Tüm mutsuzluklar yokluktan değil, çokluktan gelir. -Tolstoy |
|
||||||||||
|
Sevgili okur, anı, öykü yazmaya niyetlendikçe, güncelde göz göre göre insanı aptal yerine koyan olaylar çıkıyor, bir süre, hiçbir şey yazamıyorum. Sonra dayanamayıp oturuyorum yazmaya. Anlatmazsam yalana ortak olacağım duygusuna kapılıyorum. Bu yazı da, yaşadığımız bir tarihsel olayda, gözümüze baka baka söylenen bir yalanı ve nedenlerini konu alacak. Yazmazsam bu büyük yalana ortak olacağım çünkü. Bir anımı, bu nedenle yazmak da varmış yazgımızda. İki yıldır, yazdığım 1 Mayıs yazılarında, 1980 sonrasının, en yığınsal ve birlik umudu veren 1 Mayıs kutlamaları olduğunu belirtmiştim. Toplumun özgürleşmesinin, demokratikleşmesinin önünü kesen, onar yıl arayla, ülkemizdeki, ilerici/devrimci gelişmenin üzerine balyoz gibi inip emekçi hareketlerini tuz buz eden 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin toplum üstüne serptiği ölü toprağının silkelenişini imliyordu bu kutlamalar. Toplumdaki korku ve sindirilmişlikten arınmanın ipuçlarıydı. Dünya egemenlerini arkasına almış, onların desteğiyle yapılmış, sosyal uyanışı on yıllarca geriye götürmüş bu darbelerin tahribatından, bir çırpıda, ömrümüzün sınırları içinde kurtulmayı düşlemek, toplumsal gelişmeleri hiç anlamamak, tarihi hiç bilmemek anlamına gelir. Bugüne geldiğimizde… Ülke nüfusunun büyük bölümü, zamlarla, vergilerle, işten çıkarılmalarla, taşeronlaştırılmalarla, özelleştirilmelerle, tarımın yok edilmesiyle ve daha birçok yolla sürekli olarak yoksullaştırılıyor. Bu durumun süregitmesi ve halkın tepkisizleştirilmesi için de türlü yol ve yöntemler kullanılıyor. Kutsal inançlar alabildiğine sömürülürken, tek tipleştirilmiş, iktidarın sesi haline getirilmiş büyük medya aracılığıyla doğru bilgilendirilmenin önü kesiliyor. Haberler iktidarın istediği biçimde veriliyor, gerçekler yok sayılıyor. Yalan ya da çarpıtılmış haberler yayılıyor. TV’lerde, tartışma programlarının kanal kanal gezen güdümlü figürleri aracılığıyla ayrıca bir yönlendirme yöntemi titizlikle uygulanıyor. Beyin yıkayan diziler, programlar cabası. Diğer yandan, her hak arama eylemi şiddetle bastırılıyor, muhalifler hapisanelere dolduruluyor. Sapla saman öyle bir karıştırılıyor ki, muhalefeti olabildiğince susturabilmek adına gerçek suçlular da gizlenmiş oluyor. Davalar, uzun tutukluluk süreçleriyle uzatılıyor da uzatılıyor. Böyle bir ortamda, pek çok davanın neredeyse organizatörü haline gelmiş bir yayın organı var ki evlere şenlik. Bu gazete, çıktığı günden beri, güdümlü ve güdümleyici gazete olarak sanırım ilerde basın-yayın öğrencilerine derslerde örnek gösterilecektir. Pek çok gizli belge, yasadışı yollarla elde edilmiş, üzerinde oynanmış ses ve görüntü kayıtları bavullar ya da bilinmedik yollarla bu gazeteye ulaştırılır. Bunlar delil olarak kullanılarak davalar açılır. Mahkemelerde avukatlar, bu delilleri çürütür, gazeteye ve muhabirlerine suç duyurusunda bulunur, dikkate alınmaz; cüppe çıkarıp duruşmaları terk ederler, medya susar. Belleklerde kalan, yalnızca yalan haberler olur. Örneğin, BBP Genel Başkanı M.Yazıcıoğlu’nun helikopterinin NTV tarafından düşürüldüğünü haber yapar. Çünkü NTV, o günlerde bir ölçüde de olsa tarafsız habercilik yapma özelliğini henüz korumaktadır. Elbette haber yalan çıkar ve özür dilemek zorunda kalırlar. İnternette kısa bir gezintiyle böyle pek çok örneğe ulaşabilirsiniz. Bu yazıda benim üzerinde durmak istediğim yalan, kendimin de tanık olduğu tarihsel bir olayla ilgili. 1 Mayıs 1977. Kanlı 1 Mayıs. Yüzbinlerce kişinin katıldığı, 37 kişinin öldüğü, yüzlerce yaralı ve sakat kalan insanla anılan 1 Mayıs. Bu yıl bizler, 1 Mayıs’ın coşkusunu yaşarken, ertesi gün inanılmaz bir haber okuduk. TV kanallarında, bu konuda tartışma programlarını izledik şaşkınlıkla. “Biz” diyorum, çünkü sosyal paylaşım siteleri, günlerdir, o gün, orada olan insanların isyanıyla çınlıyor. Halil Berktay adlı sayın tarihçi, 1 Mayıs katliamının, sol içi şiddetten kaynaklandığını öne sürüyor. Solcular, kendi kendini vurmuş yani… Silahlı mücadeleyi reddetmiş bir örgüt olan İlerici Gençler, 20.000 silahla alana girmişler. Onca polis de cephanelik taşıyan bu insanları aramalardan geçirip alana sokmuş, sonra da herhalde birbirlerini öldürmesinler diye, panzerlerle ezmiş. Oradaki binlerce insanın duyduğu makineli tüfek sesleri, o zamanki adıyla İntercontinental (Şimdi Etap Marmara) otelinde önceden tutulan odalar, odalardaki kurşun delikleri, oralarda kalanların kimliklerinin asla saptanamamış olması, hemencecik oteli nasıl ter ettikleri, Sular İdaresi’nin üstündeki maskeli, tüfekli adamlar… İnsanları ezip geçen panzerler… Dava dosyalarına giren diğer deliller ve gizlenen deliller, raporlar… Hâlâ yaşayan on binlerce görgü tanığı… Hepsi yalanmış meğer, Berktay’a, ona destek veren Ahmet Altan’a ve gazetesine göre… Benim yerimde olsanız, gün orada bulunan biri olarak, yaşadığınıza mı inanırsınız, 35 yıl sonra bir tarihçinin anlattıklarına mı? Bu tarihçinin tarihle ilgili diğer tezlerine nasıl güvenebilirsiniz? Evet, ben de oradaydım. Ülkemin demokratikleşmesi için, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyayı gerçekleştirmenin olanaklı olduğuna inandığım için… Her gün sokaklarda süren kardeş kavgasının bitirilmesi için… Özgürlük, adalet, eşitlik ve yaşanası bir dünya için… İlerici Kadınlar Derneği’nin yöneticisi ve öğretmen hareketinin bir aktivisti olarak oradaydım. Gidişimizin organize edilmesi ve mitingin güzel geçmesi için sorumluluklarım vardı. Çocuklarımı anneme bırakıp gittim. Dünyanın bütün aç, eğitimsiz çocukları benim çocuklarımdı, benim çocuklarım da onlardı çünkü. Kadın ve çocuklardan oluşan kortejimizi hemen kürsünün önüne yerleştirmişlerdi. Yiğit işçi önderi, Disk Genel Başkanı Kemal Türkler kürsüdeydi, konuşuyordu. Konuşması, sloganlarla, alkışlarla kesiliyor, o tekrar konuşuyordu. Ortalık birden karıştı. Önce ne olduğunu anlamadık. O insan seli dalgalandı, dalgalandı. Sloganlar devam ediyordu bir yandan. Bir ara kürsüde, Sıtkı Coşkun’un görevlilere çağrısını duydum. Biz de dalgalandık ve içgüdüsel biçimde hemen çocukları korumaya almaya çalıştık. “Otelden atılıyor, sular idaresinden” seslerini, “ Ne atılıyor?” diye soruşumu, “Kurşun, kurşun!...” seslerini anımsıyorum. Sular idaresine kaçamak bakışımı, o koyu renk, maskeli adamları ve hemen çocuklara, sorumlu olduğum gruba yönelişimi anımsıyorum. Patlama sesini anımsıyorum. Sonradan polisin attığı ses bombası olduğunu öğrendik. O anda, biz görevli kadınlar ve mitingin güvenliğinden sorumlu erkek arkadaşlar, önce çocukları ve yaşlılarımızı gözeterek alandan uzaklaştırmaya çalıştık. Otobüslerimize dağılmadan ulaşmak zorundaydık. Gezi Parkından Elmadağ yönüne doğru yöneldik. Bu arada pankart kamyonlarından ulaşabildiğimize, anaları ve çocukları doldurmaya çalıştık. Şimdi otobüslerimize nasıl ulaştığımızı anımsamıyorum. Katliamın nasıl gerçekleştiğini, basından ve alanın dış taraflarında bulunan arkadaşlardan sonradan öğrendik. Arkadaşının, çocuğunun yanında düşüp ölenleri… Otopsi yapılmayan bedenleri… Davayı izleyen avukatlar, deliller konusunda çok daha ayrıntılı bilgiye sahiptir. TV’ler onların bilgisine neden başvurmuyor acaba? Ayrıntıya girmeyeceğim. “Dava yeniden açılırsa, binlerce canlı tanık bulunur” da demeyeceğim. Çünkü açılan ve açılacak olan davalarda adaletin gerçekleşeceğine ilişkin en ufak bir umut taşımıyorum bugün. Asıl üzerinde durmak istediğim konu; yıllardır, planlı bir katliam olarak üzerinde hemfikir olunan bir olayın, otuz beş yıl sonra, neden bu tarihçi ve onun yazdığı gazete tarafından gündeme getirildiği. Gerçi o yıllarda, o sayın tarihçinin, sol içi kavgayı nasıl kızıştırıp körüklediğini yaşayanlar bilir ama konu o da değil şimdi. Evet, neden şimdi?... Ve neden yine aynı yayın organı tarafından? 12 Mart 1971 faşizmi, kapitalizmin bugünkü globalleşme evresine geçişinin ilk aşamasına karşılık gelir. Ülkemizin her alanda daha çok dışa bağlanmasının önünü açmak için toplumsal uyanışın önünü kesmek gerekiyordu. Ancak, 1960 sonrası gelişen demokratikleşmeyi, dinamikleri tam olarak öldürmeyi başaramadı. 1973’ten itibaren tekrar toparlanma, işçi ve emekçi kesimlerin, sendikal ve politik alanda yeniden örgütlenme dönemi başladı, ivme kazandı. Aynı zamanda, dünya kapitalizmi, sosyalist ülkelerin varlığı ve kendi dinamikleri açısından sıkışıyor, kendine bağımlı ülkeleri hem sömürüyü arttırmak hem de politik olarak daha fazla bağımlı hale getirmek için uğraşıyordu. Dünyada ve bu coğrafyada, daha fazla üsse, daha fazla egemenliğe gereksinimi vardı. Emperyalizm karşıtı örgütlenmeler her geçen gün daha tehlikeliydi onun için. İşte 1977 1 Mayıs katliamı, bu uyanışın önünü kesmeye, toplumu korkutup sindirmeye doğru atılmış ilk büyük adımdır. Sağ-sol çatışmalarını ya da sol içi bölünmeleri bu geniş tabloyu göz ardı ederek değerlendiremeyiz. Sonradan gelen olaylar… Çorum, Kahramanmaraş katliamları, bir milyon kişinin katılımıyla cenazesi kaldırılan Kemal Türkler cinayeti, aydınların katli… Hepsi, dünya kapitalizminin ve ülkedeki bağlaşıklarının ihtiyacı doğrultusunda , ülkeyi 12 eylül faşizmine ve ekonomik olarak da 24 Ocak kararlarının uygulanmasına taşıdı. Suskun, korkak, “vur kafasına al lokmasını” bir toplum… Sonrası ise ülkenin varının yoğunun özelleştirilmesi, satılıp savılması, rant, vurgun talan… Satıp savanların sürekli zenginleşmesi biçiminde sürdü gitti, gidiyor. Yoksul iyice yoksullaştırılırken, orta katmanlar ufalanıyor. 12 Eylül döneminden çıkışta, çok kısa sürelerle iktidarda kalmış hükümetlerin art arda ülkeyi nasıl yönetemez hale geldiğini anımsayalım. Çünkü, tümü, halktaki güven duygusunu tüketmişlerdi. Bu halkın karşısında denenmemiş tek seçenek olarak, dinsel ideolojiyle karşısına çıkan, mazlumu oynayan, 28 Şubat provakosyonu ile, iyice mazlum ve mahsunlaştırılmış görülen tek politik güç kalmıştı denemediği. “Deneyelim” bari dediler. Eh, dini bütün, namazında niyazında insanlar iktidara talip oluyordu. Yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim. Onlar da başlangıçta, her nabza göre şerbet vermekte cömert davrandılar. Sadaka isteyene sadaka, etnik kimlik isteyene kimlik, demokrasi isteyene en ilerisinden… Hastaneden şikâyeti olana tüm hastane kapıları ardına kadar açık. Din iman desen gani… Bu arada on yıl içinde, kimilerinde, birdenbire öyle emekle falan olmayacak, olağanüstü bir “Yürü ya kulum” durumları da oldu ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Hiç olmazsa besmeleyle falan yürüyordu bu kullar… Gel gelelim, artık şapkanın düşüp kelin görünme zamanı geldi. Hastanelere, eczanelere her gidişte daha çok para çıkıyor vatandaşın cebinden. Her ne kadar açıklanan enflasyon rakamlarıyla uyuşmasa da yaşamak için cepteki para, alınan sadaka her gün daha yetmez hale geliyor. İşte sevgili okur, coplara, biber gazlarına karşın; yürüyüşlere, işçi eylemlerine, protesto gösterilerine, 1 Mayıs’a katılımların artışı, her yol ve yöntemle sindirilmeye çalışılan toplumun otuz yıllık uykudan uyanışını, artık bu numaraları yutmamaya başladığını imliyor. Bugün, solun bütün güçsüzlüğüne ve geçmişten getirdiği hastalıklara rağmen, aklı başında bütün solcuların dileği ve çabası birlikten yanadır. Geçmişten ders çıkartanlar, sağda ve solda azımsanmayacak sayıdadır. Ama seslerini duyururmalarının önüne büyük enegeller konmaktadır. Süren bazı zaaflarına rağmen, bugün gerçek muhalif, çeşitli renkleriyle soldur. En gözüpek, en özverili kesim tüm dünyada ve ülkemizde hâlâ soldur. Son iki yıldır, 1 Mayıs kutlamalarındaki barışçı, dost, kardeşçe hava umut vermektedir. Solun birleşmesinin, büyümesinin önüne geçmek gerekir. Neden?... Sömürünün, talanın ve savaşın sürmesi için. Şimdi bize, ABD’den Yale diploması almış, (çubuk bile çakmış) piyonlar aracılığıyla şu söyleniyor: Siz misiniz uyanan? Ayağınızı denk alın. Geçmişteki kanlı olaylarda devletimiz ve onu destekleyen dış güçler masumdur. Bütün suç, solcularındır. Onlara güvenmeyin. Berktay’ın attığı taşla başka kaç kuş vurulabilir? “Yetmez ama evet/ Boykot/ Hayır” üçlemesiyle de bölünmüş olan solda, özellikle o dönemi bilmeyen gençler arasında, bir de “Berktay haklı-haksız/ doğru-yanlış” tartışması yaratarak yeni bölünmelere neden olmak. Bir kuş daha… Bir yandan, 12 Eylül yargılanmasının iyice sulandırılmasıyla ve 1977 katliamını dava konusu yapıp çok adil, tarafsız mahkemeler aracılığıyla dünün ve bugünün devletini aklamak, allem edip kalem edip uyutulmuş yığınların gözünde zayıf da olsa tek muhalif seçenek olan solu küçük düşürmek. Taraf yazarlarından, TKP eski Genel sekreteri Nabi Yağcı’nın, Berktay’a karşı çıkarak gazetesinden ayrılmasını da bu fotoğraf içinde değerlendirmek zorundayız. Partisini dağıtmaktaki hünerinin son kalıntılarını da sanırım, iyi polisi oynayarak bu çıkışıyla göstermekte. Yoksa, şaibeli geliriyle, yalan ve provakasyonlarıyla, deşifre olmuş kadrolarıyla yıllardır iyice belirginleşmiş bir yayın organında, deneyime sahip sol bir figür, bügüne değin neden görev ifa etmiş olabilir ki? Artık, bu ülkede, gerçekten hızlı bir uyanışın zamanı geldi. Ülkemizi ve bizleri uşak yerine koyan, birbirimize kırdıran, sömüren tüm güçlere karşı en geniş birliktelikleri oluşturma zamanı. Amaçlarına ulaşmak için gütmelerine, uyutmalarına, bölmelerine karşı birleşme zamanı. Bu düzene “Hayır” diyen tüm güçlerin, çözüm yolları farklılıklar gösterse bile düşmanlaşmadan, birbirine saygılı bir tartışma kültürü geliştirmelerinin yolunu bulmaları, safları birletirmeleri zamanı. Gelecek umut veriyor. Eğer biz becerebilirsek… 08.05.2011 Vildan Sevil
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Vildan Sevil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |