle zamanlarda Memed anasının yüzüne bakar, ondan bir kelam beklerdi. Anasının ne denli ketum olduğunu bildiği halde aile içinde, yine de beklerdi. Hadi bunu da geçti, bir bakış – karşı durmak için cesaret verecek bir bakış... Ama Hatice hiç renk vermedi. Onlar konuşadursun kafasını kaldırıp da siyah bakışlarını hiç göstermedi – süpürge gibi yerleri aşındıra aşındıra süründürüp durdu. Memed sıkışıp kaldı. Kara kara düşünen, günden güne eriyen, kemikleri ilmik ilmik sayılacak kadar zayıf bir oğlan olup çıktı. Artık konuşmaz, dinlemez, yemez, içmez, gülmez ve ağlamaz olmuştu. Anası gibi siyah gözlerini anası gibi yerlerde süründüre süründüre bahçelerde geziniyor, kendine seslenildiğinde cevaplamayı bırak, duymuyordu bile. Çağrılmadık hoca kalmadı Memed için. Ne kurşunlar döküldü, ne muskalar yazıldı, ne iksirli şuruplar içirildiyse kâr etmedi. Bir Hatice… Hiç bulaşmadı oğluna. O, ana yüreğinde oğlunun çektiği ızdırabın kat be katını yaşıyor ama ağzını açıp da tek laf etmiyordu. Biliyordu oğlunun düşündüğünü ve çok kritik bir kararın eşiğinde olduğunu. Hatice şöyle düşünüyordu: ‘’Tam on beş yıldır ben anlattım, anam anlattı, babam anlattı, bacım anlattı, herkes hatta komşu Ayşe kadın dahi anlattı. Şimdi onun karar vakti.’’ * Memed oğlan bir sabah tek lokma yemediği kahvaltı masasından aniden kalktı. Ahali arkasından bakadursun o yürümeye devam etti. Akça Kayalar’a kadar on sekiz kişiyi peşinden sürükleye sürükleye gitti. On sekiz kafaydı arkasındakiler ama kimse el edip de tutmaya, ağzını açıp da hesap sormaya cesaret edemedi. Bunda, oğlanın son aylardaki vahim hâlleri karşısında ailenin ne yapacağını bilemez ve şaşkın tutumu kadar, Memed’in kararlı adımlarının da payı vardı. Akça Kayalar dedikleri yer, aşılmaz bir yarla köyden ayrılmış, karşı sivri kayalıklardı. Yara yaklaştıklarında, babaanne neler olacağını sezerek önce gırtlağını yırtan çatallı bir çığlık attı, sonra torununa yakarmaya başladı. Memed adımlarını hızladırdı, derken koşmaya başladı – ahali de arkasından. Yarın ucuna geldiğinde arkasına döndü ve tek bir el işaretiyle kalabalığı durdurdu. Uzun uzun baktı onlara önce, aylardan sonra ilk defa bu kadar gür bir sesle konuştu: ‘’Ben, adam öldürmem. Ben, adam öldürmeyeceğim. Şimdi… Ya ben ölürüm ya da kimse ölmez. Siz seçin.’’ Haziran 2009, Akçay
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |