"Leyla'nın işi naz ve işve; Mecnun'un gözü yaşı çeşme çeşme..." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Okulda beş yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti. Akademik kariyerimi başlatacak sınavlara girip çıkıyordum. Bu arada ofisin işlerinde çalışan bir eleman değil, bir stajyer avukattım artık. Değerli hocalarımın iyi niyetli değerlendirmeleri sonucunda, mezun olduğum okulun bir öğretim görevlisi olmayı başardım. Böylece, Azap Yolu’ndaki yolculuğumu tamamlamıştım. Meslek ve kariyer sahibi olarak yurt köşelerindeki konukluğumu sonlandırıp güzel bir ev tutmuş ve anneciğimi de yanıma taşımıştım. Garip anam Eskişehir’deki evini aceleyle satmış, eline geçen cüzi parayla da bana bir yerli araba ve evimize ilave birkaç eşya almıştı. Yanıma yerleşti,kten sonra ise, değişen hayatıma paralel olarak, adeta karakter değişimine uğramaya başlamıştı. Tam bir kokana olup çıkmıştı. Hele kat kat süründüğü boyalar onu adeta bir palyaçoya dönüştürmekteydi. Ondaki bu hallerden dolayı çok üzülmekteydim. Anneme Sebil ile evlenmek isteğini belli etmeye başladığımdan itibaren, bu arzumun önüne akıl almayacak engeller koyarak, her seferinde sadece kendisine ait olmamı sağlamaya çalışıyordu. Aşık olduğum kızla, annemin türlü mazeretlerine rağmen evlenmekte ısrarcı davrandım. Tabii ki, bunun için önce Sebil’i ikna etmem gerekecekti. Ofise uğramaz olmuştu. Sabırla gelmesini beklemekteydim. Gelir gelmez bir kenara çekecek, kendisiyle evlenmek istediğimi söyleyecektim. En nihayet, o da babasının baskılarına direnemeyerek beş, altı gün sonra ofisten içeri girdi. Yanında ise, kafeteryada çalıştığım günlerde bana bahşiş verdirtmek için getirdiği tiplerden birisi vardı. Oğlanı tanıyordum tabii ki, zengin züppenin tekiydi. Bana soğuk bir selam verdikten sonra oğlanla doğruca babasının bürosuna girdiler. Fazla oturmadılar içeride, babası onları bürosunun kapısından uğurlarken, onlar benim yanıma da uğrayarak bir merhaba demek istediler. Tokalaşmak için bana uzattığı elinde, yüzük parmağında tek taş bir yüzük takılıydı. Oğlanınkinde ise kalın bir alyans… Sorgulayarak baktığımı görünce açıklama yapmak zorunluğunu hissetti. “Şey, biz, kendi aramızda söz kestik. Yani iki aile arasında... Çok ani oldu, sana haber veremedim. Kusura bakma emi!” Kusura bakılacak bir şey yoktu ki! Bir ay sonra nişan merasimi için gün belirlemişlerdi. Bu defa annemle birlikte ben de davetliydim. Söylemedim anneme, zira gitmeyecektim. Evde, çalışma odamda öğrencilere anlatacağım derslerle ilgili bir ön hazırlık yapmakla meşguldüm. Annem kapıyı tıklatarak açtı. Elinde telsiz telefon vardı. “Müstakbel karın!” diyerek telefonu bana uzattı. Öyle ya, kadıncağızın hiçbir şeyden haberi yoktu, hala onunla evleneceğimi sanarak sinir krizleri geçirmekle meşguldü o… Sebil, telefonla beni çağırıyordu. “Ali, beni gel, al ne olur!” “Neredeysen söyle, hemen gelip alayım.” Adresini verdiği yer Sakarya caddesinde bir gece kulübüydü. Bulunduğum yerden en az yirmi kilometre ötede bir yerdi. Oraya gidişim çabuklaştırmak için arabamı nasıl kullandığımı anlatamam. Vardığımda ise onu, beni beklerken buldum. “Özür dilerim, seni rahatsız etmek istemezdim; ama, bir dosta ihtiyacım vardı, onun için…” Susturdum onu. “Ben buradayım,” dedim. “Bir dostun olarak.” Ağlamaya başladı. Hem ağlıyor, hem de, “ben hata yaptım,” diyerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ağlaya ağlaya anlattığı pek çok şeyden çıkan sonuç basit iki cümleden ibaretti: Zengin züppeyi kapris yaparak yanından kovmuş, o da parmağındaki yüzüğü masaya atıp çekip gitmiş. Bu kadar çok kahrolduğu konu bundan ibaretti. Sevinmiştim, ama sevincimi belli etmeden kutlamak istiyordum bunu. “Ben bir şey içeceğim,” dedim. “Affedersin, ne içersin diye sormayı unuttum sana, değil mi?” “Mühim değil. Sen ne içiyordun?” “Ben… cin…” “Tamam… Garson bey! Bize iki kadeh cin ve tonik getirir misin, biraz da çerez!” Gece kulübünden sonra doğrudan evlerine götürdüm, kapıdan girdiği ana kadar da refakat ettim. Eve dönüş yolculuğumda arabamdaki kasetçalara bulabildiğim en hareketli kaseti taktım, adeta yaya hızında ağır ağır giderken oturduğum yerde müziğe uyarak hoplayıp zıplamaya başladım. Eve ulaştığımda park ettiğim araçtan inerken, onun çantasını arabada unuttuğunu fark ettim. “Yarın teslim ederim,” diyerek aldım, odama götürdüm. Annem görünmüyordu, yatmış olmalıydı. Çantayı masamın üstüne bırakarak yatağıma huzur içinde uzandım. Yatağın içinde çeşitli hülyalar içersinde saatlerce döndüm durdum. Huyum kurusun, başkaları gibi üzüntülüyken değil, sevinçli olduğum geceleri hep böyle uyuyamazdım. Böyle dönüp dururken Sebil’in çantasındaki telefonu çalmaya başladı. Öyle acı acı çalıyordu ki, sonunda kapımı tıklatarak annem girdi. “Oğlum, kimin telefonu bu, yarım saattir deli deli çalıp duruyor. Apartman ayağa kalkacak!” diye söylendi. Ona, “yapabileceğim bir şey yok! Telefon çantasında,” dedim. “Çantasındaysa al, bak!” “Başkasının çantasına bakmak olmaz!” Telefon ısrarla çalmayı sürdürüyordu. Daha çok kızdı. “İnsanları rahatsız etmek de olmaz!” diye söylenerek açtı çantayı, telefonu çıkartıp bana uzattı. “Bak bakayım, kimmiş!” Açtım, arayan sesi tanıdım. Sebil’di. Annem arayanın o olduğunu anlar anlamaz çıkıp gitti. “Özür dilerim Sebil, ısrarla çalınca annem çantanı açıp telefonu almak zorunda kaldı. Özür dilerim!” Onun, çantasını karıştırdığımı sanmasından çok korkuyordum. Sebil ise, “senin elinde olduğunu bilsem aramazdım bile; gece kulübünde kaldığını sandım da, telefonu açana, yarına kadar muhafaza ediverin, diyecektim. Madem ki sende, haydi iyi geceler,” diyerek telefonu suratıma kapattı. Ayık kafayla yapacağı bir şey değildi bu, sarhoştu., Telefonu yanı başımdaki sehpaya koyup yeniden uzanacaktım ki, bu defa da mesaj sinyali çaldı. Aldım elime, baktım; yollayan, “Oğuz,” yazıyordu. Şu zengin züppe! Yüzüğü atıp gittikten sonra hala ne istiyordu ki, acaba? Merakıma yenilerek okudum yolladığı mesajı: “O ateşli gecelerden sonra nasıl ayrılacağız? Aramayacak mısın o zevki…” Aynen buydu yazan! Büyük bir şok geçirerek bakakalmıştım yazıya ve adeta beynime kazırcasına tekrar tekrar okuyordum. Delicesine aşık olduğum kızın bir fahişe gibi erkeklerin koynuna giriyor olması acı bir gerçek gibi incitiyordu beni. Telefonu tamamen kapattım, kalktım, çantasına bıraktım. Bu defa da gözüme ilişen deri kaplı bir defter oldu. Tanıyordum o defteri, sık sık önemli bulduğu şeyleri yazdığı bir günlüktü. Telefonda Oğuz’un düşüncesini anlamıştım, ama Sebil’in onun hakkında ne düşündüğünü de öğrenmeliydim, onun için de günlüğünü karıştırmalıydım. Bu defa hiç de sıkılmadan çantadan aldım defteri başladım içinde yazılanları karıştırmaya. Evet, ne yazık ki, o da Oğuz’la yaşadığı aşkı defalarca yazmıştı. Benim ki, tam bir hayal kırıklığıydı. Benden bahsetmiş olabileceği satırlar aramaya başladım. Eski yazılanlarda aradığımı buldum da… Aynen şöyle yazmıştı: “O benim platonik aşkım!” Bu notun benim için yazılmış olup olmadığını iyice kontrol ettim. Açıklamaları beni gösteriyordu: “Umudum tükendi ondan. Hiçbir adım atmaya niyeti yok. Biliyorum ki, ben söylemiş olsam sevdiğimi, beni sadece bir arkadaş olarak benimsediğini söyleyerek reddedecektir. Bu olursa onu iyice kaybederim. Dayanamam onu tamamen kaybetmeğe!” Bir başka yazısında ise, “umut var mı acaba?” diye soruyordu. Bu cümle ile öyle bir sarsıldım ki… Aynı karamsarlıkları ikimiz de yaşayarak bir birimizi görememiştik. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Sonunda göz kapaklarımın yaşları zapt edemediği bir halde hıçkırarak ağlamaya başladım. Ertesi günü büroya geldiğinde yanına gidip çantasını önüne bıraktım. Teşekkür etti. Taşıdığım hüznü hissetti, “niye üzgünsün böyle?” diye sordu. Bir şey diyemedim. Bir çantasına baktı, bir bana; çantasını açıp telefonunu aldı eline, mesajları okudu. Bana, “mesajları okudun, değil mi?” diye sordu. Mesajlardaki fahişe imajı yerine günlükteki aşık imajı yaratmak istedim onun için; “yok, onları okumadım,” dedim. “Ben, günlüğünü okudum.” Ondan hoşlandığımı anlamış olmasının isyanıyla, “İkimiz de beceremedik söylemeyi… Sevdiğini söyleyemeyene aptal, denilir. İkimiz de aptalmışız,” dedi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |