..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Toplumsal Olaylar > Seval Deniz Karahaliloğlu




19 Aralık 2010
Ali Poyrazoğlu : Ne İşimiz Var Tanımadığımız Adamlarla?  
Deliler, Allah’ın elçileridir. Delilerle, veliler el ele gezerler.

Seval Deniz Karahaliloğlu


Mitomani hastalığına yakalanmış bir toplumda, tanımadığımız adamların arasında sıkışıp kaldık. Başımızı suyun üzerinde tutabilmek için bir takım hikayeler yazıyoruz. Sonra kendi uydurduğumuz bu hikayelere, kendimiz inanıyoruz. Çünkü gerçeklerle yüzleşmek yerine, kendi hayatlarımızı, özümüzü ret ettiğimiz için “işimize öyle geliyor”.


:BGIH:
Ali Poyrazoğlu : Ne İşimiz Var Tanımadığımız Adamlarla?

Seval Deniz Karahaliloğlu

Deliler, Allah’ın elçileridir. Delilerle, veliler el ele gezerler.

Bir Yezidi geleneği der ki, “bir daire içinde sıkışıp kalan adam için yaşadıkları trajiktir ama dışarıdan bakanlar için adamın hali komiktir”.

Mitomani hastalığına yakalanmış bir toplumda, tanımadığımız adamların arasında sıkışıp kaldık. Başımızı suyun üzerinde tutabilmek için bir takım hikayeler yazıyoruz. Sonra kendi uydurduğumuz bu hikayelere, kendimiz inanıyoruz. Çünkü gerçeklerle yüzleşmek yerine, kendi hayatlarımızı, özümüzü ret ettiğimiz için “işimize öyle geliyor”.

Mitomoni sarhoşluğu içinde “tanımadığı adamlarla” kol kola dolaşan, başı sıkıştığı zaman “kendi çizdiği daireler içinde dolanıp duran” bu topluma en uygun oyun Orotontopolis Tımarhanesinin hazırladığı müsamere olur dedik. Aldık sizi buraya getirdik.

Yer, “Orostontopolis Tımarhanesi”. Peki burada ne işimiz var? “7 Numaralı Koğuşun” hazırladığı müsamereyi izleyeceğiz.

Havada “Damda Deli Var” şarkısının ezgileri, arka planda Altan Erbulak’ın karikatürlerinden oluşan kartondan yapılma bir dekor. Kadın erkek karikatürlerinin üzerinde konuşma balonları.
Altan Erbulak’ın karikatürü bir sokak lambasına tırmanmış konuşma balonunda “ben de buradayım” diyor.

Şişman cüsseli adamlar, son düğmesine kadar ilklenmiş takım elbiselerinden çıkan küçücük kafaları ile sırıtıyorlar. Güzel, mini etekli, sarışın bir kadının etrafında pervane olmuş erkekler. Sırıtkan, sırnaşık, kendini beğenmiş, yaltaklanan. Bir ağacın arkasından uzanmış şaşkın bakışlı kafalar. Kadının karikatürü konuşma balonunda “tanımadığım adamlar” der. Laf aramızda, bu adamları kim tanıyor ki?

Bir ağacın dalına tünemiş, ağzında peynir tutan adam en gerçekçi ve anlamlı karikatür. Çünkü biz bu adamı tanıyoruz. Sen, o, öteki, biz, onlar, her birimiz ağzında peynir tutan karga misali bulduğumuz her hangi bir dala tünemiş adamlarız.

Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu “Tanımadığım Adamlar” oyunuyla, Aziz Nesin ve Ali Poyrazoğlu’nun yazdığı oyunu sahneliyor. Ali Poyrazoğlu’nun sahneye koyduğu oyunda baş rolleri, Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Özdemir Çiftçioğlu, Suat Ünaldı, Ümit Kantarcılar, Burak Alkaş ve Hüseyin Kara paylaşıyorlar. Altan Erbulak’ın karikatürlerinden oluşan dekorlara, Esin Engin’in müzikleri eşlik ediyor.

Arşaluz Taşaklayan dediğine göre, “oturduğu Kurtuluş’taki apartmanından, Monte Carlo Devlet Tiyatrosu baş aktristliğine yükselmiş, oradan da sanat kariyerine şu anda Orostontopolis Tımarhanesinde, “genel sanat yönetmeni” olarak devam ediyor”.

Madan Arşaluz akıl sağlığına tekrar kavuşsun diye yatırıldığı tımarhanede o bildik, alışık olduğumuz kararlı kişiliği ve müthiş organizasyon yeteneğini kullanarak, kısa sürede bütün delileri ele geçirip bir müsamere düzenlemeye karar verir. Hastaları iyileştirmek için kullanılan psikodrama tekniği ile hazırlanan müsamere delilere, deliren bir topluma ve topluca deliliklerimize ayna tutuyor.

İçimizde barındırdığımız, özenle kendimizden bile sakladığımız o kişilikler, o yabancı insanlar, “tanımadığımız adamlar”, yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor, hayat buluyor, soruyor sorguluyor, diğer yabancı kimliklerle kimi zaman çatışıyor, kimi zaman uzlaşma yolları arıyor. Bu bir müsamere, bu bir “öz eleştiri”, bu içimizdeki “tanımadığımız adamlarla” yapılan “uzlaşma çabaları”, kendimizi “tanıma”, “anlama” yolarından biri.

Müsamere öncesinde Arşaluz sahnede, seyircileri selamlıyor.
“Hoş geldiniz Balıkesirliler”,…bir an duraksama, evet hatırladı.
“Hoş geldiniz sayın Erzurumlular”, yine bir boşluk, yine bir kopuş, bir siyaha düşme durumu. “Hoş geldiniz sevgili Edirneliler, sefalar getirdiniz”… Yine lafı ortasında unutuyor, sahnenin ortasında kala kalıyor….Yüzünde kocaman bir gülüş. Ama bir de boş bakmasa. Hani bir şeyini kaybetmiş de ne olduğunu hatırlayamama hali var üzerinde. Sevgili Arşaluz Taşaklayan nerede olduğuna bir türlü karar veremiyor ama olsun hiç bozuntuya vermiyor. Unutkanlık hastalığından muzdarip.

Arşaluz yeri geliyor yaşadıklarını, hissettiklerini diğer hastalarla ve bizimle paylaşıyor. “Etrafına bir daire çiziyorsun. İçine giriyorsun. Kendin o dairenin içinde, “rol modeli” olarak sıkışıp kalıyorsun. O dairenin içine gömülüyorsun, kırmak istiyorsun sıkıştığın hücrenin duvarlarını, kıramıyorsun. Biz burada psikoanaliz yöntemiyle hastaların kendi içlerine gömdükleri, kendilerini, öteki kimliklerini tanımalarını istiyoruz.” Sevgili Arşaluz ne kadar haklı. Yaşadıkları, gündelik hayatta toplumun bireylere çizdiği daireler içine sıkışıp kalan bizlerin, hepimizin yaşadıklarıyla bire bir örtüşmüyor mu?

Gelelim müsamereye katılan sanatçılarımıza ya da daireler içine sıkışıp kalmış delilerimize.
Her biri bir adım öne çıkıp kendilerini tanıtırlar.

Sacit Topan. Namı diğer “Parlak Sacit”. Arkadaşları tempo tutarlar. Parlak Saciiiiiit, parlak, parlak, parlak,….Sacit onlara aldırmaz konuşmaya devam eder. “Eskişehir’den geldim. Eskişehir’in Urfa’sından geldim. Ben buradan çıkınca salıncağa bineceğim!”

Arşaluz “oyuncu delilere” kendince destek verir. “Daireleri silmek için uğraşacaklar. Kim dairesini silmeyi başarırsa, kim daha iyi oynar ve oyunun sonunda seyirciden en çok alkışı alırsa o bu tımarhaneden çıkacak, özgür olacak. Hadi bakalım gösterin kendinizi.”

Hakan Düzgün 30 yaşında. “Muğla’dan geldim. Bana elektrik vermesinler. Doğruyu söylüyorum. Çok iyi oynarsam, bu tımarhaneden çıkacağım.”

Hüseyin Ünlü 24 yaşında. “İzmirliyim. Üç tane hap alıyorum. 2 tane beyaz, 1 tane mavi. Ben maviyi çok seviyorum”.

Şefik Kurt. Göstermeyi çok seviyor. Seyircilere dönerek ayıp bir hareket yapıp gülerek selam verir.

Ömer Balatlı. Delikanlı Ömer. “Eğer çok çalışırsanız geçmişteki her şeyi unutursunuz dediler. Aynur’u da unuturmuşum. Alçak kadın Aynur.” Ömer birden çıldırır. Aynur’un adını sayıklayarak kendi çevresinde daireler çizmeye başlar.

Sözü Arşaluz alıyor. “Daireler çizmek yok! Kendini dairelerin içine hapsetmek yok! Daireleri kırıp çıkacağız buradan. Kim deli, kim akıllı belli değil. En deli dediğin fevkalade akıllı çıkar bu ülkede.” Doğru söze ne denir?

“Yalnız kalmak istediğim zaman, etrafımda dönüyor ve hayali bir daire çiziyor, içine kendimi hapsediyor, kendime bir “rol” belirliyorum. O daire sonra bir “hücreye” dönüşüyor. Yalnızlıktan, acıdan, üzüntüden, korkulardan kaçmak için “daireler çiziyoruz”. Eve hırsız girerse, çiz daireyi, otur içine, hırsız sana dokunmasın. Toplum senin etrafına iki tane daha daire çiziyor, sana bir “rol modeli” veriyor. Biz burada, kendi çizdiğimiz o dairlerin dışına çıkacağız.”

İlk dersimiz siyasetteki daireler. Politikacıların kendi çevrelerine çizdikleri ve kendilerini hapsettikleri daireler. Akıllı uslu siyaset yapmaya çalışan adamı, bu memlekette nasıl “zorla deli ettiklerine” dair bir öykü bu.

Bir yerleşime başkan seçilecek her kafadan bir ses çıkar. Önerilen her isim için bir bahane bulunur. Mesela;
“Kimi başkan seçsek deliriyor. Demek ki delirmek için kendisini o makama getirmemizi bekliyorlar.”
“Benim bildiğim delileri başa getirmeyelim, tekrar bir zırdeliyi başa getirmeyelim”
“Bunlar makama çıkınca zıvanadan çıkıyorlar.”
“Rasim Bey tok sözlü, tok gözlü, namuslu, dürüst.” Oy birliği ile Başkanlığa Rasim Bey seçilir. Rasim Bey başkanlık teklifini tek şartla kabul eder. “Halka hizmet edeceksem, katiyen dalkavukluk istemem. Benden önceki başkanlara yaptığınız gibi beni öve öve, şişire şişire göklere çıkarıp, insanı zıvanadan çıkarmayın. Dalkavukluk istemiyorum. İnsanı delirtmeyin!”

Rasim Bey’i başkan seçtirenler Rasim Bey’in kuyruğundan ayrılmazlar. “En büyük sensin. Çok yaşa, Sultan Rasim”.
Çevresini saran dalkavukların aralıksız iltifatlar ve övgülerinden bunalan Rasim Bey sonunda çileden çıkar. “Allah topunuzun belasını versin” Rasim Bey’in yanından bir an bile ayrılmayan dalkavuklar sürüsü hep bir ağızdan cevap verir.”Amiiin”. Dalkavuklar Rasim Bey’e inat başkanın “egosunu şişirmek” için ellerinden geleni yaparlar. “Allah başkanımıza kalkmamak üzere koltuk versin. Amiiiin” Sonunda, aralıksız iltifat sağanağına dayanamayan Rasim Bey gerçekten “çıldırır”.
“Anayasayı cırt cırt yırtıp, onu ben kendim yeniden yazacağım”.
“Avrupa Birliği bizi mutlaka alacak. Hele bir almasınlar. Onları mahvederim!”
“Amerika bizim köpeğimiz olacak!”
“İsrafa son verilecek!”
“Her gün yeni bir tesis açacağım.”
Artık Rasim Bey’i tutabilene aşk olsun.
Sonra hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlarlar. “Anayasa derken döndük terelelliye, lay, lay, lom…”

Bilge Arşaluz küçük oyun aralarında hem kendini, hem de içinde yaşadığı toplumu sorguluyor.

“Ötekileştirdiklerin senler ne oluyor? Ötekileştirdiğimiz içimizdeki bizler, şizofrenik bir duruma dönüşüyor. Adam kendi çizdiği dairenin içinde sıkışıp kalmıştır. Bir de devletin vatandaşın etrafına çizdiği kalın çizgili daireler var. Devlet siyaset dairesinden çıkıp, vatandaşın özel hayat dairesine giriyor.”

Osman Öztürk. Farkındalığı olan, haksızlıkları protesto etmeyi seven, muhalif vatandaş.
“Yıllardır biz Ankara’dan rahatsızız, biraz da onlar bizden rahatsız olsunlar” mantığı ile yaşayan, yaşadığı toplumu ve yöneticileri sorgulamaktan kaçınmayan vatandaş.
“Özgürlük ve demokrasinin olmadığı bir yerde “sözde özgürlük” ne işe yarar?” diye sorar.

Mesela, özgürlük ve demokrasi parkında “Özgürlük Heykelinin” önünde ailesiyle birlikte çoluk çocuk “kendin pişir, kendin ye” partisi düzenler. Emniyete çağrılır, bir devlet memuru tarafından sorgulanır.

“27 Mart’ta karın ve yeğeninle birlikte, kullandığınız bisikletlerle trafiği engellemişsiniz.”
“Her ailede dört kişinin arabası var. Biz bisiklete binerek hava kirliliğini engelliyoruz.”
“2 Nisan’da plastik bir silahla, şehir içi vapurunu kaçırmaya kalkmış, kaptanın başına silahı dayayıp “çek Küba’ya” demişsin.”
“Castro’ya bir gemi hediye edeyim dedim. Ne var bunda?”
“Bunları neden yapıyorsun kardeşim? Sen manyak mısın?”
Muhalif vatandaş Osman Öztürk’ün cevabı hazır.
“Var olduğumu hatırlamak, düşünülmek, fark edilmek, “saygı duyulmak” için yaptım. Hiç kimsenin umuru değil. 40 yıldır arayıp, sormuyorlar. Kaç çocuğun var? Eğitim sisteminden memnun musun? Memur maaşıyla geçinebiliyor musun? Evde kaç kişi işsiz? Çocuğunu okutabiliyor musun? Umutlarınız, hayalleriniz, gelecekten beklentileriniz nedir?”
Muhalif vatandaş içini dökmeye devam ediyor.

“Devletin bana yüklediği bütün sorumluluklardan bağımsız olmak istiyorum. Milletin vekili bağımsız oluyor da “milletin kendisi” neden “bağımsız” olamıyor? Ben bu vatandaşlık kimliğinden sıyrılarak kendi “bağımsızlığımı”, kendim “ilan etmek” istiyorum. İktidarın işi hep cek, cak. Mutlu olmak istiyorsan ne söyle, ne işit” Uzun bir sorgu sürecinin sonunda muhalif vatandaş Osman Öztürk protestoya son noktayı koyar.
“Düzülen ben olduktan sonra, düzen değişse ne olur?”

“Deliyle, devlet kendi bildiğince işler!”

Yine deli kadın Arşaluz sahnede. “İnsan farklı yaşlardaki hallerini hep içinde taşır. “Tanımadığın adamlar” çöplüğüne koyduklarını artık beğenmiyorsun. Tanımadığın o adamlar sonra başlarını kaldırıyorlar içinden dışarı çıkmaya çalışıyorlar. Ötekileştirdiğin “senler” ne olacak? Onların lehine ne zaman konuşacaksınız? Onların lehine ne zaman empati kuracaksınız? Mesela, 10 yaşındaki çocuk halini hatırla. 15 yaşında deli fişek, ergen. 20 yaşında bıçkın delikanlı. 25 yaşında evli adam. 30’un da evliliğin getirdiği sorumluluklarla yol almış halin. 35’inde daha bağımsız, 40 yaşında olgunlaşmış kimliğin. Bütün bu kimliklerin hepsini içinde taşıyorsun. Kimini sevmedikçe, üstünü örttükçe, onları içinde daha derinlere itmeye kalktıkça, onlar daha çok kabusun olarak üzerine saldıracaklar. Yüzleşemediğin, hesaplaşamadığın kimliklerin kabusun olacaklar, öcü gibi ortaya çıkacak, sana tekrar takrar saldıracaklar.”

“Acılarınla uzlaş!”

“Küçük bir çocukken topunuz hiç inşaata kaçtı mı?”
“Çocukken hiç tacize uğradın mı doktor?”
Bütün deliler kendi acılarını anımsar.
“Aynur, çık ulan beynimden!”
Hepsi kendi çevresinde daireler çizmeye başlar.

Acılarınla yüzleş! Acılarından kurtul!”

“Toplumda sosyal Alzheimer (alzaymır diye okunuyor) nasıl ortaya çıkıyor? Bu nasıl kitlesel bir hastalığa dönüşüyor? Toplum nasıl unutuyor? Toplumun hafızasını siliyorlar. Toplumun belleği yavaş yavaş kendisini sıfırlamaya, kendisini boşaltmaya başlıyor. Anıları siliyor. Devlet vatandaşın çevresine kalın daireler çiziyor. Devletin, toplumun ve kendinizin çizdiği dairelerden kurtulun.”

Unutmayın, “hayattaki müsamere” devam ediyor!

Biz de kendi dairelerimizden kurtulalım dedik. Ali Poyrazoğlu ile delilerde, Yezidi geleneklerine ve “muhalif olma” haline dair konuştuk.

SDK – Neden Orostontopolis Tımarhanesi?
Ali Poyrazoğlu – Orostontopolis, orostopolluklar kenti demek. Eski Yunanca’da “polis” kent demek. “Orostoplluk” ise kalleşlik, alçaklık, hak yeme, adam kayırma, hırsızlık, dolandırıcılık, üç kağıtçılık demek. Orostontopolis, insanın insana yaptığı eziyetlerin baş rolde olduğu kent demek. Kısaca, “Orostopolluk Ülkesi” anlamına geliyor.

SDK – Oyunda hep bir “müsamereden” bahsediliyor? Neden oyunu müsamere teması üzerine kurdunuz?
Ali Poyrazoğlu – Müsamere temasını kullandık çünkü onlar gerçek tiyatrocu değiller. Onlar, hastanedeki hastalar. Hastanedeki hastaların hazırladığı gösteriye de okul çocuklarının hazırladığı gibi müsamere denir. O nedenle, oyuna müsamere dedik. Zaten müsamere çerçevesinde, oynayış estetiği de abartılı bir oyunculuk hakim. Oyuncular, aktörler ama aktör değillermiş gibi yapıyorlar. Aktörlüklerini, kendi karakterleri ile ilgili bölümlerde gösteriyorlar. Yani sahiden “kendileri” olduklarında. Müsamere kısımlarında ise “gibi yaptıkları” yerlerde de müsamere estetiğini kullanıyoruz.

SDK – Yezidilerdeki “bu inanışı” oyunda kullanma fikri nasıl oluştu?
Ali Poyrazoğlu – Aziz Nesin’den çıktı. Aziz Nesin, “Yezidi gelenekleri” diye anlatıyor. Çok eskiden bizim tiyatronun dergisine bir yazı yazmıştı. O yazı, hiçbir yerde yayınlanmadı. Aziz Nesin “Yezidi geleneklerinde, ortaya bir daire çizilir. O daireyi çizen silmedikçe, dairenin içinde kalan dairenin içinden çıkamaz” diyor. Bu bir ritüel. Onun için dairenin içinde kalanın için durum trajik, dışarıda kalanlar için durum komiktir.

SDK – Daire olgusunu sadece kişisel bazda mı ele alıyoruz.? Bu ritüeli topluma uygulamak mümkün mü?
Ali Poyrazoğlu - Kişisel bazdan yola çıkarak topluma bakmaya çalışıyoruz. Oyunda kişilerin başına gelenler kapalı yada açık biçimde kişinin ait olduğu toplumu da yakından ilgilendirir. Kişinin içine düştüğü hallerin sorumlusunun toplum olduğunu düşündüğümüz zaman o dairenin geniş bir biçimde bütün bir toplumu saran bir çember olduğunu görebilirsiniz.

SDK – Arşaluz Taşaklayan karakterini biz “Tak Tak Takıntı” oyunundan tanıyoruz. Arşaluz Hanımı başka bir oyunda daha görecek miyiz? Bu bir seri oluşturma projesinin ilk ayağı mı?
Ali Poyrazoğlu – (kahkahalarla gülüyor) “Arşaluz’un Dönüşü”, “Arşaluz’un İntikamı”, “Arşaluz Sürpermene Karşı” gibi şeyler düşünüyorum. ( Hala kahkahalarla gülüyor)
Bu oyunda böyle bir karakter gerekiyordu. Arşaluz karakterini tımarhanede düzenlenen müsamerenin kahramanı olarak tasarladım. Arşaluz tımarhaneye düştü. Tımarhanenin “genel sanat yönetmeni” oldu. Oynayanlar deli, yöneten de deli olsun diye Arşaluz’u koydum.

SDK – Arşaluz’un ortalığı toparlama ve gayet iyi bir “organize etme” kabiliyeti var değil mi?
Ali Poyrazoğlu – Arşaluz bir mitoman. Her şeyi uyduruyor. Anlattığı her şey “yalan”. Uydurukçu Arşaluz Taşaklayan. O Monte Carlo hikayeleri hep yalan. Arşaluz Kurtuluş’un dışına çıkmış değil. Arşaluz kendi anlatan, kendi inanan tiplerden. “Mitoman” deniyor onlara. Arşaluz kendi hayatını ret ediyor. Asıl onun normal hayatı, yaşadıkları trajik. Evi yanmış, çocuğu yanmış. Yaşadıkları çok trajik. Arşaluz o hayattan kendini kurtarmak ve belleğini sıfırlamak için kendine başka bir “hayat icat” ediyor. O hayatın içine yerleşiyor. Orada yaşıyor. Ama bunu toplumumuzda bir çok insan yapıyor. Kendilerine bir hayat uydurup “öyleymiş gibi” davranıyorlar. Bu bir nevi “şizofreninin” açıkça ortaya çıkışı. Arşaluz’da da öyle. Bu şizofrenik belirtinin bizim toplumumuzda bir çok örneği olduğu için Arşaluz karakterini kullandım.

SDK – O zaman bu durum bütün toplumu etkileyen bir hastalık diyebilir miyiz?
Ali Poyrazoğlu – Hepimiz “gibi yapıp” kendimize bir hayat uydurup, içinde girip, o hayata inanıp, yaşıyoruz. Dahası bazıları “gibi yapmıyor”, dizilere bakıp, dizilerde yaşadığını düşünüyor. Aşk-ı Memnu’nun evinde oturduğunu zannediyor. Ezel’le aşk yaşadığını düşünüyor. Toplumda ciddi bir biçimde, dizilerin içine yerleşip, onun bir parçası olduğunu düşünme hali başladı. Gerçekle, hayali bir birine karıştırıp yaşıyoruz. Bu tipik bir “şizofreni” belirtisidir.

SDK – Arşaluz’un etrafı derleyip toparlayan, sözünü dinleten, otoriter bir “lider olma” vasfı var. Arşaluz’un lider tavrı, toplumun aradığı lider boşluğunu, lider açığını, bir lider arayışını da vurguluyor diyebilir miyiz?
Ali Poyrazoğlu - Toplumlar çabuk lider tüketen organizmalardır. Birisini lider yapar, inanır, peşine takılır. Bir süre sonra aleyhinde konuşmaya başlar. Sonra muhalefet eder. Sonran o lideri bir kenara fırlatır. Sonra yeni bir lider çıkartır. Bu da net bir biçimde, Azizi Nesin’in yazdığı “Adamı Zorla Deli Ederler” bölümünde anlatılıyor zaten. Rasim Bey diye bir adamı lider yapıyorlar. Etrafını sarıyorlar. Adamı sürekli övüyorlar. Adamın dış dünya ile iletişim kurmasını engelliyorlar. Adamı delirtiyorlar. Sonra adamı çöpe atıp başka bir lider aramaya başlıyorlar.

SDK – Peki, delilikle, “yönetmek” arasında nasıl bir ilişki var?
Ali Poyrazoğlu – (Gülüyor) Böyle bir şey hiç düşünmedim. Tuhaf.

SDK – Peki, delilikle, “yönetilmek” arasında nasıl bir ilişki var?
Ali Poyrazoğlu – Ben deliliğin zekanın parladığı anlar olduğunu da düşünüyorum. Yani, deli var, ama deli var. Çeşitli. Deli dediğin bir tane değil ki. Ne kadar deli varsa, o kadar deliliği tedavi etme yöntemi var. Bir kişide geçerli olan tedavi yöntemi, öteki kişide geçerli olmuyor.

SDK – Deliler “muhalif” midir? Öyleyse, neden?
Ali Poyrazoğlu – Tabii ki. En büyük özellikleri “muhalif” olmalarıdır. Başından sonun kadar her şeye “muhalif”. Deliler “düzenin üzerine tüküren” insanlardır.

SDK – Oyunda, “acılarımızla yüzleşme” meselesi var. Bunun için ne söyleyebiliriz?
Ali Poyrazoğlu – Korkularımızı yenip, hatalarımızla yüzleşemediğimiz için onları içimize doldura doldura zamanla, birer hastalığa dönüşerek dışarıya çıkmalarına neden oluyoruz.. Şeffaflık her zaman için iyidir.

SDK – Delilerin protesto biçimi bir harika. Özellikle, Hürriyet Heykelinin altında “piknik yapmak” gibi çok hoş örnekler var. Delilik ve “protesto etme” biçimleri arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Poyrazoğlu – Bu oyunu çıkarırken ben ve arkadaşlarımın temel çıkış noktası şu oldu. Madem bu ülkede politik konular konuşulmuyor, politik tiyatro, şaka, alay, siyasi hiciv, politik taşlama yapılmıyor ya da çok az yapılıyor. Kulların söyleyemediğini bari “deliler söylesin” istedik.

SDK – Altan Erbulak’ın karikatürlerini dekor olarak kullanma fikri nasıl ortaya çıktı?
Ali Poyrazoğlu – Bu oyun, “açık biçim” bir oyun. Hiçbir şey önceden hesaplanmış değildi. Oyunu çalışırken, prova ederken dekor böyle düşünülmüş değildi. Oyunu çıkarma aşamasında, tartışırken, düşünürken, oyunun üzerinde çalışırken, yavaş yavaş parçalar ortaya çıktı. Deliler sahneleyecekleri müsamereleri için kendilerince, sahnenin ortasına kırmızı bir tiyatro perdesi koymuşlar. Delilerin yapacağı bir tiyatro perdesi bu. Aynı zamanda bu ortaçağda tiyatrosunda “delilerin resmi geçidi” denen bir olgu. Meydanlarda, tiyatro yapanlar yüksek bir yerde iki direk arasında kırmızı perde geriyorlar. Aşağıdan bakan seyirci bunu zihninde bir tiyatro, bir oyun alanı olarak kabul ediyor. Bizim ortaoyununda bir paravana koyup parkta, bahçede, sokakta, kahvede oynama geleneği var. Bütün bunları kullanıyoruz. Bütün o sahnede kullandığımız iskemleler ortaoyununda kullanılan iskemleler gibi. Paravana kullanmak istemedik. Karagöz ve Hacivat’ta “göstermelik geleneği” vardır. Altan Erbulak’ın karikatürlerini “göstermelik yapıp” öyle kullanalım istedik. Önceden hesaplayarak değil, dekor oyun çıktıkça yavaş yavaş oluştu. Başka bir dekor yapısının peşindeydik. Başka tarafa doğru gidiyordum, kapı buraya açıldı. Kapıyı açtım, karşıma Altan Erbulak çıktı. Ben de o esnada Altan Erbulak’ın kitaplarını okuyordum, eski çizdiği karikatürlerine bakıyordum. Altan Erbulak, “akıllı geçinen delilerin” dünyasını çizmiş. Bizim oyunun içeriğine çok uygun olduğunu düşündüm ve dekorun göstermelik bölümü böylece ortaya çıktı. Altan Erbulak’ın ailesinden izin alınarak, dijital ortamda karikatürler büyütülerek dekor haline getirildi.

SDK – Oyunun künyesinden bahsedersek Aziz Nesin, Esin Engin ve Bedri Koraman gibi çok büyük ustaların adlarını görüyoruz.
Ali Poyrazoğlu - Gelmiş geçmiş en “akıllı deli” olan Aziz Nesin ustanın oyunda üç hikayesi yer alıyor. Esin Engin biliyorsunuz rahmetlik oldu. Eskiden Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nda sahnelenen “Deliler Boşandı” oyunu için yaptığı üç müziği alıp oyunda kullandık. Dekorun göstermelik bölümünde ise Altan Erbulak’ın karikatürleri var. Büyük usta Bedri Koraman oyunun afişini tasarladı.

SDK – Sahnede beş kişilik bir koro var. Ama sıradan şarkılar değil oyunun içeriğine uygun “bilgece” şeyler söylüyorlar. Biraz bu korodan bahsedebilir miyiz?
Ali Poyrazoğlu- Koroda söyleyen arkadaşlarımız, arkada kasetten ses gelirken sanki söylermiş gibi yapmıyorlar. Sahnede “canlı” olarak şarkı söylüyorlar. Kabare tarzı, açık biçim oyunlarda arada söylenen şarkılar ya da benim yaptığım gibi monologlar ya bir önce oynanan sahnenin altını çizmek içindir ya da bir sonra oynanacak olan oyunun altını çizmek içindir. O şarkılar da bir sonra oynanacak olan “oyuna başlık atıyor”, manşet atıyor. Veya bir önce oynanıp bitmiş olan “oyunun son sözü” oluyor. Koro demek, akıl adına, halk adına, “sağduyu adına düşünen grup” demek. Koro burada “halkın sesini”, sağduyunun sesini temsil ediyor.

SDK – “Tanımadığım Adamlar” oyunu için ne söyleyebilirsiniz? Bu oyun sizin için ne ifade ediyor?
Ali Poyrazoğlu – Ben bu oyunu yaptığım için çok mutluyum. Herkesin eğleneceği bir oyun yapmak istedim. Yazın oyun oynadığımız zaman klasik biçimde hazırladığımız oyunları sahnelemekte çok büyük güçlük çekiyoruz. Turneye çıktığımız zaman, açık hava tiyatrolarında çok geniş imkanlar yok. Bütün yaz gideceğimiz yerlerde teknik imkanlar çok kısıtlı. Bu nedenle, sahneleme açısından hem kışa, hem de yaza uygun oyun yapmak zorunda kalıyoruz. Yaptığımız işi pratik nedenler, oynayacağımız binaların mimarisi ve orada teknik olanaklar da belirliyor. Kapalı biçim bir oyun yapmak istemiyoruz. Çünkü bu oyunları sahneleyeceğimiz teknik olanaklar yok. Biz sürekli hareket eden ve devamlı yer değiştiren bir tiyatroyuz. Onun için bu şartlara uygun bir oyun biçimi tasarladık. Hareketli, eğlenceli, seyircinin çok gülüp eğlendiği, düşündüğü, zihninde sorularla çıktığı, birbirine anlattığı bir oyun çıkardığımızı düşünüyorum. Mesela, daireler ve Alzheimer meselesi bütün seyirci tarafından ezberleniyor. Oyun sonrasında dışarı çıktığımızda, seyirci evet kendimizi “toplumsal Alzheimer” dan ve özellikle “sosyal bellek kaybından” koruyacağız diyorlar. Oyun sırasında ben sahnede daireler çizerken sandalyelerde oturan seyircilerin başlarını sallayarak beni onayladıklarını görüyorum. Bu seyirciler de etraflarına daireler çizip, o dairelere saklanmaya çalışmış olan insanlar. Bir şeyi unutmamak lazım. Bir oyun, seyirciyi ezen, “bak, sen bilmiyorsun, biz çıkıp bir oynayalım da, sen gör” diyen, seyirciye fazla ukala tavırla yaklaşan bir yapıda olmamalı. Ben bu tarz oyunlardan hoşlanmıyorum. Bu oyun, benim sevdiğim tarzda “seyirciyi iktidara taşıyan” bir oyun. Ben, “seyirciyi iktidara taşıyan” tiyatro yapıyorum. Amacım bu. Çünkü seyirciler benim meslektaşlarım. Tiyatroyu onlarla birlikte yapıyoruz. Onlara rağmen, onların kabul edemeyeceği şeyleri yapmak istemiyorum.






.Eleştiriler & Yorumlar

:: Seval Deniz ve Kendimizi Tanımak
Gönderen: a. gürsel güvensel / , Türkiye
26 Ocak 2011
Seval Deniz Karahaliloğlu, bir tiyatro oyunu üzerinden anlattıklarıyla, her birimizi, çağlar-üstü filozof Sokrates'in meşhur deyişiyle, "kendini tanı!" demeye çağırıyor. John Steinbeck, sanat yapıtlarını "sokaklarda gezdirilen aynalar"a benzetir, biliyorsunuz. Sanatla aynayı birbirine eşlememek kaydıyla, büyük ölçüde katılırım Steinbeck'e. Neo-liberalistler ve onların sabun köpüğünden ideologları olan postmodernistler ne derse desin; sanatın işlevlerinden, önde gelen işlevlerinden biridir elbet, toplumlara aynalık etmesi. Tıpkı, Seval'in burada yazdıkları gibi. Seval Deniz Karahaliloğlu, düz-ara anlatmıyor öyle. Her sözcüğü, bir sarraf hassasiyetiyle tartımdan geçiriyor. Akıcılığıyla, işlekliğiyle güzelleşen ve şeffaflaşan bir Türkçeyle yazıyor. Bir sanat yapıtının "neyi anlattığı"nı önemsediği kadar, "nasıl anlatması gerektiği"ni de ciddiye alıyor. Bunu öyle narin bir edayla yapıyor ki hem. Seval Deniz, edebiyat kültürünün ağırlığıyla ezmiyor okuyanı; ezmediği gibi, kültürlü görünmeye bile gönül düşürmüyor. Neden derseniz, kültür öğeleriyle yapılanma, onun için, iyice anlaşılıyor ki, birer dekoratif nesne, gösteriş budalalığını çağrıştıran işaretler olmanın çok dışında anlamlar taşıyorlar. Çünkü Seval'in kültürden anladığı: içselleştirilmiş, yaşam tarzına dönüştürülmüş içeriklerdir. Aydın olmak da, bundan başka bir algıyla açıklanamaz zaten.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumsal olaylar kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sahibinden Az Kullanılmış "İkinci El" Stratejiler
Tiyatro Topluluklarına Yeni Bir Seçenek : Tepekule Sahnesi
İnsana Yatırım Yapan Yazıbaşı Kültür Şenliği
Yücel Aşkın, Yazıbaşı Kültür Şenliğinde Halkla Söyleşti

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
'Kafkas Tebeşir Dairesi'nin Sebeb-i Hikmeti... ''
Bir Varmış Hiç Yokmuş
"Beni Ben mi Delirttim?" : Ferhan Şensoy
Ermişler Ya da Günahkarlar, İyilik Ya da Kötülüğün Dayanılmaz Lezzeti…
Uluslarararası İzmir Festivali 20. Yaşını Kutluyor.
Sineklidağ"ın Efsanesi : Keşanlı Ali"nin İbretlik Öyküsü
Anton Çehov'dan Arthur Miller'a, Modern Zamanlarda Düşlerin
Ahmet Adnan Saygun"un Mirasını Taşıyan Onurlu Bir Sanatçı : Rengim Gökmen
Tek Kişilik Oyunların Efsane İsmi : Müşfik Kenter
İlhan Berk"in Şiirleri ve Sait Faik"in Öykülerini Gravürde Eriten Adam: Fatih Mika

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.