Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
“Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.” -Cicero- Bu resmi ilk kez görünce uzun süre öylece bakakalmıştım. Sanki bir kuvvetli rüzgar gönül topraklarımı havalandırmıştı, o an öyle duygulanmıştım ki, öfkeyle şefkat duygularım birbirine karışmıştı. Bu fotoğraf NTV’nin arşivindeydi ve Kerkük Hapishanesinde çekilmişti. Edebiyat sitemizde uzun zamandır Kerkük’teki anılarını, Saddam’ın zalimliğinin nasıl kıyıcı boyutlara taşıdığını,vs , anı yazılarında belirten Sn.Av.Sadun Köprülü’nün çektiklerini düşündüm. Öyle ya , hiç düşünebiliyor musunuz? Sizin senelerdir özgürlüğünüz alınmış, dışarıdan bir sevdiğiniz, bir canınız, yüzüne yıllardır hasret kaldığınız, adına şiirler ve gönderilmemiş mektuplar yazdığınız en masum sevgiyle dokunmak-okşamak-öpmek istediğiniz yavrunuz gelmiş ve siz ona sadece gözlerinizle bir cam, bir engel ardından dokunuyorsunuz. Olacak iş miydi bu şimdi? Ben böyle düşüncelerime tam gaz vermiş yol alırken aklıma Mustafa Balbay geldi. Nerden aklıma düştü, nasıl bu fotoğrafla bağıntı kurdum, bilmem? Sanırım, gazetelerin birinde, belki de Milliyet’te okumuş olduğum bir haber bilinçaltımı yüzeye ötelemiş ve bu düşünceme neden olmuştu. Haber anımsadığım kadarıyla şöyleydi: “…Yarıyıl tatilinde babasına karnesini getiren Yağmur, “Öğretmenim, ’Tamamı pekiyi olan notların babanı memnun edecektir. Karneni babana imzalatmanı istiyorum’ dedi. Ben de karnemi babama getirdim” dedi. Cezaevi müdürünün, karnesini imzalatması için izin vermesine çok sevindiğini belirten Yağmur, “Babamı sevindireceğim için çok mutluyum” diye konuştu.” Küçük Yağmur, doğruca babasına koşmuş, karnesindeki “pekiyi” notları ile babasını mutlu etmek, onur duymasını sağlamak için. Ben duygu dolu anlara basından tanık olunca ANA YÜREĞİM sızladı. Gözlerimdeki yaşı silip haberin devamını okuduğumda daha çok sarsıldım. Sanki o an depremler oluyor gibiydi. Şu an bile bu satırları yazarken aynı hisler içinde boğazımda düğme düğme olmuş duygularımı yutkunmaktayım. Haberin devamı şöyleydi: “…‘Hiç yaşayamadı!’ Mustafa Balbay’ın eşi Gülşah Balbay, geçen yılın kasım ayında Vatan gazetesine verdiği röportajda, 11 yaşındaki kızı Yağmur’un babasıyla hiç karne sevinci yaşayamadığını söylemişti. Eşinin tutukluluğunun 1000. gününe ilişkin konuşan Gülşah Balbay, “İlk gözaltına alındığı gün 1 Temmuz 2008. Yeni doğum yapmıştım, Deniz (oğlu) 30 günlüktü. 3 yıldır çocuklarım babasız. Gittiğinde oğlum 8 aylıktı, şimdi 4 yaşında. Kızım ilkokul 2’deydi, şu an 5. sınıfta. Hiçbir karne sevincini babasıyla yaşayamadı. Mektupla babalık yapmaya çalışıyor. Yağmur başta babasının yazısının üzerine damga vurulmasına kızıyordu. Bazen arkaya damga basılınca seviniyor, ‘Hayret, yazıların üstüne basmamışlar’ diye. Kızım erken olgunlaştı, erken büyüdü, erken politikleşti, Mustafa Balbay’ın kızı oldu” demişti.” Evet, hüzün buruk bir acıyla çentiklerken sol yanımı, ona eşlik eden öfke duygumu da bastırmak hemen hemen hiç mümkün değildi. Yarabbim bu nasıl bir şeydi? Kaç adam vurmuştu Balbay? Hangi suçu işlemişti ki? ailesinden yavrularından bu kadar yoksun tutulmaktaydı. Genç ömrü neden hapishanelerde çürümekteydi? Sorularıma yanıt alamıyordum. Aklım, uyuşmaya başlıyor, alkol sınırını aşmış, yolunu şaşırmış sarhoşlar gibiydi. Anımsıyorum hala dün gibi bu haberi…O gün evden hızla çıkmış, “acaba ben gibi bu haberi kaç kişi okumuş, fark etmiştir, ” düşüncesiyle sokağa atmıştım kendimi. Zeytinli Belediyesinin sahildeki küçük parkında yer alan banklardan birine oturdum. Çok değil beş dakika sonra ellili yaşlarda bir hanımefendi yanıma oturdu. Önce gülümsedi, sonra “merhaba” dedi. Yanıt verdim. Bir süre sonra havadan-sudan kısa sohbetimiz başlamıştı. Kimsesi yoktu. Vardı ama yoktu. Yurt dışındaydı. Eşi kanserden ölmüştü. Emekli maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Sordum ona: “Mustafa Balbay’ı tanıyor musunuz?” diye…Bir süre düşündü: “Kim o, yazar mı, sanatçı mı?” O hanımefendi poğaçasını yedikten sonra gitti, yerine otuzlu yaşlarda çocuğunu kaydıraktan kaymasını izleyen bir anne geldi. Ona da aynı soruyu sorduğumda, “sanatçı mı, doktor mu?” gibi benzer yanıtlar almıştım. Bir saate kadar oyalandığım parkta erkeği, kadını, yaşlısı geldi geçti, ama hiç biri sorduğum kişinin kim olduğu konusunda bir fikri yoktu. Parktan sonra cadde üzerindeki ŞOK alışveriş merkezine uğradım. Kahvaltılık alıp kasaya geldim. Kasiyer bayana gülümseyip, diğerlerine sorduğum soruyu yineledim: “Mustafa Balbay’ı tanıyor musunuz?” Hafiften gülümsedi, “Hayır, tanımıyorum. Kim o?” Başımı iki yana salladım. İçim kıyım kıyım olmuştu. İnsanlar okumuyor, izlemiyor, çoğu yaşananları bilmiyorlardı. Kasiyer kıza sordum: “Peki Hülya Afşar’ı tanıyor musun?” Yanıt hemen gelmişti: “Kaya Çilingir’den boşanan, bir de Zehra adlı kızı var, o mu?” diye sormaz mı! Afakanlar basmadan marketten ayrıldım. Ülkemde sessiz bir devrim olmuş, ülkemin aydınları, bilim adamları, değerli komutanları yıllarca tutsak, ama halkım bu gerçeği bilmek istemiyordu. Ve aynı soruyu kendime sordum: “Kimdir Mustafa Balbay?” Yanıt yüreğimin gözesinden adeta fışkırmıştı: “O bir vatansever, O bir Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı, düşünen bir insandır.” “O çocuğuna hasret ve yüzünü görmeden doğan bebesini cam arkasından öperek sevmeye çalışan bir BABADIR.” Ve halen içeride özgür kalacağı günlerin umuduyla mektubunda Çiçero’ nun sözlerine yer veren bir Tümamiralin mektubu mu, beni böyle sersem sepelek etti, yoksa umutların bir mum gibi eridiği günlere mi üzülüyorum, bilmem ama kendimi hiç de iyi hissetmiyorum şu son günlerde. Yoksa halen içeride tutsak günlere çentik atan, ülkemize tam 40 sene hizmet vermiş, Atatürk’ün Ocağından söküp alınmış, Tümamiral Cem Gürdeniz’in son mektubunun finalindeki gerçeğimiz miydi beni burkan sebep? Amiralin Hasdal’dan 04.Ağustos.2012 Tarihli Mektubundan Türk Halkına Seslenişini alıntıladım, mektubu lütfen dikkatle okur musunuz? “…Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.” Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz. Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum. Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum. Tümamiral Cem Gürdeniz/Hasdal ” Bu yazıyı kaleme almama neden olan anımsadığım fotoğraf hafızamda o kadar o kadar canlıydı ki, sanki camın arkasından babasını özlem yüklü sevgisiyle öpmeye çalışan çocuğun sesi kulaklarımın içinde bir çığlıktı. BABA SENİ ÖPMEK İSTİYORUM! Sevgiyle Emine PİŞİREN/Kocaeli 09.07.2012
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |