Anlamak beğenmenin başlangıcıdır. -Spinoza |
|
||||||||||
|
Eğitim ve öğretimse her geçen birkaç yıl içinde değişime uğruyor, birine alışamadan başka bir sistemin içinde bir türlü varlık bulamıyordu. Ne doğu-batı sentezi ne de diyalektik karın doyurmuyordu. Anadan babadan şanslı değilseniz illa da okumak gerekiyordu. Dershaneler, özel okullar, özel dersler furyası başlamıştı. Kısaca paranız yoksa hiçbir şey olmuyordu. Özel üniversiteler, ailesi varlıklı olan gençlere hizmet ederken, devlet üniversitelerini kazanmak için büyük bir çaba gerekiyordu. Gittikçe bu kaoslar içinde var olmaya çalışan toplumun hırsları, tutunabilme çabaları, saygınlık ve itibar savaşları başladı gizli gizli. Toplumun büyük bir kesiminde –ki hangi görüşte olursa olsun- çocuklarında görmek istedikleri başarıyı parasız pulsuz karşılayacak ağabey ve ablalara itibar arttı. Ben pek çok kişi tanıyorum ki cemaatleşmeye şiddetle karşı çıktığı halde çocuğunu elinden tutup kendi elleriyle cemaate teslim eden. Şimdi feveran eden pek çok kişi için: ‘ Bu ne perhiz , bu ne lahana turşusu?’ demez de ne dersiniz? Özellikle eleştirel yaklaşımıma hiçbir siyasi- dini boyutu karıştırmak istemiyorum. Çünkü böyle bir eleştiri madalyonun yalnızca iki değil , çok daha fazla boyutlarını ortaya çıkaracaktır. Yıllar önce Alev ALATLI’nın ‘ Nuke Türkiye’ ve ‘ Viva La Muerte’ adlı romanlarını okuduğum zaman ilk şokumu yaşamıştım. Belki de tepeden bakan bir Amerikalıyla ilk tanışmam, ülkemizdeki tüm siyasi anlayışları ayrı ayrı tahlil eden bir bakış açısıyla ilk karşılaşmamdı bu. Toplumumuzun özeleştirisini yapmaya ne kadar muhtaç olduğunu düşünmüştüm o yıllarda. Halen de böyle düşünüyorum. Oysa biz, Orhan Kemal, Yaşar Kemal okuyarak köy ağalarının zulümlerini, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet okuyarak emperyalizmin insanlarımız üzerindeki kaosuna isyan etmeyi, Peyami Safa, Cemil Meriç okuyarak doğu- batı sentezi kurmayı, Necip Fazıl okuyarak duygu ve düşüncelerimizi manevi süzgeçten geçirmeyi öğrenmiştik. Kemal Tahir’i ‘Devlet Ana’yı yazdığı için -eleştirilere rağmen- övgüyle anmıştık. Gelelim köyden kente göçe: Atatürk’ün ‘Milletin Efendisi’ dediği köylü üretirken, alın terini ekmeğine katık ederken, bambaşka bir dünyayla tanıştı o yıllarda. Kendisine gereken değer verilmemiş, ya ağaların elinde sersefil olmuş ya da yeterli destek verilmediği için ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ diyerek yollara düşmeye başlamış, ‘Alamanya ‘ serüveniyle kendine bir şans tanımış, köyüne sığamaz olmuştu. Çoğu ailesini bırakıp gelen köy insanı kazandığı üç kuruş ekmek parası için, yıllarca hasret çekmiş; ailesini yanında götürenlerse çok daha büyük acılar çekmişlerdi. Çok geçmeden diğer kentler de göçten nasibini aldı. Üretim gerilemiş, göçler ne köylü olabilmeyi başarabilmiş, ne de kente ayak uydurabilmiş, birçok -ne yapacağını bilemeyen- insan kalabalığını ortaya çıkarmıştı. Yeterli iş alanının olmayışı, kentin kaldıramayacağı bu kalabalığa yoksulluktan başka hiçbir şey verememişti. Geriye dönüş zordu. Bu arada dünya büyük bir hızla değişiyor, ‘güçlü olan, birlik olandır’ anlayışıyla global bir perspektif gelişiyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa Birliği’nin, dünya üzerindeki etkisi büyüdükçe büyüyor, olmazsa olmaz bir baskıya dönüşüyordu. Bu arada , Amerika Birleşik Devletlerini her konuda baz almaya alışmış bizlerse, bence en önemli detayı atlıyorduk. Bizim kadar uzun bir tarihi geçmişi olmamasına rağmen, çeşitli ulusların insanlarının bir araya gelmesiyle bir ulus olmayı başarmış Amerika, George Washington’la başlattığı devlet yönetimini bugüne kadar getirirken hiçbir tarihi kişiliği yok saymamış, hafife almamış, tek ulus olma özelliğini korumaya devam etmiştir. Oysa biz, tarihimiz altın harflerle yazılırken -kan/ can pahasına- hep acımasız olduk bizi bugün hala var eden tarihimizin önemli isimlerine. İnanılır gibi değil ama onları da istirahatgâhlarında siyasete bulaştırdık, mevcut olmayan kollarını sağa sola çekiştirdik. Yaşamları boyunca bu ülke için çektikleri acıların belki de çok daha acısını yaşattık onlara mezarlarında. Artık internet ortamından tutun, ikili konuşmalarda bile çok rahat- vicdansızca- küfürlere bile rastlar olduk, el kadar çocukların ağzında. (Bir ara bunları kopyalayıp yazmayı bile düşünmüştüm; ancak eleştirmek için yazmak adına bile vicdanım izin vermedi.) Oysa biz, Mustafa Kemal ATATÜRK dendi mi Kurtuluş Savaşımızı hatırlar, ömrünü cephelerde geçirmiş, tüm dünyaya örnek olmuş, bir masal kahramanına sahip olmanın haklı gururunu yaşardık . Öyle ya dünyanın neresinde görülmüş ülkesi için, tüm ulusu birlik ve beraberliğe seferber edip kurtuluşa ve bağımsızlığa taşımış bir önderi unutmak ya da yok saymak hatta acımsızca hakaret etmek... Bizim olanı, bize ait olanı sevmezsek, baş tacı etmezsek kim saygı duyar geleceğimize, kim inanır ulusumuzu sevdiğimize?...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hilâl Erboyacı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |