Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Akşama yakın bir zaman, hafta sonu; cumartesi çarşı merkezi kum gibi insan kaynıyor. İkindi serinliği herkesi sokaklara çekmiş, çekmeye devam ediyor. Kimisi, çoluk çocuk vitrinlerde kaybolmayı tercih ediyor, bazıları da orası senin burası benim koşturup gidiyor. Caddelerde, sokaklarda kesişen kavşaklarda hep aynı görüntü var, sanki parsellenmiş gibi. Bir kavşakta bir parti varken diğerinde bir başkası meydan okuyor… İçimden ne kadar da boşa, havaya giden lüzumsuz harcamalar, diye geçiveriyor. Hakikaten de öyle. Bir hafta sonra seçim var. Kimsede heyecan yok. Sanki bir an önce gelip geçmesi istenir gibi. İlgisiz, alakasız bir seçim atmosferi, diyorum kendi kendime. Seçmenler, vatandaşlar, halk sanki vaatleri artık kale alıp ciddi bulmuyor. Herkese tepki vermiyor. Sanki asılan parti bayraklarının oy üzerinde etkisi mi, olacak diye düşünmeden edemiyor insanlar. Dönüp bakmıyorlar bile çoğu zaman. Tramvay durağına koşar adımlarla ilerlerken, elime elkartımı hazırlamışken, gözüm tramvayın içinde boş yer ararken, gürültülü, yüksek bir ses kulağımda patlayıveriyor. Az öncede başka bir partinin otobüsünden farklı bir şarkı ile geçtiğini hatırlayıveriyorum ve adımlarımı sıklaştırıyorum. Elkartımı okutuyorum, bib bib sesleri benim için artık sadece birkaç liramın daha yok olduğu sinyalinden başka bir şey ifade etmiyor. Son anda kendimi durağın içine atıp tramvaya biniyorum. İyi, diyorum boşluklar var. Oturacak yer de var. Yorulmayacağım, ağrıyan ayaklarımın üzerine de dakikalarca belki de saatlerce kalmayacağım, diye seviniyorum. Arkalarda bir yere oturuyorum. Elimdeki öykü kitabını açıyorum. Okumaya başlıyorum. Öykülerdeki mekânlar tanıdık geliyor. Kahramanlar da tanıdık geliyor bana. İçine çektikçe çekiyor, hatta kayboluyorum ve samimiyeti kokluyorum, içtenliği yaşıyorum. Öyküdeki kahraman gibi saatime bakıyorum. İkindi namazını kılmam gerektiğini tekrar tekrar kendime hatırlatıyorum. Kılmalısın hemen, derhal, vakit geçirmeden, diyorum. Tramvay durağında indiğimde ilk camiye uğramalıyım, diyorum. Tekrar saate bakıyorum. Evet, vakit var, diyorum. Ama mutlak kılmalıyım, diye ısrarıma devam ediyorum. Öykü beni kendine o kadar çok bağlıyor ki, kahramanının yaptıklarını tekrar etmeye başlıyorum. Ama ben zaten namaz kılıyorum, diyorum. Olsun geçirmemek gerektiğini, fısıldıyorum içime. Bu arada başka bir öyküye başlıyorum. Kısa, öz ve içten, diyorum. Ne kadar tatlı, ne kadar sade, ne kadar yalın, diyorum. Bu arada bir başka duraktan hareket ettiğimizin farkına varıyorum. Gözlerim ineceğim yerin keşfine çıkıyor, tanıdık işaretler arıyor, geçip gitmek ve saatlerce yürümek istemediğimden bunu yapıyorum. Ama beğenmediğim, ertesi dünya için hoş olmayan, herkesin devekuşu misali davranışlarını görüyorum. Üzülüyorum. Yıkılıyorum. Yıpranıyorum. Kızıyorum. Ana babası yok mu bunların, hiç mi ahlak, edep, terbiye insanlık kalmadı, diye sorularımı çeşitlendiriyorum. Cevaplarını düşünmüyorum bile. Sorular sorular sorular… Kafam allak bullak. Sapsarı çıyan gibi bir genç erkek. Sakalları da sarı hiç tıraş görmemişinden. Teninin rengi de değişik sarı, çiğ sarı… Yanında kot pantolonlu, beli açık, üzerinde daracık badi giymiş, yine yanındaki erkek kadar sarı, hatta pis sarı renkte saçları, derisi, takısı... Sanki dünyada onlardan başka kimse yaşamıyor, sadece onlar var. Hiç kimse onları görmüyor, onlar da kimseyi görmüyor, yoklar, yaşamıyorlar, ya da sadece onlar var koskoca tramvayda. Kız umarsız. Kız çevresine duyarsız. Oğlanın beline elini şak diye ses çıkararak vuruyor. Oğlan kolunu kızın omzuna atıyor kendine doğru çekiyor. Kızın kolunu sıkıştırıyor, cimbitliyor, etini sıkıştırıyor. Kız oğlanın kollarının arasına giriyor. Oğlan yüzlerce insanın içinde kızın yüzüne eğiliyor, öpüyor… Yerin dibine geçtiğimi düşünüyorum. Sanki buharlaşıyorum, yok oluyorum. Kızgınlığım o kadar artıyor ki, kalkıp uyarmak geliyor içimden. Bu kadarı da olmaz, diyorum. Bu kadar insanın ortasında, diyorum. Bu kadar açıkta, diyorum. Bu kadar terbiyesizlik, diyorum. Pes doğrusu diyorum. Düşünüyorum. Artık kitabı da okumuyorum, bırakıyorum yan tarafıma. Kızıyorum, kızdıkça yine kızıyorum. Kız dönüp baktığında ben de yaptıklarını yanlış olduğunu anlatmak istercesine gözlerine dik dik, öfkeyle, kızgınlıkla bakıyorum. Alt dudağının altında bulunan parlak bir küpe -yok yok ona şimdilerde pirsing deniyor- sallanıyor. Tekrar tekrar o kızgınlığımı gösteren bakışlarıma “Sen de kimsin demiyor, aldırmıyor, aldırış etmiyor, tınmıyor bile.” Buna iyice bozuluyorum, içerliyorum. Tekrar kendime, topluma, insanlara, tramvaya bindiğime bile kızıyorum. Bu kadarı da olmaz ki, toplumun bazı kuralları var, ahlakı var, düzeni var, görgüsü var, âdeti var örfü var… diye söylenmeye devam ediyorum. Bu kadarı da olmaz ki diyorum, bilmem kaçıncı defa. Sarmaş dolaş olunmaz ki, öpülmez ki, sarılıp tuhaf davranışlarda bulunulmaz ki… Ayıp, günah, ahlaksızlık, terbiyesizlik kelimeleri kaçıncı defa sıra ve şeklini değiştirerek dilimden döküldü onu da hatırlamıyorum. Yaşlılar var, gençler var, çocuklar var, kızlar var, erkekler var, toplumun kuralları var… Ama dikkate alınmazsa, kendine düşen yapılmazsa, kale alınmazsa, hiçe sayılırsa, iplenmezse, tınlanmazsa; özgürlük budur denilirse, insanların ahlaki değerlerine önem verilmezse, saygısızlık içindeki davranışların hiç birinin, hiç kimsenin hakkı olmadığı ortadayken ayan beyan, başkalarına, haklarına, inançlarına adetlerine saygısızlık hak sayılırken toplumun nereye gittiği ciddi ciddi televizyon programlarında, açık oturumlarda, panellerde, seminerlerde konuşulurken, gerçeklerle örtüşüp örtüşmediği, gençlerin ahlaki olmayan davranışları hoyratça sergilenirken/yaşanırken toplumun nereye gittiği konuşulmasının anlamlılığı beni çıkmazlara alıp götürüyor. Kabahatliyi sorguluyorum hemen. Cevap yine yok. Bulamadım. Bunaldım. Bir anda kafam önüme düştü. Kitabı elime aldım. Tekrar baktığımda gençler yerinde yoktu. Arkadaşım Celal, bundan mustaripti. Şimdi onun ne kadar haklı olduğunu düşünüyorum. Evet bu çocuklar bizimdi. Sahip çıkmalıydık. Biz sahip çıkmazsak başkaları alıp götürürdü ertesi dünyalara. Ama öte dünyanın varlığı inancı, bizi sorumlu kılıyordu. Evet, ineceğim duraktaydım. Kafam karmakarışık. Yürüdüm. Camiye gidecektim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duran Çetin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |