|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
13 Ocak 2004
Mini Sosyal Bilimler Ansiklopedisi - Cilt I
(A-İ)
Anıl Gökpek
Bir hayalet gördüğünüzde kaçmaz ve bulunduğunuz yerde çökmek vesilesiyle korktuğunuzu belli etmezseniz hayalet de size saldırmayacaktır. Onları sevin, sevginizin karşılığını alacaksınız. |
|
-A-
AŞK: 20. yüzyılın son çeyreğinde doğan ve yaşamları 21. yüzyılın ortalarına doğru giden kuşağın üzerinde yıllar sonra yapılacak incelemeler de gösterecektir ki, onların aşk yaşamları, geriye kalan bütün özellikleri gibi çarpık bir gelişim göstermektedir. Bu incelemede karşılaşılacak tüm genellemeler ve yargılar gerçeğe mümkün olduğunca yakındır, çünkü –diyebiliriz ki- o kuşak tüm özellikleri açısından neredeyse 'tek-tip'ti.
Dönemin yaygın inanışının tersine aşk her şeyi affetmiyordu, bunun kanıtı aşk cinayetlerinde, boşanmalarda ve/veya intiharlardaki önlenemeyen artışlarda görülebilirdi. 1990'lara gelindiğinde aşk da her şey gibi bir ticaret malzemesi, bir üründü artık. Arabanız eskiyince (önemli değil; modellerimiz üç haftada bir yenilenmektedir) gönül rahatlığıyla yenisiyle değiştirebilirdiniz; ya da sahibi bulunduğunuz dayanıklı tüketim mallarınızdan biri bozulunca, (ki onun varoluş sebebi bozulmaktır zaten) dünyanın parasını sayıp, 'henüz bozulmamış’ bir başka modeli satın alabilirdiniz. Aşk da böyleydi.
Mühim olan müşteri memnuniyetidir.
Bunu daha iyi anlayabilmek için 200X yılında dağıtılan şu el ilanını örnek olarak inceleyebiliriz:
"Bu yıl sevgililer gününde hediye alabileceğiniz bir sevgiliniz yok mu? Bize gelin. Sevgiliniz de hediyeniz de bizden. Ücretsiz katalogumuzu incelemeden karar vermeyin."
Müşteriyi iki koldan yakalayan bu çalışmada da görülebildiği üzere aşk bu kuşak için -bir tür toplumsal ispatın da ötesinde- bireysel bir tatmin meselesiydi: Taraflardan biri memnun olmamışsa diğerinin fikrinin alınmasına gerek yoktu. Ayakkabınız ayağınızı vuruyorsa hemen atın ve yenisini alın. Ayağında ayakkabısı olmayan çocuklar için üzülmeyi de bırakın.
-B-
BOŞLUK : Aşktan sonra gelir. Aynı aşk gibi onun da tarifi zordur. Örneğin 'evren' için de bir boşluk diyebiliriz, ne ki o sonsuz boşluk 'her şey’i içermektedir.
Boşluğun asıl niteliğini boyutu değil, onu daha önceden dolduran şeylerin niteliği belirler. Boş bir külah kimileri için evrenin boşluğundan daha fazla önem taşır, çünkü -külah bahane- aslolan dondurmadır.
Boşluktakiler için ise aslolan doldurmadır. Diğer bir deyişle (eskisinin) yerine (yenisini) koyma. Sigaranın bırakılmasından sonra oluşan -duvarları katran ve nikotinle bezenmiş- o boşluk sakızla doldurulamaz. Zira böyle bir durumda sakız çiğnemek zaten sinire eğilim gösteren bünyeyi daha da asabi gösterecektir. Oysa sakız asabi insanların değil çocukların ağzına yakışır.
Çocuktaki boşluk ise önceden dolu olanlardan oldukça farklıdır. Bu boşluklar yavaş yavaş dolup, sonra kısmen boşalıp tekrar dolmak üzere dizayn edilmiştir. Çocuk bu boşluğu gördüğü her şeyle doldurmaya eğilimli, dur-durak bilmez bir tüketici tipidir. O yüzden sen de şu ağzındaki sigarayı atıver bir zahmet. Baksana, çocuk deminden beri sana bakıyor.
-C-
CAM : Kumdan yapıldığını ilk öğrendiğimde cama duyduğum saygıyı bir anda yitirivermiştim. Öyle ya, sanki plaja gidince üstünde tepinmiyormuşuz gibi aklı evvelin biri tutup bir avuç kumu ısıtıyor, cama dönüştürüyor, içine dolduruyorlar sütü, her çarşamba sabahı daha ilk derste dayıyorlar burnuna. 'Hadi iç.' Ne içmesi canım sabah sabah?
Ama yine de ne güzel; içi dışı bir. Kalıp gibi durur, hiçbir şeyi gizlemez. Öyle ya; camın ardından bakan yarin aşkını bile saklayamadığı için yaşanmıyor mu hala o camdan-cama-aşklar, az da olsa?
Yine de garip değil mi kavanozun içindekileri görebilirken kumsalın altındakileri görememek.
-D-
DÜŞKIRIKLIĞI :
-Saçmalama ne olursun! O nasıl laf öyle? Seni sevdiğimi biliyorsun. Sen benim asla olamayacağım kadar, hatta kimsenin asla olamayacağı kadar kusursuzsun. Üstüne üstlük bana da aşıksın. Bunun için seviyorum seni.
-Peki aşk her şeyi affeder mi?
-N-nasıl?
-Bak. Seni sevdim. Her şey çok güzeldi, kusursuzdu. Sen de öyleydin. Hala da öylesin. Ama ben, artık... Nasıl söylesem... Anlıyorsun değil mi?
-E-
EVLİ OLMAYANLARA YEMEK TARİFLERİ :
AŞÇININ SPESYALİTESİ (1 kişilik)
MALZEMELER
1/2 paket çubuk makarna (yaklaşık 360 çubuk)
Bir miktar sıvı yağ
Biraz tuz
1 1/2 göz kararı salça
Önceki günlerden kalmış yemek, sos vb., malzemeler
Bir bulaşık süngeri
Biraz bulaşık deterjanı (tercihen krem deterjan)
HAZIRLANIŞI
Daha önceden gözünüze kestirdiğiniz, (lekeleri) kolayca temizlenebilecek bir tencereyi bulaşıkların arasından çıkarın. Islak bulaşık süngerinin üzerinde bir parça deterjanı köpürtün. Tencerenizi, çatalınızı ve tahta kaşığınızı temizleyip durulayın.
Temizlenen tencerenin içine birkaç litre su ve bir çorba kaşığı sıvı yağ koyun. Suyu kaynamaya bırakın. Kaynamaya başlayınca suya bir miktar tuz ekleyin ve karıştırarak eritin. Yarım paket makarnayı suya atın ve haşlanmaya bırakın. 8-10 dakika sonra makarnayı süzün. Sosunda kullanmak üzere makarnanın suyundan yarım bardak (100 ml.) kadarını ayırın. Sosunuza nasıl lezzet kattığını göreceksiniz.
SOSUN HAZIRLANIŞI
Sos için önceki günlerden kalan yemek ve benzeri malzemeyi kullanacağız. Benim elimde yarım tencereye yakın mantar çorbası, salça ve kurumaya yüz tutmuş bir miktar kırma yeşil zeytin var. Bir miktar sıvı yağ ile salçayı kavuruyoruz. Daha sonra mantar çorbasını ve ayırdığımız makarna suyunu ekliyoruz. Bir yandan sosu karıştırırken diğer yandan da yeşil zeytinin çekirdeklerini ayırıyoruz. Zeytinleri de ekledikten sonra sosu dilediğimiz kıvama gelene dek pişmeye bırakıyoruz. (Siz de sosunuz için evinizde bulduğunuz eski malzemeleri değerlendirebilirsiniz.) Süzdüğümüz makarnamızı hazırladığımız sosun içine ekledikten sonra yemeğimiz hazır oluyor. Afiyet olsun.
Bir sonraki tarifte buluşana dek esen kalın.
-F-
FERMUAR ya da “Fatoş Hanım’ın Gündüz Kabusları” :
Sıcak bir yaz günü, vakit öğleyi bir hayli geçmiştir. Bir oğlan ve bir kız bir kafeteryanın sokakla iç içe olmuş masalarından birinde oturmaktadırlar. Sevgili olmanın eşiğinde oldukları ancak henüz birbirlerine açılamadıkları her hallerinden anlaşılmaktadır. Sonunda sessizliği bozmaya niyetlenen oğlan yutkunur ve hafifçe kıza doğru eğilir.
Oğlan: Seninle sohbet etmekten çok büyük keyif alıyorum
Kız: Nasıl bir keyif bu? Biraz açar mısın?
Oğlan: Yani şunu demek istiyorum: Hem zeki hem de çekicisin.
Kız: Biraz daha açar mısın?
Oğlan: (ayağa kalkarak) Yani diyorum ki... Belki bu akşam...
Kız: Ne yapıyorsun? Herkes bize bakıyor! Kapat şunu lütfen! Böyle şeyleri hiç sevmem!
-G-
GİTARİST: Gitar (bkz. Telli Çalgılar) çalan müzisyenlere verilen genel ad. Gitaristleri iki ana başlık altında inceleyebiliriz:
I-PROFESYONEL GİTARİSTLER
Bu gitaristlerin büyük çoğunluğu başlangıçta hobi olan eğilimleri sayesinde sonradan kendilerine profesyonel anlamda bir katkı sağlarlar. Eğitim almış ya da almamış olsun profesyonel gitaristlerin ortak özellikleri, her şeyden önce profesyonel birer dinleyici olmalarıdır. Nasıl ki bir marangoz ilk kez gittiği bir eve girerken kapıda ufak bir duraksama yaşarsa, profesyonel gitaristlerde de müzik dinlerlerken benzeri tepkimeler gözlemlenebilmektedir.
Bu tip gitaristler de kendi içlerinde 'solo gitaristler' ve ' ritim gitaristler' olmak üzere ikiye ayrılırlar: Solo gitaristler -ya da kendi deyimleriyle 'lead gitaristler'- çoğunlukla müzikte hızın armoniye baskın olması gerektiğini savunurlar. Müziğin armonik yapısına hemen hiç katkıları yoktur. İlk-gençliklerini kapalı mekanlarda, güneşten, oksijenden ve besinden uzak geçirerek, canhıraş, parmaklarını hızlandırmaya çalıştıkları için ciltleri bozuk olur. Tüm bu çabalara rağmen amaçlarına, karşı cins ile ilişki kurabilme başarısına asla ulaşamazlar, çünkü bütün kızları 'plaj gitaristleri' götürmektedir.
Diğer yandan, ritim gitaristler neredeyse tüm altyapıyı üstleniyor olmalarına rağmen hemen hiç rağbet görmezler, çünkü yaptıklarının ortalama dinleyiciler için hiçbir albenisi yoktur. Ritim gitaristler çoğunlukla surat asarlar çünkü yanlarında acayip hareketler yapan meslektaşından (bkz. Üst paragraf) daha duygulu, daha kaliteli işler yapabilecekken bir köşeye terkedilmişlerdir. Bu nedenle dikkat çekici olabilmek için (saçlarda anlamsız ve komik modifikasyonlar yapmak ya da tuhaf giysiler giymek gibi) saçma sapan yollara başvurup daha da gözden düşebilirler.
II-PLAJ GİTARİSTLERİ
"Taş atayım lakin kolumu yormayayım" zihniyetinin ürünü bu bireysel girişimci gitaristler asla bir grubun parçası olmadan, minimum düzeyde emekle maksimum karşılık almayı planlarlar. Solo gitaristlerinki ile benzeşen bir gelişim evresinden geçerler ancak sosyal yetenekleri gelişmiştir. Solo gitaristlerden tek önemli farkları (sivilceleri ve hız yapma hırslarını göz önüne almazsak) eğilimlerinin maddi karşılığını almak konusundaki umursamazlıklarıdır. Onlar için manevi karşılıklar daha önceliklidir.
Kısa bir zaman dilimi içerisinde birçok yerde birden görünebilecek kadar hızlı yaşayan bu gitaristler çoğunlukla 'sırnaşık' oldukları gerekçesiyle hemcinsleri tarafından pek sevilmezler. Güçlü sosyal yönleri sayesinde yakın çevrelerinden akor kitapları, kasetler ya da gitar, sürekli girip çıktıkları müzik marketlerden de gitar teli ve benzerini ücretsiz temin edebildiklerinden dolayı asla maddi sıkıntıları olmaz. Onlara göre dünyanın bütün şarkıları gitarın en alt telinde (bkz. Mi Teli) yaşamaktadırlar. Karşı cinsi kendilerine başarıyla çekmelerine bakılırsa, sosyal yönleri gibi ikna kabiliyetlerinin de gelişmiş olduğu söylenebilir.
Sanattan bu kadar uzak olan 'plaj gitaristleri'nin seyrek de olsa eğilimlerini profesyonel seviyeye çektikleri görülmüştür. Ne var ki ortaya çıkan kalitesiz albümlerin çevresinde oluşan 'sabun köpüğü' dinleyici kitlesi bir-iki albüm sonrasında sıkılıp gittiğinde 'plaj gitaristleri' çaresiz çıtayı yükseltirler. Ancak önceki albümlerden dolayı kendilerine yapışıp kalan 'kötü müzisyen' havası yüzünden ticari başarı da hayal olmuştur. Geriye kalan ise salon duvarlarını süsleyen posterler, afişler, ünlülerle çekilmiş 'samimi' pozlar ve benzerleridir.
Bu tip 'plaj gitaristleri'nin küçük bir kısmıysa yaklaşık 30 sene sonra bir müzik şirketinin kendilerini hatırlamasından faydalanarak üçüncü bir deneme yapıp bir nostalji havası yakalamaya çalışırlar. Ancak sonuç kral olmak değil çoluk-çocuğun maskarası olmaktır: "Nine! Bak dedemin klibi çıktı! Yanında da bir sürü manken var!"
Bu iki kategorinin dışında kalan ve incelemeye değecek pek fazla özellikleri olmayan az sayıda gitariste ise 'Ne kadar kötü çalıyorsun!' denir.
-Ğ-
Ğ'NİN YALNIZLIĞI: Tüm komplekslerinden arınmış ve grup zihniyetini başarıyla kavramış olan 'Ğ' alfabemizin 9. harfidir. Yazı dilinde kelime başında rastlayamayacağımız bu mütevazı harf, sözlük, ansiklopedi gibi eserlerin yayıncıları tarafından hep göz ardı edilegelmiş olsa da, kendisine duyulacak ihtiyacı bildiğinden, köşesinde sükunetle kendisine verilecek görevi bekler ve asla şapkasını çıkartıp kelime başına geçmeye yeltenmez. Her ne kadar yazı dilinde kelime başında görülemese de konuşma dilinde bazen kelime başına geçebilmektedir. Örnek olarak şu cümleyi inceleyebiliriz: 'Ğecep! Neğdesin?' Bu durumu, konuşmacının zaafı olarak basite indirgeyemeyiz, çünkü açıkça görüldüğü gibi örnekte kelimeyi başlatan Ğ'dir.
Ğ'nin yalnızlığı ile ilgili en meşhur meseli buraya alarak Ğ maddesini noktalıyoruz.
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
Kendisini bildiği günden beri anne olmanın heyecanını tadamamış olan dişi ördek bir sabah sevinçli bir telaşla kocasını uyandırır. Hiç anne olamamanın üzüntüsüyle tüyleri solmuş ve adeta yaşlanmış olan ördek o sabah bir peri kızı kadar güzeldir; ardından gelen sabah güneşinin parıltısıyla tepeden tırnağa ışıldamaktadır, gençleşmiş gibidir. Kendisine şaşkın ve uykulu gözlerle bakan kocasına büyülü bir sesle telaşını açıklayıverir uzun zamandır beklenen ama unutulmuş o kelimelerle:
-Müjde Bey! Baba oldun!
Rüyadaymışçasına mutlu görünen Bay Ördek ve Bayan Ördek şimdi gülen gözlerle baktıkları bir çift yumurtanın kırılmasını ve yavruların dışarı çıkmasını beklemektedirler. Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalar ve yaz güneşi yakıcılığını yitirmek üzereyken yumurtalardan biri hafifçe sallanmaya ve çıtırdamaya başlar. Çiftin gülen gözleri daha da bir parıldamaya başlamıştır. İkinci yumurta da sallanmaya ve çıtırdamaya koyulmuşken diğeri çoktan açılmış, ilk yavruyu annesinin ve babasının gözlerinin önüne sermiştir. Çiftin mutluluğu tarif edilemeyecek hale gelmiştir. Yeni başlayan bir yaşam, çevreyi tanımak ve anlamak için sağa-sola boş bakmakta olan bir çift güzel göz... Yeni doğmuş zavallı yavru daha olan bitene anlam veremeden annesinin ve babasının öpücüklerine maruz kalır. Artık bir şeyi anlayabilmiş, tanımıştır: Sevgi.
Parlaklığını yitirmiş güneşin dağların ardında kaybolmaya başladığında diğer yumurta da kırılmaya yüz tutmuştur. Sabırsız gözler yumurtadaki her hareketi saniyesi saniyesine takip etmektedirler. Güneş ardında loş bir kızıllık bırakıp kaybolduğunda diğer yavru da kabuğunu kırmış ve dışarı çıkmıştır. O da tıpkı kardeşi gibi yumurtadan çıkar çıkmaz etrafa boş boş bakınmaya, çevresini tanımaya, anlamaya koyulmuştur. Ama görebildiği, anlayabildiği tek şey vardır: Korku.
Anne ördek gördüğü manzaradan ağlaya ağlaya kaçar; kurtulmak istemektedir. Baba ise daha soğukkanlı kalmış, yeni yavruyu incelemektedir. Kardeşine göre oldukça çelimsiz sayılabilecek olan bu minik ördeğin görüntüsündeki en çarpıcı tuhaflık rengidir. Simsiyah tüylere sahip olan yavru, yaşamı boyunca aşağılanacağını hissediyormuşçasına titremekte ve babasının lanetleyen bakışları altında ezilmektedir. Kar beyazı kardeşini alıp götüren babasının ardından bakarken tanımlayamadığı bir şeylerin yüreğini kemirmesine engel olamaz.
Onu lanetleyen çift yıllardır evlat sahibi olamamanın acısını kardeşi ile dindirmektedir. Kardeşi doğmasaydı belki de annesi onu görünce böyle ağlamayacak, babası onu böyle terk edip ardına bakmadan gitmeyecekti. Ama onun yerini daha iyi dolduracak bir başkası vardır ne yazık ki.
Canlılar böyledirler: Sahip oldukları şey tek olduğunda kötü bile olsa onu bağırlarına basarlarken, yerine koyabilecekleri bir ikinci seçenek bulduklarında arkalarına bile bakmaz giderler.
Ne var ki 'çirkin ördek yavrusu' için yaşam sanıldığı gibi gelişmez. O, herkesin bembeyaz olduğu yerde tepeden tırnağa siyahtır. Artık genç -ve de farklı- bir ördektir. Dost sohbetlerinde herkes onun hakkında kötü konuşsa da bütün gözler üzerindedir. Kızlar kendi aralarında onun ne kadar çirkin olduğunu söyleseler de yalnız kaldıkları her an onu düşlemekte, en mahrem rüyalarında onu görmekte ve arzulamaktadırlar.
Aradan uzun zaman geçer. O artık yetişkin ve mutlu bir ördektir. Mutludur ve civardaki genç ördeklerin neredeyse yarısı tıpkı onun gibi tepeden tırnağa siyahtır.
-H-
HAYALET: Öldükten sonra hortlayıp madde aleminde göründüğüne inanılan varlık. Adı yöreye, kültüre ya da modeline göre 'hortlak', 'ghost', 'gulyabani', 'phantom', vb. gibi çeşitlilik gösterir. Yazılı ve sözlü edebiyatın popüler malzemesi olan hayaletlerin tekstilcilerin uydurduğu bir mitos oldukları yönünde yaygın olarak kabul gören bir inanış da vardır.
"Shakespeare'in ünlü oyununda, Hamlet babasının hayaleti yerine 'sevimli hayalet Casper'ı görseydi oyunun tadı kaçardı, ve hatta oyun sulanırdı." diyor ünlü Norveçli eleştirmen Engwar Björnsen. "Böyle bir durumda izlediğimiz güçlü bir trajedi değil basit bir çocuk piyesi olurdu ve kimse böyle bir oyun için eleştiri yazısı hazırlamazdı." Björnsen'in de vurguladığı gibi bir hayaletin edebi olarak dikkate değer olması için bazı niteliklere sahip olması şarttır.
Parapsikoloji bilimiyle uğraşan birçok uzmanın da ısrarla altını çizdiği üzere hayaletler aslında, tıpkı Hamlet'te resmedildiği gibi, aklı başında, oturup kalkmasını bilen, usturuplu ve kibar varlıklardır. Dünya Parapsikoloji Dernekleri Konfederasyonu Genel Sekreteri John Spite da benzeri görüşleri dile getirdiği kitabı 'Hayaletler Arasında 120 Gün'de insanları hayaletlere karşı önyargılı olmamaya çağırıyor: "Bir hayalet gördüğünüzde kaçmaz ve bulunduğunuz yerde çökmek vesilesiyle korktuğunuzu belli etmezseniz hayalet de size saldırmayacaktır. Onları sevin, sevginizin karşılığını alacaksınız."
-İ-
İLETİŞİM:
-Bir tane yarım ekmek-köfte yapar mısınız? Yalnız mümkünse içinde ketçap olmasın.
-Mayones de mi koymayayım ağbi?
-Domates, marul, mayonez falan koy ama ketçap istemiyorum.
-Buyur ağbi.
-Usta, ketçap koymayınca diğerlerini de mi koyamıyorsun? Domates falan at bari şu ekmeğin içine. Böyle kuru kuru mu yedireceksin köfteyi?
-Ağbi kepçap olmasın dediydin ya?
-Tamam işte usta, sen de kendi ağzınla söylüyorsun bak 'ketçap olmasın' diye. Ben mayonez olmasın, marul olmasın dedim mi?
-Dimedin ağbi.
-Sorun ne o zaman? Al usta, şu ekmeğin içine bir şeyler daha koyuver de köfteler yalnızlık çekmesin.
-Olur ağbi.
-Usta ne yapıyorsun sen yine? Elin hemen ketçaba gidiveriyor.
-...
-Usta?
-Yav yiğenim, ben senin ne istediğini anlamadım ki! Şunu açık açık bi söyleyiver hele.
-Bak şimdi usta! Şu soğuyan köftelerin üzerine istediğin malzemeyi koy, sadece ketçap koyma. Anlatabildim mi?
-Ha şöyle desene şunu.
-Ben nasıl dedim peki?
-Bi saattir kafamı çorba ettin ya burda. Ver bakayım şunu! Aha kepçap...
-Usta sen beni delirtecek misin yahu? Allaaaah.......
-Hoop! Napıyon sen? Bırak kepçapımı! Atma! Gel len buraya! Kibar züppe seni!
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
Kayıp kuşak gerçek mi? Yoksa sadece bir efsaneden mi ibaret?
Etkilendiği Yazarlar:
Oğuz Atay, James Joyce, Sabahattin Ali
|
|
bu
yazının yer aldığı
kütüphaneler |
|
|
|