Bilge kişi her şeye şaşan kişidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Tenefüste birlikte kahve içeceğim bir arkadaş olsaydı, ne iyi olurdu. Öğle yemeğinde yalnızdım, tenefüste yalnızdım. Bazen bir konuda birinin fikrini alma ihtiyacı duyuyordum. Bazı konularda birilerine bir şeyler sormam gerekiyordu. Ama kimse yoktu. İşte bu nedenlerden dolayı okulda yalnız olmak hiç hoş değildi. Okulun hem öğretmeni, hem de müdürüydüm. Zaman zaman hizmetli görevi de yapıyordum. Çocuklar sobayı yakamıyorlardı. Çoğu zaman ben yakıyordum. Hizmetli olmadığı için, temizliği öğrenciler yapıyorlar, camları bile kendileri siliyorlardı. Onların bu işlerine ben de yardım ediyordum. Özellikle cam silerken. Sobada tutuşturucu olarak kozalak yakıyorduk. Okulumuzun kozalağını, süresi çok uzun olan öğle tenefüslerinde, hemen yakınımızdaki ormandan topluyorduk. Bahçenin kırılan tarabalarını bile ben onarıyordum. Bir bayan olarak, bu işte hiç de başarılı değildim. Aslında asıl sıkıntım çok başkaydı. Belimden rahatsızdım. Hem de birkaç yıldır. Konulan teşhis bel fıtığıydı. Uygulanan tedavilerin yararı olmuyordu.Birkaç kez fizik tedavi de uygulanmıştı. Bu tedavilerden sonra onbeş- yirmi günlük iyileşme dönemi oluyor, daha sonra ağrılarım artarak devam ediyordu. Çaresizlikten, her tavsiye edilen doktora gitmeye başlamıştım. Sandalyeye oturamıyor, eğer oturduysam kalkamıyordum. Eğilip ayakkabımı, çorabımı giyemiyordum. Ancak birçok kişi rahatsızlığımın farkında bile değildi. Sabahleyin evden çıkarken belimi güçlükle doğrultuyor, bel korsemi takıyordum. Eğilmediğim, oturmadığım, bir şeye uzanmadığım müddetçe hiç sorun çıkmıyordu. Beni ayakta dimdik görenler, rahatsız olduğumu düşünemezlerdi bile. Evde çektiğim sıkıntıyı kızım ve eşim biliyordu. Özellikle ev işlerini yapmakta çok zorlanıyordum. Her sabah yataktan zorla kalkıyordum. Belim tutuluyordu. Yataktan yuvarlanarak yere iniyor, ellerimi yere koyarak diz çöküyordum. Ayağa kalkmak,belimi doğrultmak için birkaç dakika kendimi zorlamam gerekiyordu. Belimi doğrulttuktan ve korsemi taktıktan sonra, zorunlu olmadıkça eğilmiyordum. Rahatsızlığımın günden güne arttığının farkındaydım. Rapor almayı düşünüyordum her sabah.”Bu böyle olmayacak. Ya rapor alıp bir süre sert zeminde yatayım(Gittiğim bazı doktorlar yirmi gün tahta üzerinde yatmamı öneriyorlardı.), ya ameliyat olup kurtulayım.” Diyordum. Bu kararımı hemen ertesi gün uygulamayı düşünüyordum. Ama bu ertesi günler hiç bitmiyordu. Çünkü her günün bir ertesi günü vardı. Okula gidip, belimin öğleden sonra biraz açıldığını farkettiğimde, rapor almaktan vazgeçiyordum. Bu böyle haftalarca devam etti. Rahatsızlığıma alışmış, belimin bana verdiği sıkıntılara katlanmayı, bu sıkıntılarla yaşamayı öğrenmiştim artık. Okulda tek başıma çalışıyor olmam , işimi zorlaştırıyordu. Rapor aldığımda yerime bakacak bir öğretmen olmadığı için okul kapalı kalacaktı. Onbeş-yirmi gün için yerime bir öğretmen verilemiyordu. Okulun kapalı kalmasını istemiyordum. İşte o nedenle rapor almıyordum. Öğrenciler, raporlu olduğum sürede derslerden geri kalacaklardı. Ben onları sonra nasıl toparlayacaktım?Tedavi olmak için şubat tatilini bekliyordum. Bu tatilde ameliyat olabilir, onbeş günlük yatak istirahatinden sonra göreve dönebilirdim. Böylece öğrencilerin hiçbir kaybı olmazdı. Olayların bu şekilde gelişmesini istediğim için, şubat tatilinin tedavime yeteceğine inanıyordum. Rahatsızlığımın, ameliyat sonrasında üç aylık dinlenmeyi gerektirecek kadar ilerlemiş olduğunu bilmiyordum. Zaten böyle uzun süreli dinlenmeyi aklıma bile getirmek istemiyordum. O zamanlar, takması çok rahatsızlık veren bir korse kullanıyordum. Belimin alçı ile kalıbını çıkarmışlar, bu kalıba göre korse yapmışlardı. Kalın, sert bir mikadan yapılmış gibiydi. Hani derler ya, “Kurşun atsan işlemez.” İşte öyle bir korse. Kasıklarımdan göğsümün altına kadar sarıyordu vücudumu. Otururken kasıklarıma, göğsüme batıyordu. Vücudumda , korseden dolayı tahrişler ve yaralar oluşmuştu. Bunlar da ayrı bir sıkıntı veriyordu bana. Yine de korseyi takmaya devam ediyordum. Çünkü ancak bu korseyle ayakta durabiliyordum. Şubat tatili bir gelseydi; ameliyat olacak, bu dertten kurtulacaktım. Derste hemen hiç oturmuyordum. Oturursam kalkamıyordum çünkü. Bir de Beden Eğitimi derslerinde problem oluyordu. Öğrencilerim, kendileriyle birlikte oynamamı istiyorlardı. Ama bu mümkün değildi. Eğilip doğrulamıyordum ki, onlarla oyun oynayayım. Bunu da şöyle telâfi ediyordum: Sabahları o zamanlar yirmi dakika olan “hazırlık” süresinden önce; öğrencilerle orta tempoda koşuyorduk. Arkasından basit cimnastik hareketleri yapıyorduk. Rahatsızlığım buna bir engel teşkil etmiyordu. Her sabah onbeş- yirmi dakikayı bu etkinlik için ayırıyordum. Öğrenciler çok zevk alıyorlardı bu etkinlikten. Ben de her sabah onbeş-yirmi dakika erken gidiyordum okula. Çünkü, yaptığımız koşu ve cimnastiğin; o yirmi dakikalık hazırlık saatine sarkmasını istemiyordum. Sabahleyin okula geldiğimde çocukları bahçede sıra olmuş ve beni bekler durumda buluyordum. Bu koşu ve basit cimnastik hareketlerini her sabah yapıyorduk. Böylece öğrenciler sağlıklı olmada sporun yerini ve önemini anlamış oluyorlardı. Sabahları beni eşim bırakıyordu okula arabayla. Okulun önünde küçük bir dere vardı. Arabayla bu dereden geçemiyorduk. Adımımı genişçe atıp, dereden atlayamıyordum. Belim buna izin vermiyordu. Öğrencilerim bir tahta parçası bulmuşlardı bana. Bu tahta parçasını derenin üzerine uzatıyorlar, geçebilmem için bana köprü yapıyorlardı . O tahta parçasına basıp öyle geçiyordum dereyi. Son dersten sonra yine eşim gelip alıyordu beni. Tam dersten çıktığımız saatte beni gelip alması mümkün değildi. O zamanlar eşim özel şirkette çalışıyordu. Genellikle on beş- yirmi dakikalık, bazen de yarım saatlik bir gecikmeyle geliyordu. Bu bana sıkıntı vermiyordu. Hatta bundan yararlanmanın yolunu da bulmuştum. Öğrencileri, eşim gelinceye kadar bırakmıyordum. Öğrenciler bu sürede akşam ödevlerini hazırlıyorlar, gerektiğinde benden yardım istiyorlardı. Birlikte çalışıyor, hemen her gün âdeta etüt yapıyorduk. Bir gün son dersin sonuna doğruydu. Okulun önünde bir araba durduğunu gördüm. Arabayı kullanan, eşimin iş arkadaşıydı. Belli ki eşimin işi vardı. Beni almaya başkasını göndermişti. Zilin çalmasına birkaç dakika vardı. Her zaman gecikmeli olarak okuldan ayrıldığım için, daha öğrencilerin ödevlerini bile vermemiştim. Beni okuldan almak gibi hiçbir mecburiyeti olmayan birine, ”İki dakika var zilin çalmasına, bekleyin.” diyemezdim. Mecburen öğrencileri dağıttım. İki dakika dediğin nedir ki? Bekletmemek için alelacele dersten çıktım, arabaya bindim. Daha yüz metre bile ilerlemeden, karşıdan Kaymakamlığın arabasının gelmekte olduğunu gördüm. Karşılıklı geçiştik. Kaymakam Bey okula geliyor olabilirdi. Arabanın arka camından baktım. Eğer araba okulun önünde durursa , geri dönecektim. Kaymakam Beyin içinde bulunduğu araba, okulun önünden geçti, köyün içine doğru yol almaya devam etti. Bu karşılaşma çok canımı sıkmıştı. Kaymakam ilçemizde yeniydi. Beni tanımıyordu. Sadece, bir öğretmen olduğumu biliyordu. Hakkımda kötü düşünebilirdi. Görevinden erken ayrılan, daha doğrusu görevini savsaklayan biri olarak değerlendirebilirdi beni. Üzülmüştüm ama, olan olmuştu bir kere. Bu olayın üzerinden iki gün geçmişti daha. Son dersteydik. Beden Eğitimi dersinde. Hava soğuk olduğu için sınıftaydık. Sınıfta oynanabilecek bir oyun oynuyorduk. Ben dersin başında sandalyeme oturmuştum ve hiç kalkmamıştım. Her oturup kalkışta, anlatması tarifsiz bir acı duyuyordum çünkü. O nedenle oturduğum yerden dersi işliyordum. Ancak, ne kadar uzun süre oturursam, kalkmakta da o kadar zorlanıyordum. Çocuklar masamın başına toplanmışlardı. Bütün sınıf ayaktaydı. Oyun oynuyor, gülüyor, bağırıp çağrışıyorlardı. Top patlasa duyulmazdı sınıfta. İşte tam bu sırada, camın önünde bir hareket gördüm.Sanki okula biri geliyordu. Okul tek katlıydı. Okula gelen birisi, sınıfın penceresinden rahatça görülebilirdi. Ne olduğunu anlamadan sınıfın kapısı açıldı. Gelen Kaymakamdı. Suratı asıktı. Selâm bile vermedi. Gelişinin nedeni belliydi. Zilin çalmasına birkaç dakika vardı. Ben bakalım gene erken mi çıkacaktım dersten? Beni kontrol etmeye gelmişti. Kaymakamın gözünde, görevinin ihmal eden bir öğretmendim. Hemen yerimden kalkıp, Kaymakam Bey’e “Hoşgeldiniz” demem gerekiyordu. Ama belimi doğrultup kalkmam ne mümkün! İki elimle masaya dayanarak güçlükle doğruldum. Ayağa kalkabilmek için belimi zorladım. Duyduğum acı mutlaka yüzümden belli oluyordu. Kaymakam Bey’in “Rahatsız mısınız Hocanım? Neyiniz var? “ demesini bekledim. Selâm vermesini, bana “Nasılsınız?” diye sormasını bekledim. Ama nafile....O , durumumu hiç görmezden geldiği gibi, beni uyardı. Önce saatine baktı, sonra ”Hocanım, daha ayrılma vaktiniz gelmedi mi?” dedi, alaycı bir ifadeyle. Mesai saati bitmemişti oysa. Yani bana şunu demek istiyordu: “ Geçen günki gibi yine erken çıkmayacak mısınız?” Ve arkasından devam etti: ”Bir daha okuldan erken ayrılmayın. Sabah saat sekiz buçukta da okulda olun.” Dedi. Bir öğretmeni, öğrencilerinin karşısında uyarmanın ne kadar sakıncalı olduğunu acaba bilmiyor muydu? Beni, öğrencilerimin yanında küçük düşürmeye hakkı var mıydı? Oysa ben her gün, onun istediği saatten yarım saat önce okulda oluyordum,en az yirmi dakika geç ayrılıyordum. Başka hiçbir şey söylemeden çekti, gitti. Kendisini ayakta karşılayan öğrencilere ”oturun” bile demedi. Şaşırdım kaldım. Selâm vermeden girmişti sınıfa . “Alasmarladık” da demedi giderken. Şok olmuştum. Benim binbir sıkıntıyla görev yaptığımın, görevimi yapamayacak kadar rahatsız olduğumun ve gösterdiğim fedakârlığın hiç kimse farkında değildi. Her sabah, mesai saatinden önce gelip, akşam okuldan geç ayrılışımın, belim rahatsız olduğu halde rapor almayışımın karşılığı bu mu olmalıydı? Ben amirinin korkusuyla görev yapan biri değildim. Benim en büyük amirim vicdanımdı . Öğretmenlik benim için âdeta bir tutkuydu. Görev konusunda beni hiç ama hiç kimsenin uyarmasına ihtiyacım yoktu. Kaymakam Beyin bu sözleri, beni aşağılar tutumu çok ağırıma gitti. Demek ki; binbir sıkıntıya katlanarak, özveriyle çalışmanın hiç gereği yoktu. Kızdım kendi kendime.” Al raporunu, tedavini ol. Senin rahatsızlığın kimin umurunda?” diye içimden söylendim. O anda daha başka neler hissettiğimi anlatabilmek keşke mümkün olsa. Hem sinirlenmiş,hem üzülmüştüm. Bu uyarıyı asla hak etmemiştim. Uyarılacak değil, teşekkür edilecek bir öğretmendim ben. Çalışanların, lâyık oldukları değeri göremeyeceklerine inandım o gün. Kendimi savunmama fırsat bile vermemişti Kaymakam Bey. Ben ameliyat olmak için şubat tatilini bekliyordum. Birçok kişinin dayanamayacağı ağrılarla okula geliyordum. Okulun kapalı kalmasını istemiyordum. Belimdeki korse ile ancak ayakta durabiliyordum. Ama Kaymakam Bey tarafından ”mesai saatlerine uymam” konusunda uyarılıyordum. Oysa ki halimden rahatsızlığım öyle belliydi ki. Anlamamış olması mümkün değildi. Bunları söylemeden önce Milli Eğitim Müdürüne beni soramaz mıydı? Beni uyarmasını ondan isteyemez miydi? Bunları düşündükçe iyice sinirleniyordum. Çok incinmiştim. O gün içimden , hem de yüreğimin derinliklerinden bir şey istedim: “ Allahım!” dedim. “Kaymakam Bey bir gün, bana takındığı bu tavırdan ,sarfettiği sözlerden pişman olsun. Pişman olmak yetmez, utansın. Bu da yetmez, bana ileride bir gün teşekkür etmek gereğini duysun.” Aradan bir ay geçti-geçmedi; ağrılarım dayanılmaz boyutlara ulaştı. Korseyle de ayakta duramaz hale geldim. Ameliyat oldum. Doktorum bana üç ay rapor verdi. Ama üç ay bile , sağlığıma kavuşmama yetmedi. Normal hareket edebilmem, araya binip inebilmem, günlük normal hayata dönebilmem altı ayı buldu. Bu olayın üzerinden bir yıl geçti. Bir milli bayram sonrası Kaymakam Bey bana takdirname verdi. Geçirdiğim ağır ameliyattan ve üç ay gibi uzun süren bir dinlenme döneminden sonra , okulun halkoyunları ekibini çalıştırmıştım.( O yıl atandığım Mudurnu Dumlupınar İlkokulu’nda.) Belim için sakıncalı olduğu halde, ameliyatımdan altı ay sonra çalışmalara başlamıştım. Günlerce, haftalarca bu çalışmayı sürdürmüştüm. Oysa bu çalışmalar,belim için sakıncalıydı. Belimin zorlandığını hissediyordum.... Bayram töreninde ekibimizin oyunları çok beğenilmişti. Ekibin çalıştırıcısı olarak bana takdirname vermeyi uygun görmüştü Kaymakam Bey. Fakat ne yazık ki, testi kırılmıştı bir kere. Bu belge benim için değerli miydi? Asla! Bana verilen bu takdirname, meslek hayatım boyunca aldığım yirmiye yakın belge içinde benim için en zor kazanılmış olanıydı.Ama , benim için hiçbir değer ifade etmiyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Kâmuran Esen, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |