İnsan özgür doğar, ama her yanı zincire vurulmuştur. -Rouesseau |
|
||||||||||
|
- Aliş ağabey, Aliş ağabey, kurtar beni Aliş ağabey Jandarma er: - Komutanım burda bir ses var - Murat'ın sesi bu gomutan bey - Aç kapıyı be kadın, yoksa kırarız. - Temam temam kit aha burda, açıyom aha. Kapı açıldı. Murat dışarı çıktığında bütün tetikler üzerindeydi. Gür bir ses: - Kıpırdama. Ellerini başının üstüne koy. Başka kim var içerde ? Murat şaşkın bir halde olup bitenleri anlamaya çalışıyordu - Şeyy. Benden başka kimse yok. Komutan: - Aydınlat içeriyi kadın. Bir dakika içinde içerisi aydınlatılmıştı. Erler her tarafı didik didik araken komutan Murat'ı sorguya çekmeye başlamıştı. Yanında beklemekte olan iki jandarma ere dönerek - Siz evi iyice kontrol edin. İki er daha seçerek - Sizde burda benden haber alana kadar kalın - Başustüne komutanım - Başustüne komutanım * * * * * * Bu çok ciddi bir suçlama, Murat'ın sana cinsel tacizde bulunduğunu sürekli rahatsız ettiğini iddia ediyorsun ? - Evet gomutan beyim - Ne kadar süredir bu durum devam ediyor peki? - Emm. Şeyy.. üç yıl falan olmuştur. - Yusuf Ünalan sana uğradı mı peki? - Yoh, gormedim onu yıllardır. - Pekala, sen yerine geçebilirsin. Murat bey duyduklarım doğru mu? Murat kulaklarına inanamıyor ve bu kadının bu kadar ileri gidebilmesine bir mana veremiyordu. Bu insanlık dışı bir durumdu, bu tahammülü imkansız bir lekeydi. Bütün sözcükler boğazına dizilmiş gibi yutkundu. Konuşmak yerine bu kadını burada boğmak istiyordu. Sinirden elleri titriyordu. Kaşlarını çatarak Bağdagül'e öyle bir bakış fırlattı ki, kadın daha fazla başını dik tutamayıp önüne eğmek zorunda kaldı. - Koca bir yalan çirkin bir iftira olduğu açıkta ki, ben askerden geleli 48 saat bile olmadı. Onun evine de ağabeyim için gittim. - Ordamıydı peki ? O an durakladı, ne diyeceğini şaşırdı, yalan söylemeyi sevmezdi. Fakat ne kadar da kötü biri olduğunu duysa da sözkonusu olan kişi onun ağabisiydi ve nasıl olsa onunla ilgili olan bütün gerçekler su yüzüne çıkacaktı artık. O acı gerçeklerde pay sahibi olmak istemiyordu. - Hayır, onu görmedim... Kilitlendim, bilmiyorum başka bişey. Gerçektende ağabeyini görememişti ve kendini böyle teselli etmeye çalışıyordu. - Pekala. Yarın mahkemeniz var, orda detaylıca sorguya çekileceksiniz, umarım unuttuğunuz ya da sakladığınız şeyleri orda hatırlarsınız. Aliş bey sizi evinize bırakacağız ve diğerleri de yarına kadar nezarette kalacaklar. Bu kadar. Oda boşaltıldıktan birkaç dakika sonra teftişten gelen iki er komutana bilgi veriyorlardı. - Komutanım, banyo sobasında erkek giysileri bulduk, ayrıca ev müstakil olduğundan lavabo ve banyo sularının bahçeye akıtıldığını gördük, bu suların içinde koyu renkte saç ve sakal telleri bulduk. - Hım. Demek ki Bağdagül hanım bize yalan söyledi. Yusuf'u görmüş olmalı. Bu saç telleri Murat'ın olamaz çünkü o sarışın. ***** Kapı kırılırcasına dövülüyordu. Gülistan hanım kapının sesine uyandığında Rıfkı bey hala horluyordu. Kapı tekrar dövüldü. - Rıfgı, Rıfgı gah hele gapıda biri var Uykudan uyanmanın verdiği ilk sersemliği üzerinden atmaya çalışan Rıfkı bey sesli düşündü - Kim ola ki? - Ne biliyim yav, sahat onikiyi geçiyo mühim bişey zayır ki! Hayra alamet değildi bu. Rıfkı bey av tüfeğinin ağzına mermiyi yerleştirirken kapıdaki meçhule bağırdı: - Kim o? - Benim Yusuf, Aşgar'ın Yusuf. Rıfkı bey koşarak bir elinde av tüfeği ile kapıyı açtı - Yusuf bu ne hal? Yusuf yorgunluktan nefes nefese kalmıştı. Koluna girdiği adamın benzi sapsarı kesilmiş. güneşin yaktığı tenindeki deri kavlakları minik siyah çiller gibi yan yana dizilmişlerdi. Saçları dağılmış gözlerinin ışığı sönmüştü, yırtılan gömleğinden kıllı göğsü görünüyor ve her nefes alıp verdiğinde tipide kalmış gibi titriyordu. Yusuf ev sahibinin davetini beklemeden içeri attı kendini, koluna girdiği arkadaşı yere yığılırken Yusuf aceleyle kapıyı kilitledi. Diğer yanda evin hanımı ancak giyinebilmişti, yatak odasından salona ilk adımını yeni atmıştı ki... - Aboov, o ne! - Gorhma gülistan. Yusuf geldi asger argadaşım. Rıfkı bey biraz daha toparlanarak yaralı adamı işaret etti. - Buna ne oldu ? - Yaralı be tertip - Niresinde yarası? - Uyluğunda. Kurşun sıyırmış ama kanaması aşırı. Rıfkı bey bu tür yaralanmalarda neler yapılır ilk müdahele ne olmalıdır bilmiyordu. Yaralının koluna girerek toprak sedirin üzerine yüzükoyun uzattılar. Bişeyler mırıldanıyordu. Rıfkı bey kulağını adama yaklaştırdı. - Ana, ana üşüyorum ana ısıt beni, çok üşüyorum... Ana... Yusuf: Çok kan kaybediyor onu tedavi etmek lazım beni kan tutuyor bakamıyorum, bişeyler yapmalıyız. - Gülistan hanım atılarak: - Tenzile'yi çağırah Rıfgı ! - Kimdir o bacım ? - Burda gadın hasdalığına bahan bir mahalle ebesi emme. biyle şeylerden de iyi anlar. - Tamam bacı git çağır ama gizliden - Yoh ben çağıramam gocası anlamasın Sonra da Rıfkı beye dönerek - Rıfgı sen git benim rahatsızlandığımı söyle o zaman gocası gelemez Tenzileyi alıp gel goş hadi. Yusuf bomba eğitimi almıştı ama bir yaralıya ilk müdahele de zorunlu olarak öğretilmişti lakin onu kan tutuyordu. Kendi yarasının kanını bile gözlerini kapatarak temizler sarardı. ama bu kurşun yarasıydı ve çok tehlikeliydi. Rıfkı bey birkaç dakika sonra mahalle ebesiyle birlikte geldi. Tenzile hanım kendi usul ve yöntemlerince bir parça bez yakarak küllerini, sabunlu ılık suyla yıkadığı yaranın üzerine bolca ekti. Sonra da sıkıca sarmaya başladı. Yusuf hüzünlü gözlerle yaralı arkadaşının yüzüne bakıyordu. Usulca yaklaştı: - Cem, Cem beni duyuyor musun? - Ana...Ana...Üşüyorum ana...Isıt beni çok üşüyorum ana... Rıfkı bey Tenzile hanımı evine götürürken, Gülistan hanım ve Yusuf'ta yaralının üzerine önce bir battaniye ve onun üstüne de kışlık kalın bir yorgan örtmüşlerdi. Gözleri kapalı bir vaziyette anasını sayıklayıp inleyen Cem, birkaç dakika sonra ruhunu teslim etti ölümün soğuk ellerine. ***** Güneş tam tepedeydi. Binanın dış cephesini boyayan işçiler, aşırı sıcaktan dolayı işlerine ara vermek zorunda kaldılar. İçlerinden Metin ve Bayram aileleriyle telefon görüşmesi yapmak için postaneye kadar gitmeye karar verdiler. Yarım saat sonra postanedeydiler. Bayram kabinlerden birine girerken, Metin onun arkasında sıraya girmişti, birkaç dakika sonra nihayet sırası gelmişti. Kartını taktı, tuşlara bastı ve... - Alo! - K. mı? - He, sen kimsin? - Ben Çeşminaz'ın oğlu Metin, anamı çağırabilirmisiniz, yarım saate kadar tekrar arayacağım. Ahizeyi kapatıp dışarı çıktılar, biraz dolaştılar, Bayram sigarasının birini söndürüp diğerini yakıyordu iştahla. - Seni burda bekliyorum Metincim annenle konuşup gel hemen de gidelim Metin takrar içeri girdi. Bir dakika sonra hattın öbür tarafında annesi vard - Alo anneciğim! - Metin yavrum nörüyon guzum? - Ben iyiyim de annecim senin sesin niye öyle üzgün geliyor? - Hiç sorma oğlum, jandarmalar iki gündürki evimizi yol ettiler. - Niye ne oldu ki annecim? - Babanı arıyorlar... - Babamı mı? - He oğlum. Başımıza bunları da getirdi. Yasa dışı bir örgüte garışmış. Bağdagül'de Murat emmine iftira attı, Murat temize çıhtı, Bağdagül içerde şimdi, çocukları yetiştirme yurduna aldılar. Daha sonra ne konuşuldu ne anlatıldı farkında bile olamıyordu, sözcükler uçuştu, manalar silindi, yüreğinde derin yaralar açıldı oluk oluk kanayacak olan. Dışarı çıktığında annesinin sesi kulağında çınlıyordu. Saçlarını yoldu, gözlerinden akanlara mani olamadı. Bayram: - Ne oldu koçum, kötü birşey olmalı ? - Ne olur Bayram ağabey birşey sorma...Birşey sorma... Bir süre sessizce yürüdüler. Metin'in buhranlı halini seyretmekten sıkılan Bayram, arkadaşının üzüntüsünün kaynağını bilmediğinden teselli de veremiyordu. - Bak Metin konuşmak istersen ben her zaman hazırım, şimdilik inşaata gitmem lazım, biliyorsun başlarında ben olmayınca işi cıvıtırlar. Bugün seni idare ederiz tamammı koçum! - Tamam ağabey. - Geç kalma ha! Bayram, az ilerdeki durağa minibüsü kaçırmamak için koşar adımlarla ilerledi.Metin ise hala annesinin sesini duyuyordu kulaklarında. Demek babası teröristti. Önceleri ''Yusufun oğlu'' diye aşağılıyorlardı, şimdi ise '' Terör Yusuf'un oğlu'' diye iyice ezeceklerdi köydekiler. Felaket hep felaket getirir diye düşünüyordu ve Kader denen görünür olsaydı, uzunca bir ipin üzerindeki her renkten dizili boncuk ya da metal şekillerin bulunduğu aylık halkasına benzerdi diyordu kendi kendine. Ucundan çekince güzel boncuklar, sonra sivri aylık halkaları... Bebeklerin ellerine bata bata birbirlerini takip ederlerdi. Halk arasında ki inanca göre ay ışığı, kundaktaki bebeklere uğursuzluk ve ateşli hastalıklar getirirdi. Ay şekli verilmiş metal semboller bu uğursuzlukları etkisiz yapardı... Batıl inanç işte... Ne olursa cehaletten oluyordu...Metin de o an aylık halkalarının içindetdi sanki, güzelim rengarenk boncuklara gelince hayatı dursaydı. Kardeşi Çetin geldi aklına birden, yanında olmayı ne çok isterdi. Amcalarını düşündü, başları önlerinde canlandırdı '' yıkılmışlardır '' dedi. Üvey kardeşlerini de düşünmüyor değildi. Zavallılar, şu anda yetiştirme yurdunda olmalılar, acaba onlar da utanıyorlar mı babalarından, ya da annelerinin yaptığından. Zavallı Murat, askerden geldiğine pişman olmuştur diyordu. Elleri ceplerinde, kendi kendine konuşa konuşa yürürken o kedi gözlü adamı da unutmuştu. Kenarları tel örgüyle çevrili bir alanın içinde ''bu arsa satiliktir'' yazısını görünce aklına arkadaşı Diyarbakırlı Kutti geldi. O da hep böyle konuşurdu. '' Anami, Babami, çayımi, lorimi '' bu tabelayı yazan da o taraftandır diyerek gülümsedi, manasızca acı dolu... Doğduğu günden o ana kadar başına gelenleri düşündü. Bildiği ve bilmediği acıları, aklının erdiği günden beri. Bebekliğinde ki çektiği sıkıntılarını anlatan annesinin anılarını dertlerini düşündükçe '' şu insanoğlu ne inatçı bir varlık, kedilere dokuz canlı diyoruz, sıradan bir insanın dertlerini sorumluluklarını bir kediye versek, kedinin dokuz canı birden biter '' diyordu. '' Kimbilir biz insanlar kaç canlıyız, dünyada ki bütün varlıkların en başıyız, en çalışkanıyız, arılar ve karıncalar bizden sonra gelir. en pis varlıkta yine bizlerdendir, en duydusal, en aciz, en özgür, en...Biz insanlar herşeyi çözmeye çalışıyoruz ama daha kendimizi çözmüş değiliz ki, dünyanın en karışık sistemlerinden biri de insan beynidir. Demekki biz insanlar kendimizi çözüp herbirimiz tam ve eşit olmadıkça, çevremizdeki çözmüş olduğumuzu sandığımız herşey aslında açık bir soru işaretidir. Peki cevap nerde? Of...of...of...Allah'ım of...Nereye gitsem, kime sorsam ki bu benim içimdeki karamsarlığı söküp atsın ! '' diyordu sızlana sızlana. Karşısından esen rüzgarın içinde görülmeyen, tutulmayan tatsız renksiz birşeylerin göğsüne dolduğunu ve sonra bedeniyle bütünleşip görülür hissedilir bir varlık olacağını düşündü. Dert, keder, çile ve tasa olarak ruhuna acı çektireceğine inandı. '' Her rüzgarın içinde bir filtre olsa da hep o filtrenin içinde kalsalar '' dedi. İri akasya ağaçlarının gölgelendirdiği bir çay bahçesine ilişti gözleri. İçeri girip boş masalardan birine oturdu, donuk bir seyir tuttu insanların simalarına. Garsonun sesiyle irkildi, biraz can geldi gözlerinin ferine. - Ne alırdınız ? - Soğuk bir kola. Garson siparişi getirmek için giderken o sırada köylü kıyafetleri giyili bir adam, elindeki ıslak gübre torbasıyla bahçeye girdi. Diğer masalara göz gezdirdi. Çoğu doluydu. Metin'in masasına yaklaşarak izin istemeden boş sandalyelerden birine oturdu. Şapkasını çıkarıp masanın üzerine fırlatırken bir yandan da kel kafasını kaşıyordu. - Üff. Ne gadder sıcah yav. - Evet öyle. Sürekli üstüne konup kalkan bir sinekten tedirgin oldu. Teninin üzerinde ki sineğin varlığı onu rahatsız ediyordu. Babasını tekrar hatırlamasıyla isyan etti. - Allah'ım bu sinekleri niye yarattın, insanları rahatsız etmekten başka bir işe yaramayan bu pis varlıkları niye yarattın. Köylü adam garsondan istediği ayranı alırken Metin'e çıkıştı - İsyankar olma evladım, Allah yarattığına göre elbet bir işe yarıyordur. - Metin daha da sinirlendi - Mikrop taşıyıp insanları sinir etmekten başka ne işe yarıyorlar ki - Bah şimdi beni iyi diğne, sağa olmuş bi iş anlatacam. Hiç köylük yer gordün mü? - Evet, köy çocuğuyum. - Hah, temam. Tezek böcüğünü de bilin mi? - Bilirim. - Şincik adamın biri de senin gibi isyan idmiş Allah'a ki, tezek böcüğünü niye yaraddı diye. Gün geçmiş ay geçmiş adam hasdalanmış, hekime gitmiş. O zamanın hekimi '' Kırk dene tezek böcüğünü yutarsan gurtulursun yoksa ömür boyu çekersin bu illeti '' dimiş. Adam mecbur yutmuş kırk tezek böcüğünü gurtulmuş. Başga bigün gemi ile yolculuh ediyomuş aynı adam. Bindiği gemi delinip batmaya başlamış. Bütün yolcular bağırıp feryat ederken, bir tenesi adama yaklaşıp demiş ki '' Yav hemşerim, herkes feryad ediyor gemi batıyor sen sakin gamsız oturuyon ''. Adam gülerek cevap vermiş ''Ben Allah'ın işine garışdım da kırk dene tezek böcüğü yuttum, o gün bu gündür garışmam'' dimiş. Metin gülümsemekle yetindi. Sonra durup düşündü. Allah bu dünyaya sivrisineğin kanadı kadar bile değer vermiyordu, geçiciydi çünkü. Belki de sinekleri ibret olarak yaratmıştı. İnsanlık ve kulluk görevlerini yapmayanlar sineklerle aynı seviyedeydiler belkide. Doğadaki herşey mutlak bir işe yarıyordu, birinin yokluğuyla doğanın denklem zinciri bozuluyordu. Demek ki sineğin de tabiatta bir görevi olmalıydı. Babil'in kafir firavununu da Allah c.c. sineği sebep yaparak helak eylemişti. Yine insanlar en başta zararlı, görevinin bilincinde olmayan, tahribatçı olarak geliyordu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yasemin İnci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |