..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Eğer bir kelebeği sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir. -Antonie de Saint-Exupery
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Din > Mikail Boz




15 Kasım 2009
Kim İçin Din ve Vicdan Özgürlüğü?  
Mikail Boz
Gerçek bir din ve vicdan özgürlüğü nasıl bir kimsede gerçekleşebilir? Türkiye'de inanç ve din özgürlüğünün koşulları hazır mı?


:BGDH:
1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, kök aldığı 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi, insanların özgürlük, eşitlik ve adalet gibi ülküler çerçevesinde doğuştan ve devredilemez haklara sahip olduğu temelini koyar ve bunu bir ideal, ulaşılması gereken bir hedef olarak kayda geçirir. Bildirgelerde sözü geçen temel haklar Georg Jelinek tarafından negatif, pozitif ve aktif statü hakları olarak üçlü bir ayrıma tabi tutulmuştur. (1) Böylece haklara ve onların nasıl bir temelden türediğine dair fikir edinmek kolaylaşmıştır. Bunları kısaca izah etmek gerekirse; Negatif statü hakları kişinin devlet ve öteki kimselerce aşılamayacak haklarını ifade eder. “Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna ya da haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz.” (2) Pozitif statü hakları ise insanın bağlı bulunduğu devletten bazı olumlu hizmet ve davranış isteme talebini ifade eder, “Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır.” (3) Aktif statü hakları ise kişinin devlet yönetimine katılma haklarını ifade eder, “Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir. “ (4) Yani genel olarak bildirgeler temel hakları tanımlar, bireyin korunma, isteme ve katılma haklarının çehresini çizer. Bildirgenin kendi girişinde de ifade edildiği gibi bu haklar bir ideal olarak ortaya konulur. Bu hakların yerine getirilmesi bireyin devletle ilişkisine(kendi statü ve sınıfı) bağlıdır ve bu hakların yerine getirilip getirilmediği yerel ve uluslar arası kuruluşlar tarafından takip edilir. Genel olarak da güçlü olmadığınız ve bir çıkarın temsilcisi olmadığınız sürece bu hakları “istemeniz” devlet tarafından hiç de hoş karşılanmaz.

Bununla birlikte hak kavramı ve onun tarifindeki bazı kavramlara baktığımızda bazı sorunlarla karşılaşırız. Örneğin “doğuştan” kavramı: Yani, kişinin bu temel haklara doğduğu andan itibaren sahip olması düşüncesi... Bunda öncelikle iyi niyet vardır, çünkü haklara hiçbir koşul ileri sürmeden sahip olmamızı ifade eder. Doğuştan, saf, evrensel, mutlak bir eşitlik çehresine işaret eder bu. Ancak aynı zamanda bu kavram hakların doğasına, onların edinilmesine de bizleri yabancılaştırır. Doğuştancılık o kadar zikredilir olmuştur ki artık hakların kökü nereden gelmektedir bizi pek de ilgilendirmez olur. Zira bu hakların hiç de bildirgelerde dile geldiği gibi doğuştan, kutsal, sırf insan olma vasfından türeyen, kendiliğinden, insanların üzerinde bir haklar olmadığı açıktır. Çünkü insanlığın kendi tarihi de bu haklara sahip olma mücadelesinin izlerini taşır ve geçmişe gittikçe örneğin özgürlükten, eşitlikten, yaşam hakkından söz edilemediğini görürüz.

Tarihsel akış haksızlıktan hakka doğru bir akış gösterir. Örneğin 18. YY bildirgeleri de ilki İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşından, ikincisi ise krala ve feodalizme karşı burjuvazi ve işçilerin bir direnişiyle gerçekleşmiştir.
Öte yandan hak nasıl ortaya çıkmıştır sorusuna verilecek kısa ve öz bir cevap haksızlıktan olduğudur. Her daim sosyal bir varlık olan insan, var oluşunu yanındaki insanlarla birlikte yaşamaya, birlikte hareket etmeye, üreme, barınma, korunma gibi ihtiyaçlarını hep birlik içinde hareket ederek sürdürebileceğini ta tarih öncesinden fark etmiştir. Ve ilk klanlarda dahi en azından klan içerisinde yaşayanlardan bir diğerini öldürmesi cezalandırılması gereken bir davranış olarak ele alınmıştır. Burada sınırlı da olsa bir yaşam hakkı söz konusu olmuştur ve bu da doğuştan olmayla değil, klan üyelerinin kendi bireysel çıkarlarını ve güvenliklerini, toplumsal çıkarda ve güvenlikte bulmasından kaynaklanmaktadır. Giderek de üretim teknolojisi geliştikçe, sınıfsal katmanlar oluştukça, yani eşitsizlikler arttıkça ve çatışmalar güçlendikçe; örneğin zengin derebeyi mülkiyet hakkından bahsederken, yoksul serfler de aç kalmama hakkından söz eder olmuşlardır. Yani pek çok durumda olduğu gibi insan sahip olduğu bir şeyin değil, sahip olamadığı bir şeyin hakkından söz etmiştir. Bugün sağlık hakkından en fazla bahsedenler aslında bir şekilde bu haktan uzaklaştırılmış, sağlıksızlığa mahkûm edilmiş kişiler değil midir? Böylece hak denilen tüm şeyler insanın adı bilinmez bir şekilde gökten zembille inen değil, uğrunda pek çok insanın ölümü göze alıp savaştığı bir mücadeleden kaynak bulmuş ve kültürle korunarak günümüze kadar gelmiştir. Yani haklar doğuştan sahip olunarak var olmasa da, bir mücadele ile, azim ile ve belki de insanda var olan sürekli özgürlük istencinden kök bulan bir yerden kendine bir yol açıyor.
Böylece hakların niteliklerine bakıp, hak kavramının nereden türediği ve nasıl yerleştiğine değindikten sonra bugün de çokça tartışılan ve aralıklarla Türkiye gündeminde yer edinen bir hakka, din ve vicdan özgürlüğü hakkını sorgulamaya ve araştırmaya çalışalım. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bu hakkı şöyle tanımlar: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.” (5)

Yani bu hak kişinin başkalarının haklarına tecavüz etmeden (salt din açısından ele alırsak) özgürce bir dine bağlanmasını ve onun gereklerini yerine getirmesini ifade eder. Jelinek’in sınıflandırmasında bu hak negatif statü haklarına girer; yani kişinin korunacak hakları olarak belirir. Bu hak da yine doğuştan bir hak olarak ifade edilir, bu da kişinin doğduğu andan itibaren bir dini inanca sahip olduğu fikrinden ileri gelir. Ve yine bu hak garip biçimde aileye kendi çocuklarına kendi dinlerini öğretmeleri hakkını da içinde saklar.

Öncelikle doğuştan gelme özelliği kanımca din için kullanılması güç bir tanımdır. Çünkü doğan bir bebek kendisini aslında bir dini inanca atfederek ve onun bilincinde olarak doğmaz. Zira Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Budist bir bebekten söz edilemez; bebek herhangi bir dini inançtan, onun gereklerinden bağımsız doğar. Ancak “Hıristiyan, Müslüman, Yahudi veya Budist bir ailenin bebeğinden” söz edebiliriz. Yani bebeğin dini denilen şey aslında onun ailesinin dinidir. Ve bebek tümüyle içinde doğduğu aileye bağımlı bir şekilde doğar, o ailenin yaşadığı kültürün de etkisi altında yaşar. İşte hemen her bildirge de hak olarak ifade edilen şeylerin en önemli eksikliği aslında doğduğu andan itibaren bağımlı olarak doğan (ve uzun süre bağımlı kalacak olan) bir varlığa sanal bir özgürlük ve bağımsızlık atfetmesi ve aslında bir tercihin ürünü olan bir tutumu, özgür olamayan bir varlığın özgür seçimi gibi sunmasıdır. O zaman soru şudur; yaşadığı aile ve kültüre zorunlu bağlarla bağlı olan bir insan, yine o kültür ve aile baskısının altında iken, kendisine söylenenleri bir yaşama tavrı olarak ezberleyip öğrenirken, nasıl özgür bir seçim yapabilir?

Yine bu yoldan örneğin reşit olup 18 yaşını doldurmuş birisi özgür olmadan edindiği dini bir tercihin üstüne nasıl çıkacaktır? Zorunlu olarak ailesinden görüp kabullendiği dini inancın gereklerini yerine getirmesi, hele hele pek çok dinde o dinden dönmek idamı gerektiriyorsa, nasıl din ve vicdan özgürlüğünden söz açılabilir? Birinci olarak kişi kendi dinini özgür biçimde seçememiştir. İkincisi onun hakkında nesnel ve değerlendirilebilir bir bilgiye değil, tartışmadan uzak, iman etmesi gereken bir bilgiye sahiptir. Üçüncüsü dine karşı bir tutum geliştirmesi güçtür, çünkü din toplumun dini de olduğu için bir dinsizlik hali toplumdan dışlanmayla, ya da içte gizlenip içsel bir gerilimi taşımayla sonuç bulacaktır. Bu bahsedilen özellikler bir dinibütün için garip gelebilir; çünkü kişi bunları hiç sorgulamadan sahip olmuştur. Sorgulanmadığı için de doğal görünür. Öte yandan kendi çocuğuna kendi dinini ”empoze hakkı” her ailede doğalında yer edinmiş görünse de, bu da aslında her daim insanlarca bilinip, yayılmak isteyen dinlerin içsel bir sorunudur. Örneğin İslam başka dine mensup insanların İslam’a dahil olmasını cihat olarak bir görev sayarken, kendinden başka dine geçişleri bir ölüm sebebi sayar. Başka dine mensup kişilere İslam’ı aktarmak onlara doğruyu buldurmakla aynı şey gibi görünür; Fransa’da yaşayan bir kişinin Hıristiyan dogması olmadan eğitilmesi İslam tarafından istenir, kişinin İslam hakkında da bir bilgi sahibi olup bir seçim yapması doğru bulunurken, tersi bir durum reddedilir. Çünkü öteki dinler yanlış, küfür olarak nitelenen bir bilgiyi ve imanı öğretiyorlardır. Onlar yanlış, İslam doğrudur. Bebeklikten itibaren Hıristiyanlıkla yoğrulan Avrupalı kafalar İslam’ın bilgeliğini göremiyor, göremedikleri için de hakça yolu seçemiyordur. Aynı şekilde bir Katolik için de bu böyledir. Onlara göre de Müslümanlar kâfirdir. Mollalarca, imamlarca, köktenciler tarafından yanlış bir şekilde, terörize bir zihniyetle yetiştiriliyor, sevgisizlik içinde büyütülüyordur ve onlara gerekli olan İsa’nın sevgisidir. Onların İslam dışında farklı dinleri de öğrenip doğru yolu görmeleri gerektir. Bu yolla misyonerlerini kendi dini inançlarını yaymak üzere “kafirlerin” üzerine gönderirler. Onlara farklı ve daha “doğru” inançların gösterilmesi gerekir. Tabi bu Hıristiyanlar için geçerli değildir, onlar zaten doğruyu bulmuştur. Hatta belli ölçülerde onları bu farklı sapkın düşüncelerden korumak gerekir. Yani biraz, “Her din kendine Müslüman”dır. Yani insanlar doğduklarında umut vaat edici ve ideal anlamda eşit doğsalar ve pratikte bazılar daha eşit olsa da, insan özgür doğmaz. Tam tersi alabildiğine bağımlı doğar ve onun yaşamı aslında bir özgürleşme sürecidir. Yaşadığı çevreyi anladıkça, nasıl işlediğini gördükçe, kuşkucu ve felsefi bir tavır geliştirdikçe, ona müdahale ettikçe, ilmik ilmik işledikçe insan özgürleşebilir.

Böylece diyebiliriz ki din ve vicdan özgürlüğü mutlaktır ve olması birey açısından devredilemez bir haktır, ancak bu hak dine karşı da bir özgürleşme olmadığı takdirde gerçek anlamını asla bulamaz. Kişilerin bir dine nasıl ve ne tür biçimde mensup olduğu tartışılıp, soruşturulmadan bir din ve vicdan özgürlüğü de olamaz. Din ve vicdan özgürlüğü edinilmiş olanın, yani bir dini inanca sahip olanın hakkı olarak benimsendiği takdirde, yani kişinin o dini inanca nasıl sahip olduğunu ve dine karşı da bir seçme özgürlüğünü içermediği takdirde aslında bir din ve vicdan özgürlüğünden söz etmek güçtür.

Peki, gerçek bir din ve vicdan özgürlüğü nasıl bir kimsede gerçekleşebilir? Bunun için belki bir ideal insan formundan örnekler verebiliriz.

Öncelikle kişinin doğduğu anda bir dine mensup değil, dini açıdan bir “tabula rasa” olarak doğduğunu kabul etmeliyiz. Bir aile, bir toplum dini olsa da kişi bunlara karşı bağımsız olmalıdır. Aldığı eğitim gelişme ödevleri olarak ifade edilen ve her yaş dönemleri için edinilmesi gereken bilgi ve becerileri tam bir şekilde edindiği bir süreçte gerçekleşmelidir. Daimi çocuk filozofluğu ürünü sorulara açıkça cevap verilebilmeli ve kişinin karakter geliştirmeye aday bir insan olarak özgürleşmesi, yaşadığı kültüre ve aileye karşı da sağlanmalıdır. Aile çocuğu bir şeyler empoze edeceği bir nesne olarak değil, kendi özgülünde gelişmeye hazır içsel bir güce ve yeteneğe sahip gibi görmelidir. Çocuk tüm eğitimi boyunca modern bilimin sunduğu bilgilerden yararlanmalı, yaşadığı çevreyi sorgulayan bir birey olarak kendini geliştirebilmelidir. Öte yandan kişi yoksunluk ve en temel bedensel ihtiyaçlara uzak olmamalıdır. Aç, hasta bir insan asla özgür olamaz. Bu çok önemlidir, zira pek çok dine baktığımızda ve o dinlere yapılan temel eleştirilerden birisi, dinin insanların yoksulluklarını bastırmaya sağlayan bir araç olarak kullanılmasıdır. Pek çok araştırma göstermiştir ki radikal dini akımlara katılmanın en önemli sebebi yoksulluk olduğu gibi son ekonomik krizle birlikte Amerika’da kiliseye giden insanların sayısında birkaç kat artış tespit edilmiştir. (6) Pek çok tarikat insanları yoksulluklarından yakalar, onları doyurur. Her muhterem zengin aç insanlara yemek dağıtarak onların gönüllerini çelmeye çalışır. Bu ise sıkça karşılaşılan genel bir durumdur. Hemen her yoksul yaşadığı tüm bu eziyetlerin geçici dünya nimetleri içerisinde bir süreç olduğunu ve asıl mutluluğu öteki âlemde bulacağı düşüncesiyle yaşar ve din giderek yoksulluğun ussallaştırılmasının bir aracı haline gelir. Ama burada sorunlu bir yapı vardır. Elbette kişi yoksul bir kimse olarak buradaki eziyetin karşılığını öteki dünyada alacağını düşünebilir, ama onun bu dine ilişkin tercihi aslında kendi yoksulluğunun getirdiği psikolojik travmayı bir çözme girişimi de değil midir? Böylece dünyayı bir nevi yaşanabilir kılmaya çalışıyordur kendince. Öyle ya bu dünya da hiçbir nimetten yararlanamayan bir kimse kendisi için vaat edilen öteki tarafı ve oradaki zenginliği, mutluluğu, arzularını tam olarak yaşama istencine nasıl karşı çıkabilir? Bunu söylemek bir dinibütün için kışkırtıcı ve sinir bozucu gelebilir ama bekleyip bir de din açısından bakalım yoksulluğun nasıl bir sonuca götürdüğüne; iyi bir dinibütün nasıl olur acep?

Birincil bir cevap her dinde Tanrı’dan korkmaktan çok onu sevmek gerektiği ifade edilir. Peki, bu uygulanabilir midir? Hayır. Biliriz ki bu dünyada günah işlemenin yaptırımı öteki dünya da cehennem azabında kavrulmaktır. Bu yüzden de kişiye ‘Tanrıyı sev,’ demek aslında onlardan kork demekle aynı şey anlamına gelir ve kişinin dini aslında bir sevgi dini değil, zorunlu olarak bir korku dini olur. Ve korkan insan doğru kararlar veremez. Hep tedirgin, hep cezalandırma düşüncesi onu mantıklı seçimler yapmaktan alı koyar. Öte yandan toplum da birey karşısında tanrılaşır ve ona bunu yap, şuna inan, sakın yapma gibi emirler verir ve yapanlara karşı cehennemi aratmayacak yaptırımlar uygulanır. Peki, o halde sürekli korku paranoyasında olan kişi mi daha iyi bir dinibütün olur, yoksa korkulardan arınmış, salt sevgiyle bağlanan kişi mi?

Yine aynı yoldan sürekli yoksulluk içinde büyümüş, hayatı zindana dönmüş, hep acı çektiği için de kendini kutsanmış ve ödüllendirilmeye haiz bir insan olarak görünen insanın dini mi daha kuvvetlidir, yoksa yoksulluktan arınmış, ihtiyaçları tam olarak giderilen, kimseye muhtaç olmadan yaşayan kişinin dini mi daha kuvvetlidir? Kişi adeta dine inandığı zaman yoksulluk travmasını bir çözme girişiminde bulunuyor gibidir. İnsanın dine yoksulluk travmasının ertelenmesi ve umut için inanması ise o kişinin dinini aslında bir yoksulluk dini yapar. Yoksul kişi içsel bir imanla değil, karnını doyuran bu muhteremin iyi niyetine güvenerek dine yönelir. Salt tanrıya yönelmiş bir tanrı bilinciyle bezenmiş bir din değildir bu.

Bunun karşıtında ne yazık ki “zenginlik dini” bulunmaz. Yine biliriz ki zenginin dini de yoksunluklardan kurtulmasına rağmen hala bir yoksunluk dinidir ve mahiyeti altındakilerden nasıl daha fazla artı değer elde ederim, bu zenginliğimi nasıl bir süre daha devam ettiririm düşüncesinde hayat bulur. Onun dini de artık zenginliğini arttırma dini olur. Onun dini zenginleştikçe veya zenginliği dinleştikçe, mahiyetindekilerin dini de daha faza yoksullaşacak, dinin yoksulluğu ya da yoksulluğun dini olacaktır.

Hâlbuki tüm temel ihtiyaçları bir insan olarak karşılansa, artık dine bir yoksulluğun ussallaştırılması aracı olarak değil, tam bir inanç olarak yaklaşacaktır insan. Yoksulluktan kurtulduğunda ve tersi olarak zenginlikten kurtulduğunda, kapital biriktirme sevdasından kurtulduğunda, kişi bedensel kötürümlükten de kurtulmuş olur. Artık tüm dinler hakkında korkusuzca bilgi sahibi olmaya, bir yoksunluk olarak değil, giderilmiş ihtiyaçların sağlamlığıyla, “tam” bir insan olarak dine yönelmiş olur. İşte ancak bu anda kişi artık bu çeşitli dinler karşısında bir bağımsızlaşma yaşamış ve neyi seçtiğini bilir bir konuma gelmiştir. Artık bir din seçerse bu dini belli yoksunluklar, korkular ve empoze ile değil, kendi özgür bir seçimi olarak kabullenecektir. Bu ise her ne olursa olsun bir önceki yoksunluklar ve korkular yoluyla bir dine geçmeden kat be kat daha erdemli bir davranıştır. Öyle ya yoksunluklar içinde bir umut ve tutunacak bir yaşam dalı bulmak isteyen bir kişinin dini inancı mı daha kuvvetlidir, yoksa bu tür yoksunluklardan uzak birisinin dini inancı mı kuvvetli olacaktır. Birinci kişi zenginlik bulduğunda rahatlıkla dinden uzaklaşabilirken, ikincisi böyle bir şeye gereksinim duymayacaktır. Kişi korkulardan arınmış bir vaziyette, bilinçli ve mantıklı bir seçim yapacaktır ve bu da aslında o hep çokça iddia edilen “akıl dini” olma özelliğini daha gerçekleştirilebilir kılacaktır. Dinler ancak bu imkanları insana sunduklarında, ya da buna şiddetle karşı çıkmadıklarında bir “akıl dini” olabilirler.

Şimdi baktığımızda yukarıdaki sayılan ideal eğitim düzeni belki şöyle bir yargı uyandıracaktır; “Ütopya bu, olanaksız.” Şöyle denilecektir, “Ne yani, çocukları dinsiz mi yetiştirelim? Ben şimdi çocuğuma eğitim veremeyecek miyim?” Bu sorulara şöyle ya da böyle yanıtlar verilebilir ama burada gösterilmek istenen şey din ve vicdan özgürlüğünün asla salt bir dine inananın özgürlüğü olarak algılanmaması gerektiğidir. İnsanın inancını yerine getirmede özgür olması için o inanca sahip olmasının da özgürlüğü sağlanması gerekir. Bir kişinin din seçme özgürlüğü de korkulardan arınmış, yoksunluklardan silkinmiş biçimde dinlere karşı eşit mesafede, hatta onun dinsiz olma hakkını da kapsayacak biçimde, ona bu seçme gücünü verecek koşullarla birlikte sağlanmalıdır. Her şeyden önce süreç artık her yönüyle kötürüm haline gelmiş insanın en temel bedensel yoksunluklarından kurtulmuş olmasıyla mümkün olacaktır. Ama bugün tam tersi insanları kapitalist üretim çarkı içinde sömürü ilişkilerine ve adaletsiz gelir paylaşımı içinde sonsuz çalışmaya teslim edilmiş halde, “makine tanrı”ya ibadet eder halde buluruz. Kişi ofisteki dosyalara tutsak, işçi makinelere tutsak, kapitalist parasına tutsak, ebeveynler ailesine tutsak, birey topluma tutsak, hiç doyurulamayan ihtiyaçlarıyla eksik ve zayıf, her hakka parası olduğunca sahip “hak’sız bireylerle” baş başa kalırız. Koşullar onları özgürleştirmeye değil tutsaklığa yöneltiyordur. Tüm bu zaman içinde onun özgürleşmesi için gerekli tüm koşullar sağlanmış olması gerekir, ki bu koşulların sağlanması zorunluluğu olmazsa olmazdır. Kişi neyi seçtiğini tam bir bilinçle seçmelidir/bilmelidir; hatta seçmemelidir! Bunun için de onun belli bir yaşa ve erginliğe ulaşması gerekir. Tüm bu anlatılanlardan sonra, “Hayır, bu olmasın,” denilebilir, fakat bunu dediğimiz anda da aslında bir din ve vicdan özgürlüğünden bahsetmez, tam tersi kendi istediğimiz bir tutsaklıktan bahseder oluruz; yaşanılan kültür ve toplumun dinine tutsaklık, sömürüye tutsaklık! Körü körüne bağımlılık! Sorgusuz düşünceler. Salt itaate yönelmiş kafalar… O zaman da hakların kâğıttan kulesi yıkılıverir ve ortada hiç de “aklı hür vicdanı hür” insanlar kalmaz.

Kaynakça:
(1)     Georg Jellinek, L’Etat modern et son droit (Traduction française par Georges Fardis), Paris, M. Giard & E. Brière, 1913, Cilt II, s.51-57
(2)     İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 12, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi
(3)     İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 22, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi
(4)     İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 21, a bendi, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi
(5)     İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 18, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi
(6)     Sema Emiroğlu, ABD Kriz ve Din, 09.02.2009, http://www.bbc.co.uk/turkish/fooc/story/2009/02/090202_usa_religion.shtml

.Eleştiriler & Yorumlar

:: din nedir?
Gönderen: ilker uğurlu / , Türkiye
26 Kasım 2009
Din nedir? korku, korku, korku. gelecek korkusu, aç kalma korkusu, yaşlı biri iken sokakta kalma korkusu. korkan korkutana sığınır. din korkutur. korkan dine sığınır. Allah korkudan doğar. Allah korkutur. korkan ona sığınır. işte bakara suresinin ilk 90 ayetinde yazanların düz yazı şeklinde yazılmış anlaşılır hali. din kitabının orjinali tam anlaşılmaz, cümleleri devriktir. anlayamadığından daha çok korkar insan. Allah'ın sözleri sevginin değil korkunun sözleridir. aynı görev sizi de bekliyor... bilmediğimiz herşey sırdır bize. sırları açıklayan sırrı-akıldır. 2.bakara’da anlatılanlar 2İşte size kitapsa kitap. Çelişkisi, tutarsızlığı olmayan bir kılavuz. Tabi anlayana. 3Kimlerdir bu kitabı anlayabilenler söyleyeyim: Onlar istemeyi bilenlerdir, bulabildiklerini başkalarıyla paylaşanlardır. 4Onlar öncekilere ve şimdikilere söylediklerimin doğruluğuna inanıp zamansal ve hacimsel boyutlarını kaybettikleri zaman olacakları anlamış olanlardır. 5İşte bu kişilerdir içine sıkıştıklarını sandıkları sınırlarından kurtulanlar. 6Şu bir gerçek ki beni tam anlamayıp bana küfür eder gibi beni ve sözlerimi putlaştıranlar ne anlatırsan anlat tam olarak gerçeği anlayamazlar, gerçeklere, bilime,okuyup araştırmaya saygı duymazlar.Benim dediklerime inananlara bir gerçeği daha söyleyeyim bu bana inanmayanların gözleri ve kalpleri kördür, sizler ne yaparsanız yapın onları değiştiremezsiniz. Ama bunu benim sözlerime inanalar kendilerine dert edinmesinler çünkü ben diğerleri için korkunç acılar planladım. Bir de benim sözlerime inananları uyarmak isterim bazı kişiler benim sözlerime inandıklarını olduklarını söylerler ama yalandır bunlar. Bu bazıların iki cinsi vardır. 1- Beni kandırıp onlara tattıracağım acılardan kurtulmayı planlayanlar 2- Sizleri kandırıp benden uzaklaştırmayı planlayanlar. Ama ben bu kişilerin kimler olduğunu çok iyi biliyorum. Onlar için daha farklı çok güzel acılar planladım. Bu kişileri tanıyabilmeniz için size bazı ipuçları vereyim. O kişilere toplumda huzursuzluk yaratmayın dediğinizde, ( huzursuzluktan kastım benden uzaklaşırsanız karşı karşıya kalmak zorunda olacağınız belirsizlik ve korku hisleridir) onlar size tam tersine biz barıştan başka bir şey istemiyoruz diye cevap verenlerdir. Bu kişilere dikkat edin onlar bozgun demektir. Eğer onlara bırakın bu işlerle uğraşmayı siz de bizim gibi inanın ve kurtulun dediğinizde biz de kafasını, beynini hiç kullanmayan zavallılar gibi mi olalım yani derler. Halbuki kafası çalışmayan zavallılar varsa işte onlar tam da bu kişilerdir. Bu kişiler benim samimi taraftarlarımla karşılaştıklarında bizde inanıyoruz derler ama gerçekte kendi kendilerine kaldıklarında bilinçli bir şekilde şeytana inanırlar. (şeytan lafını duyduğunuzda bile korkmanız gerekir, şeytanın tarafında olanlardan da korkmanız gerekir yani bu kişilerden de korkmanız nefret etmeniz gerekir.) Ben her şeyi görebildiğim için (yani hepsinin evine gizlenmiş bir tele-kulak, gizli kamera, gizli telefon dinleme uzmanı ve tüm gizli casusluk tekniklerine sahip biri gibi olduğum için) size buradan söyleyeyim bu kişiler kendi aralarında iken hepinizle alay ediyorlar. Ama ben hepsinin neler yaptığını ne düşündükleri bildiğim için onlara şöyle bir oyun oynuyorum. Onları kendi azgınlıkları içinde bocalayıp duracak bir şekle düşürüyorum ve birbirlerine düştüklerini görüp seyrederek gerçekte ben onlara gülüyorum, ben onlarla alay ediyorum. Bakın bunlar ve bunlar gibi olanların hiçbir işi yolunda gitmez benden uyarması. Bu kişiler bir hareket başlatmak istediklerinde bu hareket ters teper ve bu hareket taraftarlarımın hareketine dönüşür. Onlar karanlıkta yollarını bulabilmek için bir ateş yaktıkları zaman aydınlık daha hemen yanlarındakilere ancak ulaşırken ben ateşlerini geri söndürürüm böylece onlar tekrar karanlıkta kalırlar, hiçbir şey göremezler. Onları düzeltmek için boşu boşuna uğraşmayın onlar kör ve sağır olmuşlardır bir kere. Onlar inatçıdırlar, onları kendi yollarından döndüremezsiniz. Bu kişiler ve bu kişilerden yana olanlar, olmaya başlayanlar şu durumdadırlar; şiddetli yağmur altında kalmış gök gürlemelerinden ve güçlü şimşeklerden, yıldırımlardan korkan zavallılar gibidirler, her yerlerini kaplayan ölümden yani yağmur damlaları gibi onları kuşatan benden korkarlar, korkmalıdırlar. Onlar fırtınada dışarıda kalmışlardır kaçamazlar. Şimşekler bana aittir. Şimşeklerim öyle güçlüdür ki gözlerini yakacak kadar parlaktır. Ancak bu şimşeklerin ışığı altında bir iki adım atıp kaçmaya çalışırlar ama şimşekten sonra gelen karanlık öyle derindir ki çoğunlukla oldukları yere çakılı kalırlar. Aslında istesem şimşeklerimle onların gözlerini de yakar kör edebilirdim. Gök gürlemelerimle onları sağır edebilirdim. Ben istersem her şeyi yaparım. Şimdi bu dediklerime inananlar hepinizi ben yaptım bana karşı borçlusunuz hem bundan dolayı hem de sizlerin de canınıza okumamı istemiyorsanız bundan sonra ben ne istiyorsam onları yapın ki benden ve sizlere çektirebileceğim acılardan korunabilesiniz. (Sizleri benim sözlerime inanmayanların yalan dolu kandırmalarından da koruyacak olan da yine benim.) Bakın ben koskoca yeryüzünü sizin için basit bir döşek olsun diye yaptım. Koskoca uçsuz bucaksız göğü üzerinize basit bir örtü olsun diye yaptım. Sizlere çok değer verdim. Yağmurları yiyeceklerinizi büyütebilesiniz diye yolluyorum. Bunları artık bildiğinize göre bir daha benim karşıma sakın bunları açıklayan başka şeyler çıkarmayın. (Başka türlü açıklamalara itibar edip de bana karşı nankörlük etmeyin. Çünkü ben sizler için çok şeyler yaptım) Burada yazılanlara inanmayanlar şimdiki sözlerim sizlere. Eğer içinizde hala bir parça dürüstlük kaldıysa o zaman bana bunun gibi etkileyici, inandırıcı, güçlü başka bir şeyler yazıp getirebiliyorsanız getirin ki bu kitabın Allah’tan gelmediği konusunda bir ilerleme kaydedebilin. Hatta gelirken yanınızda kendi taraftarlarınızı, uzmanlarınızı da getirebilirsiniz. Ama eğer böyle bir şey getiremiyorsanız yakıtı insan olan o ateşi bilesiniz ki tam da sizler için yaktım. Cehennem sizleri burada bekliyor. Ama benim sözlerime inanalar, sizler sakın korkmayın. Sizin için çok güzel yerler, cennetler hazırladım. Oradaki meyveleri tattığınızda aaa bunlar bizim yeryüzünde en çok sevdiğimiz yiyecekler diyeceksiniz. Ayrıca bir sürprizim daha var; orada sizleri çok güzel kadınlar bekliyor. Hem de süresiz sonsuza kadar milyar kere milyar yıl, trilyonlar kere trilyon yılın bile ifade etmekte yetersiz kalacağı kadar sonsuz bir süre orada kalıp bunları yiyip içip, bu kadınlarla birlikte olabilirsiniz daha doğrusu gidebileceğiniz başka da bir yer olmayacağı için hep bu güzel yerde kalacaksınız. Hepsini de sizler için yaptım. Sizleri bir şeyi dikkat etmeniz için uyarıyorum. Bakın değil küçücük bir sivrisineği onun bile üzerinde yaşayabilen daha da ufak, ufacık canlıları bile ben yaptım. Benim sözlerime inananlar bunu görünce bana daha da çok inanırlar ama diğerleri bunları açıklayan başka şeyler anlatırlar. Aslında onların bunları yalan yanlış başka türlü açıklamalarını bile ben sağlıyorum. Yolunu kaybetmiş bu kişilerin daha da yollarını kaybetmelerini sağlıyorum. Ama ben yalnızca kaybolmuşların yollarını daha da dolandırırım. Bir de bizden olup sonradan yolumuzdan dönenler vardır. İşte onlar bizim ağır ağır inşaa ettiklerimizi yıkmaya çalışırlar. Ama onlar da hüsrana uğrayacaklar. Ya siz beni nasıl inkar ediyorsunuz, nasıl bana nankörlük ediyorsunuz? Siz hepiniz ölüydünüz, yoktunuz sizleri ben canlandırdım ben yaptım. Şunu bilin ki sizleri yine ben öldürüp yine ben canlandıracağım. Benden hiçbir zaman kaçamayacaksınız. Ben yeryüzünü sizler için yaptım. Sonra saltanatımı yedi kat gökyüzüne yerleştirdim. Ben alim’im. Ben her şeyi çok iyi bilirim. Bir gün meleklere ben yöneticilik yapsın diye bir insan atayacağım dediğimde onlar bana nasıl olurda bozgunculuk, yağmacılık yapabilen, kan dökmeyi bilen bir varlık cinsinden birini dünyaya yönetici atayabilirsin diye sordular. Bizler seni hepsinden çok sayıyoruz dediler. Bense onlara ben sizlerin bilemediği daha bir çok şey biliyorum dedim. Sonra Adem’e bir çok şey öğrettim (Adem’e öğrettiklerim meleklerin benden saklamaya çalıştıkları benim bilmediğimi sandıkları şeylerdi). Ardından meleklere hadi bana Adem’e öğrettiğim-gösterdiğim bilgilerden bazılarını bana söyleyin dedim. Onlar bana bizim senin bize öğrettiklerinden başka bilebildiğimiz başka hiçbir şey yoktur, sen her şeyi bilirsin, bilge, alim olan sensin diye cevap verdiler. Sonra Adem’e döndüm Adem öğrendiklerini meleklere de anlat dedim. O da bunları (meleklerin kendilerinden başka kimsenin bilmediğini sandıklarını) anlatınca meleklere gördünüz mü ben her şeyi bilirim. Açıkça yaptıklarınızı da benden saklamaya çalıştıklarınızı da ben çok iyi biliyorum dedim. Meleklere bundan sonra Adem’i de kendinizden üstün bilin dedim. Şeytan dışında meleklerin hepsi Adem’i kendilerinden üstün bildiler ama şeytan buna yan çizerek kibre sapmış nankörlerden olmayı seçti. Sonra Adem’ e eşinle birlikte seni ve toplumunu cennete koyuyorum. Güzel güzel orada yaşayabilirsiniz. Canınız neyi yemek istiyorsa yiyin için ama şu ağaca pek yaklaşmayın yoksa kötülerin yoluna sapabilirsiniz dedim. Ama şeytan onların bazılarını kandırarak bir süreliğine cennetten dünyaya uzaklaştırılmalarına sebep oldu. Onları oraya gönderirken birbirlerine düşmanlık edebilecek şekilde ayarlama yapılarak (ben birbirlerinize düşmanlık edin diyerek birbirlerine düşmanlık etmelerini telkin ederek ayarlama yaptım) dünyaya gönderildiler. Dünya onlar için bir bekleme ve dünya nimetlerinden faydalanma yeri olarak planlandı. Bunun üzerine Adem benim ona öğrettiğim bazı şeyleri söyleyerek benden af diledi. Sonuçta ben affetmesini de bilirim. Sonra yaptığım tüm insanlara hadi bakalım hepiniz sırasıyla aşağıya, dünyaya gidin ve benim size yollayacağım yol gösterişi bekleyin, bulmaya çalışın, bu yola uymaya çalışın dedim. Bu yolu bulur da yola uygun davranırsanız, yola uyarsanız ondan sonra artık dertlenmenize, kederlenmenize gerek kalmayacaktır dedim. Yola uyanların başına daha başka sorunlar açılmayacağını, açmayacağımı söyledim. Ama benim bu yol gösterici, uyarıcı sözlerimi dikkate almayanlar, bana karşı nankörlük yapanlar onlar için hazırladığım ateşin en sıkı dostları olacaklar sürekli sonsuza kadar bu ateşin içinde kalacaklardır. Ey İsrailoğulları size lütufta bulunarak verdiğim nimetleri hep aklınızda bulundurun; bana verdiğiniz sözü tutun ki bende karşılığında size vaat ettiğimi yapayım. Ve yalnız benden korkun. İçinizdeki beni doğrulayıcı olarak bulunan kişiye inanın. Onu ilk inkar eden siz olmayın. Benim sözlerimi az bir bedel karşılığı satmayın. Ve yalnız benden sakının. Beni batıl inanışlarla, saçma ve tutarsız düşüncelerinizle kirletmeyin. Gerçeği bildiğiniz halde gizliyorsunuz. Dua edin, insanlara yardım edin, diğer bana uyanlara uyun. İnsanlara dürüstlüğü hedef gösterip, sonra kendinizde mi özünüzü unutuyorsunuz. Üstelik bu sözlerimi de okumuş kişilersiniz. Hala aklınızı kullanmamaya niyetli misiniz? Sabredin ve duaya sarılarak yardım dileyin. Ama hiç kuşkum yok ki bunları yapmak benden korkmayanlara çok ağır gelir. Benden korkanlar bir gün bana kavuşacaklarını düşünürler ve bir gün kesinlikle gerçekleşecektir. Ey israiloğulları size bağışladığım nimetimi ve sizi herkesten üstün kıldığımı unutmayın. Ve gelecek olan o son günden korkun, çekinin, o gün hiç biriniz diğerine yardım etmesine izin verilmeyecek. Hiç biriniz diğeriniz için bir iyilikte bulunamayacaksınız. Şunu da unutmayın ki sizleri firavundan da ben kurtardım. Onlar size en çirkin kötülükleri yapıyorlardı. Erkek çocuklarınızı öldürüyorlardı, kadınlarınıza tecavüz ediyorlardı, o şekilde yaşamalarına izin veriyorlardı. İşte aslında masum insanların duyduğu bu büyük acılar benim onları test etmek için yaptığım bir sınavdı. Sonra firavun hanedanını ikiye böldüğüm denizin içinde boğmuştum. Bunu herkes görmüştü. Ve Musa ile kırk gece için anlaşmıştık ama bunun ardından insanlar yani sizler bir buzağıyı, ineği kendinize tanrı saymıştınız. İnsanlar kendi onurlarına zulüm etme yoluna sapmışlardı. Ben ise belki düzelirsiniz diye yine de sizi affetmiştim. Birde iyinin güzelin ne olduğunu anlayın diye size Musa’yla bir kitap ve doğru ile yanlışı anlamanızı sağlayacak bir mesaj göndermiştim. Musa toplumuna insanlar buzağıyı taparak kendi onurunuza ihanet ediyor, zulmediyorsunuz. Bari şimdi bundan vazgeçin, egolarınızın sizi kullanmasına izin vermeyin. Hatadan vazgeçmeniz Tanrı’nın gözünde iyi bir şeydir. O sizleri affeder demişti. Bunun üzerine bazıları Musa’ya biz Tanrı’yı görmeden ona inanmayız demişlerdi. Tam bu sırada onları yıldırım çarpmıştı ve diğerleri de olup biteni öylece izliyorlardı. Ardından ölenleri tekrar dirilttim ki benden az önce söyledikleri için af dileyebilsinler. (hem de bu kişiler topluluk önünde af dilerse diğerleri de hayli hayli bana inanırlar diye) Bu da yetmedi gölge yapsın diye üstünüze bulutlardan örtü yaptım. Onlara helva ve bıldırcın yemeği gönderip en güzel yemeklerden verdim. Onlar bir buzağıya inanarak bana değil kendi benliklerine ihanet ve zulüm ettiler. Onlara şuradaki kente gidip dilediğiniz yerde bulduğunuz her şeyi yiyebilirsiniz, yalnız kentin kapısından içeri girerken benden af dileyin yeter dedim. Ben hatalarınızı bağışlarım, hatta daha fazla şeylerde veririm. Ama onlardan biri benim sözlerimden bazılarını değiştirerek yaydılar. Bende bunu yapanların kötülüklerine karşı gökten bir pislik gönderdim. Bir gün Musa toplumu için su istemişti bende ona şu önündeki taşa değneğinle vur demiştim. O taşa vurunca taştan 12 göz su fışkırmıştı. Her grup kendisine bir su gözü seçip sahiplenmişti. Bu suyu o insanların bir daha bozgunculuk yapmamaları için vermiştim. Bunun üzerine onlar verilen su ile yetinmeyip benden bakla, acur, sarımsak, mercimek, soğan v.b. şeyler de istediler. Yetinmeyi bilmediler. Daha sonra isyan ettikleri için, benim sözlerimi tanımadıkları ve sözlerimi iletenleri öldürdükleri için gazabım üzerlerinde oldu ve süründüler. Şunu bilmeniz gerekir ki benden taraf olanlar, onları ölümlerinden sonra sorgulayacağıma ve bu sorgu korkusu yüzünden barışa yönelik işler yapanlar ödüllendirilecektir ve onların öldükten sonra başlarına gelecekler için korkmalarına ve tasalanmalarına gerek yoktur. Daha öncede siz insanoğullarından bazıları üzerlerindeki öfkemi kaldırmam için yapacaklarına dair bana söz vermişlerdi. Onlara gönderdim şeylere sıkıca sarılmalarını ve bunlar sayesinde her daim beni hatırlamalarını, benim öğrettiklerimi arka arkaya tekrar etmelerini ve bu sayede yanlış yola sapmaktan sakınabileceklerini hatırlatmıştım. Ama siz insanoğulları verdiğiniz söze rağmen bana sırt çevirmiştiniz. Yine de ben çok merhametli olduğum için çok ileri gidip de çok fazla hüsrana uğratmamıştım insanları. Bakın çok kesinlikle ve çok kızgınlıkla o zamanki insanlara cumartesi günleri azgınlık yapanların kimler olduğunu hepiniz çok iyi biliyorsunuz bu yüzden sizleri aşağılık birer maymuna çeviriyorum dedim. Bu ceza hem o çağda hem de şimdi yaşayanlara ibret olmalıydı. Musa’ya toplumuna benim için bir inek kesmelerini istemesini söylemiştim. Toplumu sen bizimle alay mı ediyorsun? Niye ki? Diye sorduklarında Musa ben de sizin gibi cahil olmak istemiyorum ve duruma düşmemek için Allah’ın bana yardım etmesini umuyorum demişti. Karşısındakiler bu ineğin hangi inek olduğunu, nasıl bir şey olduğunu söylemen gerekiyor demişlerdi. Musa’da onlara inek ne yaşlı nede çok genç orta yaşlı bir inek dedi. Sonra ne renk bir inek olduğunu sordular. Kesilmesi gereken parlak renkli sarı görenlerin baktıkça bakası gelen güzel bir inekti. Tamam da burada ona benzer bir sürü inek var, içlerinden hangisidir diye sordular. Kesilecek ineğin yetiştirme bir inek olmadığı, hep özgür yaşamış, boyunduruk yememiş, toprak sürmekte, ekin sulamakta hiç kullanılamamış bir inek olduğu söylendi. Ve en sonunda topluluk ikna oldu da dediğimi yapıp ineği kestiler. Neredeyse dediğimi yapmıyorlardı. Bu ineği aslında şu sebepten kesmelerini istemiştim. Bu topluluğun içinden bilinmeyen bazıları bir adamı öldürmüşlerdi ve birbirleri ile bu yüzden tartışıyorlardı. Normalde ben onlara bildiklerimi söyleyip, onların sakladıkları gerçekleri ortaya çıkaracaktım ve daha beter birbirlerine düşeceklerdi. Ama onlardan kesilen ineğin bir parçası ile ölü adama vurmalarını istedim bu sayede adam tekrar dirildi. Bu benim ölüleri nasıl tekrar diriltebildiğimi gösteren bir olaydı. Bu olay sayesinde insanlar şunu anlamalılar. Eğer insanlara söylediklerim onlara saçma bile gelse yaparlarsa akıllarını çalıştırmış, kullanmış olurlar. (Yani aklını kullanan bir kişi Allah’ın dediklerime sebebini anlamasa bile, körü körüne uymanın kendi iyiliği için en doğrusu olduğunu anlamalıdır.) Daha sonra o insanların tekrar eski hallerine döndüler. Taş kalpli insanlar. Unutmayın ki bazı taşlar vardır çok serttir bazılarının ise içlerinden sular fışkırır işte bunun gibi bazılarınızın içlerindeki bana karşı olan korku aynı bunun gibidir. Taşı bile çatlatıp fışkırır gibi korku fışkırır. Ama benim sözlerime inanmayanları siz ikna edebileceğinizi mi sanıyorsunuz. Bunlar benim sözlerimi dinleyip ardından tahrip ederler. Benim sözlerime inanmış olanlarla karşılaştıkları zaman size biz de inanıyoruz derler ama baş başa kaldıkları zaman Allah’ın taraftarları kendilerine söylenenleri Allah katına vardıklarında inançlarının kanıtı olsun diye durmadan tekrar etmekten başka bir şey yapmıyorlar, bu kişiler hiç mi akıllarını kullanmazlar derler. Ama bilmiyorlar ki ben herkesin açıklarını da, saklamaya çalıştıklarını da çok iyi biliyorum. Bende içlerinde söylediklerimin anlamını bilmeden anlamsızca tekrar eden, yanılgıya düşmüş insanlar olduğunu iyi biliyorum. Yazıklar olsun ki bazıları benim sözlerimi farklı anlatırlar sonra da Allah katında bunlar böyle olsun isteniyor diye kendi çıkarlarına kullanırlar. Onların bundan elde ettikleri için tekrar yazıklar olsun. Onlar sanıyorlar ki bana inandıkları ama bazı ufak kötülükleri için bir miktar sayılı gün kadar cehennem cezası alıp yine cennete geri dönecekler. Onlar benden bunun için bir söz mü almışlar acaba. Böyle bir söz verdiysem tutarım tabi ki ama yoksa onlar benim söylemediğim şeyler mi söylüyorlar. İş hiçte öyle sandıkları gibi değil. İçleri kötülük ve çirkinlikle dolmuş, suçları her yerlerini kuşatmış bu kişiler için ateş sürekli olacaktır. İçinde sonsuza kadar kalacaklardır. Barış ve iyilik yönünde hareket edenler ise onlar da cennette süresiz sonsuza kadar milyar kere milyar yıl, trilyonlar kere trilyon yılın bile ifade etmekte yetersiz kalacağı kadar sonsuz bir süre yani sonsuza kadar kalacaklardır. İsrailoğulları bana söz vermiştiniz. Benden başkasına inanmayacak tek güç olarak beni tanıyacaktınız. İnsanlara güzelliklerden bahsedecektiniz. Dua ve yardım edecektiniz. Yinede bu sözden sonra pek azınız hariç hala hepiniz değişmediniz. Bana birbirinizin kanını dökmemeye ve birbirinizi yurtlarından etmemeye söz vermiştiniz. Ama bakıyorum da hala biribirinizi öldürüyor, yurtlarından ediyor, istemedikleriniz için kötü olanlarda danışlı davranıyorsunuz. Size bunları yasakladığım halde yapmaya devam ediyorsunuz. Siz benim sözlerime nasıl inanıyorsunuz, bir kısmını kabul edip bir kısmına uymuyorsunuz? Böyle davrandığınız için dünyada sizi rezil bir hayat bekliyor. Ama esas önüme geldiğinizde cezalarınız verilecek, her ne yapıyorsanız benim hepsinden haberim var unutmayın. Ve unutmayın bu gün için yaşadığınız hayatı gelecekte yaşayacağınız cezaların karşılığında satın almaktasınız. Böyle olanların cezalarını ne hafifleteceğim ne de yardım almalarına izin vereceğim. Ben Musa’ya kitap verdim ardından başka adamlarda gönderdim, seçtim. İsa’yı seçtim. Ama sizler işinize gelmeyen bir şeyler oldu mu ya büyüklük tasladınız ya da yalanladınız. Hatta bazılarını öldürdünüz. Sebebini öğrenmek isteyenlere bizim kalplerimiz kabuk tutmuş diyorsunuz ama işin gerçeği öyle değil. İşin gerçeği yaptıklarınız yüzünden ben onları lanetledim isteseler de artık çok azı bana geri dönebilirler. Ben onlara doğru bildikleri bir konuda hem fikir olan kitaplar gönderince bunu bana karşı olanların haklılığının bir işareti olarak algılayıp gönderdiklerimi kabul ettikleri halde, onların da çok iyi bildikleri yanılgılarını anlattığım zaman tüm bu gönderdiklerimi ve beni inkar ederek iki yüzlülük yaptılar. O iki yüzlü yalancıları lanetliyorum. 90




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Işık Hızını Geçmek Mümkün Mü?
Tırnak Yeme Meseli
Yalnızlık
Mutlu Bir Evlilik İçin 4 Altın Kural
Yaşamın İplikleri
Bay Meursault Gibi Yaşamak
Bağımsızlık
Sevgi

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Seni Düşünmek [Şiir]
Yüzyıllık Yalnızlık [Şiir]
Kan (At) Lı Geceler [Şiir]
Hedef [Şiir]
Mahpus [Şiir]
Yeşil Canavar [Öykü]
Utanç [Öykü]
Günün Sonuna Yolculuk [Öykü]
Dalgakıran [Öykü]
Ölüm Döşeğinde Puslu Aşka Keşfi (2) [Öykü]


Mikail Boz kimdir?

Mikail BOZ

Etkilendiği Yazarlar:
N. Gogol, F. Kafka, J. M. Coetzee, L. F. Celine, M. Proust, A. Camus


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.