Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Ben ailemden ayrı kalmaya hiç alışık değildim. Bilirsiniz; çocuklar zaman zaman anneannelerinin, babaannelerinin ya da yakın akrabalarının yanına giderler. Orada birkaç gün kalırlar. İşte bu misafirlikler, çocukların ileride ailelerinden ayrı kalmalarını kolaylaştıracak bir alıştırma gibidir. Daha doğrusu bana öyle gelir. Fakat ben çocukluğumda hiç böyle alıştırmalar yapmadım. Sadece bir akşam halamın evinde kalmıştım. Gittiğime,gideceğime bin pişman olmuştum. Annemi,babamı bir gecede özleyivermiştim. İşte o geceden başka hiçbir geceyi evimden,ailemden ayrı geçirmedim. Zaten yanında kalabilecek akrabamız yoktu yakınımızda. Annem Elazığlı’ydı. Teyzelerim, dayılarım bizden çok uzaktalardı. Onlarla birkaç yılda bir ancak görüşebiliyorduk. Babaannemiz ve baba dedemiz de ben ve kardeşlerim doğmadan rahmetli olmuşlardı. O nedenle yanlarına gidip, birkaç gün de olsa misafir olacak akrabalarımız yoktu. Bir halam köydeydi. Köyde yaşadığımız üç-dört yıl boyunca, sanki akraba değil de sadece komşuymuşuz gibi onunla gidiş geliş yapıyorduk. Her gün onunla görüşme imkânımız olduğu için, halamıza yatıya gitme ihtiyacını duymuyorduk. Zaman zaman ona oturmaya gider,akşam evimize dönerdik. Diğer halam da bize çok yakın bir köydeydi. Günü birlik gider gelirdik birbirimize. İşte bu nedenlerden dolayı, hiç kimsenin evinde yatıya kalmadım ve evimizden başka yerde gecelemedim. Annemin dizi dibinden pek ayrılmadım. Evimden ayrı geçirdiğim zamanları da hep ailemle paylaştım. Şimdi ise ailemden ayrı geçireceğim günler,aylar yaklaşıyordu. Bu ayrılığa nasıl alışacaktım?Memleketimden,evimden aylarca ayrı kalacaktım. Özellikle gece olup da yatağa girdiğimde, herşey daha da zor görünüyordu. Uykularıma ket vurmaya başlamıştı ayrılık. Neredeyse, yatılı okul sınavını kazandığıma pişman olmaya başlamıştım. Peki şimdi ne olacaktı? Evinden uzakta gecelemeye hiç alışık olmayan ben ne yapacaktım?Ailemden,hele annemden nasıl ayrılacaktım?Yatılı okulda, her ihtiyacımı kendim karşılayacak olmam düşündürüyordu beni.En çok çamaşırımı kendim yıkayacak olmam zor geliyordu. Daha bir mendilimi bile yıkamamıştım. Ailenin küçük kızı olmak iyi değildi. Küçük kardeş, hiç büyümüyordu. Önünde hep ablası vardı. Bir iş yapmaya kalkıştığımda, ” Sen bilemezsin, ablan yapar.” dediklerinde, ben de memnumdum. İş yapmaktan kurtuluyordum. O nedenle hiçbir iş bilmiyordum. Yapmaya kalkıştığımda da beceremiyordum zaten. Kitap dolabımı bile ablam düzeltiyordu. O, boş vakitlerinde iğne oyası yapardı. Daha ilkokuldayken hamur yoğurur, Mudurnu’nun yöresel yemeği olan” kaşıksapı “ yapardı. Çok becerikliydi. Ben de fırsat buldukça kitap okurdum. Saçma sapan şiirler yazardım.Ev ve el işlerine hiç meraklı değildim. Şimdi yatıla okula gidecek, en azından çamaşırlarımı kendim yıkayacaktım. Benimle birlikte yatılı okuyacak arkadaşlarımdan cesaret almalıydım. Onlar da ailelerinden ayrılacaklar, kendi işlerini kendileri göreceklerdi. Benim yaşayacağım her sorunu onlar da yaşayacaklardı. Bu arkadaşların aileleriyle gidiş-geliş ziyaretleri başladı. Sohbetlerimiz, endişelerimiz, meraklarımız, hep yatılı okulla ilgiliydi. Annelerimiz bir araya geldiklerinde “Yatılı okulda çocuklara acaba ne lâzım olur, onlara neler hazırlamak gerekir?” diye birbirlerine soruyorlardı .Herkes endişeliydi. Neler gerekeceği öğrenilmiş olmalı ki, annem bana havlu, iç çamaşırı, kazak , pijama gibi şeyler hazırladı. “Kütahya’nın kuru soğuğu çoktur.” sözünden annem ürkmüştü. Orada giymem için bana kazak, hırka örmüştü. Mudurnu da soğuk bir yerdi ama, insanın memleketinin kışı, soğuğu o yörenin insanını sanki etkilemiyordu. Mudurnu’nun kışı bana güzel kış manzaralarını,kar topu oyunlarını hatırlatıyordu. Gerekli hazırlıklar yapıldı. Ve yuvadan ayrılma zamanı geldi. Sabahın çok erken saatinde,henüz güneş bile doğmadan otobüs yazıhanesinin önünde toplandık. İşte bugün gurbetlik başlıyordu. Yazıhanenin önü gurbetçi öğrenci ve onları uğurlamaya gelen aile fertleriyle doluydu. Otobüsün kalkmasına kalan birkaç dakikalık süreyi beklerken, herkesin yüzünde hüzün vardı. Kimse pek bir şey konuşmuyordu. Herkes duygularını, söyleyeceklerini içine gömmüştü. Güler yüzlü olmaya, rahat görünmeye çalışıyorlardı. Ne yazık ki, bunu kimse başaramıyordu. Bir arkadaşımın annesi derin bir iç geçirerek anneme,” Ah Cemile Hanım,ah!” dedi. Ve devamını getirdi:”Evden çıkıyorlar işte. Bir daha dönecekleri mi var ?”....Bu da ne demek oluyordu? Biz ölmeye mi gidiyorduk? Okulu bitirip,yine ailemize kavuşacaktık. ( Arkadaşımın annesinin söylediği bu sözlerin ne anlama geldiğini yıllar sonra anlayacaktım. Gerçekten evden çıkış, o çıkış oldu. Okulu bitirince Afyon’un Dinar ilçesinin Burunkaya Köyü’ne atandım. Bir yıl orada kaldım. Aynı yıl evlenip, temelli baba ocağından ayrıldım. Baba ocağım; yatılı okula gittiğim işte o günden sonra , benim hep misafir gibi gittiğim bir ev oldu. O teyze meğer ne kadar doğru söylemişti. Yatılı okula gidişimizle birlikte, yuvadan kopma süreci başlamıştı meğer. Hem de henüz ondört yaşımdayken.) Annelerimize, kardeşlerimize sarıldık, ayrılık vakti gelince. Otobüsün egsozundan çıkan duman ve koku midemi bulandırmış, başımı döndürmüştü. Ağlamamak için çaba gösteren annem, bu konuda başarılı olamadı. Gözyaşları yüzümü ıslatıyordu birbirimize sarılırken. Ben de koyverdim kendimi. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Ağladığım halde içim boşalmıyordu. Boğazımda bir topak var gibiydi. Babalarımız , daha fazla ağlamamıza fırsat vermemek için bizi otobüse bindirdiler. Otobüsün camından anneme, kardeşlerime baktım. Onları sanki bir daha hiç göremeyecekmişim gibi geliyordu. Henüz üç-dört yaşında olan kardeşim bile ağlıyordu.”Gözüme çöp kaçtı.” diye de bir bahane bulmuştu. Çok sevdiği ablası uzaklara gidiyor diye ağlıyordu. Öyle ya! Onu kim gezdirecekti mahallede? Ona gece uyurken kim masal anlatacaktı? Onu çarşıya kim götürecekti, elinden tutup? Yürümeye üşendiğinde, onu kim kucağına alıp, taşıyacaktı? Kardeşimin her nazını çekerdim ben. O da benim peşimden hiç ayrılmazdı. Karalamak için, kardeşlerimin defterlerini almaya cesaret edemez, hep benimkileri karalardı. Benim defterlerimi nasıl bilirdi, bir türlü anlayamazdım. Kardeşime kızmaya kıyamazdım. Nedense oldu bitti çocuklarla aram hep çok iyi olmuştur. Yaşamımın her döneminde, en iyi anlayabildiğim, kendimi anlatabildiğim ve anlaşabildiğim kişiler hep çocuklar olmuştur. Yıllarca aynı sınıfta okuduğum, aynı sırada oturduğum ablam ve kardeşime baktım. Nasıl üzgünlerdi. İlkokulda üç kardeş aynı sırada otururduk. Ortaokul üçüncü sınıfa kadar da aynı sınıfı paylaştık. Beşinci sınıftayken bir kız öğrenci gelmişti sınıfımıza. Kaymakamımızın kızıydı. Adı Nursen Barutçu’ydu. Öğretmenimiz erkek kardeşimi başka bir sıraya aldı. Yanımıza, o kız öğrenciyi oturttu. Ablamla ben ağlamaya başladık. Kardeşimizden ayrı oturmak istemiyorduk. Ablam;”Öğretmenim, bizi ayırmayın.”dedi. Öğretmenimiz de bize, “Kardeşiniz askere gidince ne yapacaksınız? Onunla siz de mi askere gideceksiniz?” demişti. Öylesine ayrılmazdık birbirimizden. Ancak, arada bir kavga ederdik sudan sebeplerle. Al bakalım, gidiyorsun işte. Değil ayrı sırada oturmak, aynı şehirde bile yaşayamayacaksın . Artık kavga etmek için bile göremeyeceksin onları. Annemizin paylaştırdığı kestaneler, leblebiler için az mı kavga ettik? Acaba annem birimize fazla mı verdi diye, oturup kestaneleri, leblebileri üşenmeden bir bir saymadık mı? Annem bize makinede bayramlık giysi dikerken ;” Önce benimki dikilecek.” diye kapışmadık mı? Annemin biçtiği kumaştan çıkan parçaları paylaşırken kavga etmedik mi? Birbirimizi annemize şikâyet etmedik mi?Annemin bize kitaplarımızı koymamız için ayırdığı dolabın raflarını paylaşırken “O raf senin, bu raf benim.” diye birbirimize girmedik mi? Birbirimizin defterlerini,kitaplarını karalamadık mı? Haydi şimdi bul da kardeşlerini, kavga et bakalım. Ben bu ayrılığı çoktan hak etmiştim. İşte Allah beni cezalandırmıştı. Kardeşlerimden ayrı kalınca, onların kıymetini anlayacaktım. Bu bana ders olacaktı. Bu derse ihtiyacım vardı. Keşke kestanelerin, leblebilerin hepsini yeselerdi onlar. Bana hiç kalmasaydı ne kestane, ne leblebi. Ölmezdim ya yemezsem. Kitap dolabının hangi rafı benim olursa olsun, razıydım. Alt raf, üst raf ne farkederdi?Kestanelerin, leblebilerin de en azının benim olmasına, hatta hiç kestane yememeye bile razıydım. Ama iş işten geçmişti. Şimdiki aklım olsaydı, paylaşmak için kavga ettiğimiz leblebilerin, kestanelerin hepsini onlara verirdim. Anneme,”Anneciğim, önce ablamla kardeşimin kıyafetini dikin. Benimki en sona kalsın.” derdim. Haydi şimdi bul da, de bakalım!Yaptığım bu yanlışlıkları düşündükçe kahroluyordum. Keşke o günlere geri dönmek mümkün olsaydı. Otobüs hareket ettiğinde, gözyaşlarımdan kimseyi göremez oldum. Baktım diğer arkadaşlarım da ağlıyor. Allahtan babalarımız yanımızda. Şimdilik yanımızda olmalarından teselli bulmaya çalışıyoruz. Ya Kütahya’ya varınca ne olacak? Bizi bırakıp geri dönecekler. Asıl ayrılık, işte o zaman başlayacak. Altı-yedi saatlik yolculuğun ardından Kütahya’ya vardık. Yolda gördüğümüz trenle eğlendik, yolculara el salladık. Verdiğimiz yemek molası, lokantada yemek yemek ,bize eğlenceli geldi. Bunlar bizim için çok değişik şeylerdi. Kütahya bizi, girişteki suni gübre fabrikasının koyu dumanıyla karşıladı. Mudurnu’yla kıyasladığımızda bu şehir bize öyle büyük geldi ki. Şehir girişindeki dev gibi büyük çini vazo çok hoşumuza gitmişti. Peki biz bu koca şehrin çarşılarında,kaybolmadan nasıl dolaşacak,nasıl alış-veriş yapacaktık? O gün babalarımızla çarşıya alış-verişe çıktık. Gerekenleri aldık ve okula döndük. Okulun kantininde ayrılık öncesi, çaylarımızı içtik. Babalarımız bizi yatakhanenin merdivenlerinde bırakıp,”alasmarladık” dediler. Ayrılması zor olur diye iyice sarılamadım bile babama. Babamın arkasından “Baba, ben burada okumaktan vazgeçtim. Beni eve götürün. (Biz,anne ve babalarımıza “siz” diye hitap etmeye alıştırılmıştık) “ diye bağırmayı istedim. Ama arkadaşlarımdan utandığım için bunu yapamadım. Babam gözden kaybolduktan sonra, bunu yapmadığıma çok pişman oldum. Keşke bu okulun sınavını kazanmasaydım. Sıcacık evimizi düşündüm: Annem sofraya artık bir çatal eksik koyacaktı. Neşe ile yenen yemeklerde ben olmayacaktım. Annemin yıkayıp astığı çamaşırlarda, bana ait hiçbir şey olmayacaktı. Kardeşlerimle,raflarını paylaşırken kavga ettiğimiz kitap dolabının bir rafı boş kalacaktı.....Babalarımız gitti ve biz okulun merdivenlerinde öylece kalakaldık. Şaşkın, ürkek, korkak ve çaresiz. Sürüden ayrılmış kuzu gibiydik. Neden sonra merdivenlerden yatakhaneye çıktık,hatırlamıyorum. Böylece gerçeklerle yüz yüze kaldım. Ayrılık acısı yüreğimin derinliklerine geldi, oturdu. Türk filmlerinde izlediğim yatılı okul eğlencelerini,şamatalarını düşündüm. Bunlar sadece filmlerde olmalıydı. Etrafı duvarlarla çevrili, hapishane benzeri bu okulda eğlenmek, hoşça vakit geçirmek asla mümkün olamazdı. Bu okulda koskoca bir üç yıl geçirecektim. Nasıl geçecekti o yıllar! Nöbetçi öğretmen ve nöbetçi öğrenciler bizimle ilgilendiler. Yatakhanelerimizi gösterdiler. Bir koğuştan farksızdı yatakhane. Soğuk,karanlık. Pencereleri hem küçük hem de bizim göz seviyemizin çok yukarısındaydı. Pencereden bakınca sadece gökyüzü görünüyordu. Yirmi dört kişilikti yatakhaneler. On iki ranza vardı. İki katlı ranzaları görünce öyle ürktüm ki. Ya ben üst ranzada yatarsam? Gece sağdan sola,soldan sağa dönerken ya düşersem? Okul numara sırasıyla ranzalar paylaşıldı. Çok şükür bana ranzanın altı verildi. Böylece gece uykuda ranzadan düşme riskim ortadan kalkmış oldu. O gece uykuya daldığımda saat kaçtı bilmiyorum. Ablamla birlikte uyuduğum yatağımı aradım. Evde yatağımız duvar dibindeydi. Ben duvar tarafında yatmak istemezdim. Ablamla duvarın arasında boğulacak gibi olurdum. Ablacığım, benim yatağın uç tarafında yatmama izin verirdi. Duvar tarafında o yatardı. Buradaki yatak ise ortadaydı. Evdeki yatağımın ne sıcaklığını, ne rahatlığını bulamadım bu yatakta . Ben yorganla yatmaya alışmıştım. Üzerine çarşaf çekilmiş battaniye bana kabuk gibi geldi. Gece beni hiç ısıtmadı. İlk gece birileri ranzadan düşer diye çok korktum. Her an üst ranzadan birinin düşmesini bekledim korkarak. Ama sabahleyin uyandığımda herkesin sapasağlam olduğunu gördüm. Böylece yatılı okuldaki ilk gecemizi bir felâket yaşamadan atlattık. Yatılı okulda hep saatli, programlı yaşamak, hep başkalarıyla birlikte hareket etmek beni bunaltıyordu. Tek başımıza bir şey yapma ya da karar verme şansımız yoktu. Kendimi esir olmuş, özgürlüklerim kısıtlanmış hissediyordum. Haftada bir gün olmak üzere iki saatlik çarşı iznimiz vardı. Bir ordu gibi çıkıyorduk çarşıya. Gittiğimiz yeri dolduruyor, başkalarının dikkatini çekiyorduk. Bize lâf atan delikanlılardan ödümüz patlıyordu. Her şeyi herkesle birlikte yapmaktan bunalıyordum. Çamaşırhaneye gidiyoruz, itişe kakışa. Çamaşır yıkama sırası sendeydi bendeydi kavgası. Banyoda aynı şey. Sular ya çok sıcak akar, ya soğuk. Biri gelir, sıranı alır. Bin türlü sıkıntı. Bu sırayla yaptığımız şeylerde genelde benim sıramı alıyorlardı. Kimseyle kozumu paylaşamıyordum.Hakkımı arayamıyordum. Mudurnulu kızların hemen hepsi aynı durumdaydı. Demek ki biz böyle yetiştirilmiştik. Büyüklerimiz bize “ Kimseye kötü söz söyleme.Aman kimseye uyma. Herkes yaptığından utansın, Kötü söz sahibinindir “ dediler hep. Biz de sonuçta böyle , neredeyse kendi gölgemizden korkan, hakkımızı arayamayan ,içimize kapanık birileri olduk. Mudurnulular kuyruklarda arkaya itiliyorduk, sınıfta başkalarının oturmak istemeyip de boş bıraktığı sıralara oturmak zorunda kalıyorduk. Bir arkadaşımıza birazcık sesimizi yükseltecek olsak, hemen yanımızda birileri toplanıveriyordu. Dört,beş kişiye karşı tek başımıza kalıveriyorduk. Aynı dayanışmayı biz Mudurnulular gösteremiyorduk. Bir arkadaşımıza bir haksızlık yapıldığında ,sessiz kalıyorduk. Sadece olayları izlemekle yetiniyorduk. Büyüklerimizin sözünü dinliyorduk. Kimseye kötü söz söylemiyor, kimseye uymuyorduk. Böylece, kendi problemlerimizle yaşayıp gidiyorduk. İtildiğimizin, kakıldığımızın farkına bile varmıyorduk. Biz Mudurnulular orada hiç aynı memleketli gibi değildik . Dayanışma içinde değildik. Ne bileyim Düzceliler gibi, Yeniçağalılar gibi birbirimize tutkun değildik. Her birimizin grubu veya arkadaşları hep başka şehirlerdendi. Benim de öyle . En samimi iki arkadaşımın biri Eskişehirli, diğeri Kütahyalı’ydı. Bu davranışımızın yanlış olduğunu o zamanlar anlayamıyorduk. Ama ben bunun bedelini ileride ağır ödeyecektim. Son sınıfta bir dini bayram öncesi Mudurnulu arkadaşlarımla değil, başka memleketlilerle staj için köylere gidecektim. Arife günü de; Mudurnulu arkadaşlarla farklı köylerde staj yaptığım için buluşamayacak, yalnız başıma yolculuğu göze alamayacak ve bir dini bayramı yatılı okulda geçirmeye mecbur kalacaktım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |