Eğer bir kelebeği sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir. -Antonie de Saint-Exupery |
|
||||||||||
|
Bununla birlikte hak kavramı ve onun tarifindeki bazı kavramlara baktığımızda bazı sorunlarla karşılaşırız. Örneğin “doğuştan” kavramı: Yani, kişinin bu temel haklara doğduğu andan itibaren sahip olması düşüncesi... Bunda öncelikle iyi niyet vardır, çünkü haklara hiçbir koşul ileri sürmeden sahip olmamızı ifade eder. Doğuştan, saf, evrensel, mutlak bir eşitlik çehresine işaret eder bu. Ancak aynı zamanda bu kavram hakların doğasına, onların edinilmesine de bizleri yabancılaştırır. Doğuştancılık o kadar zikredilir olmuştur ki artık hakların kökü nereden gelmektedir bizi pek de ilgilendirmez olur. Zira bu hakların hiç de bildirgelerde dile geldiği gibi doğuştan, kutsal, sırf insan olma vasfından türeyen, kendiliğinden, insanların üzerinde bir haklar olmadığı açıktır. Çünkü insanlığın kendi tarihi de bu haklara sahip olma mücadelesinin izlerini taşır ve geçmişe gittikçe örneğin özgürlükten, eşitlikten, yaşam hakkından söz edilemediğini görürüz. Tarihsel akış haksızlıktan hakka doğru bir akış gösterir. Örneğin 18. YY bildirgeleri de ilki İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşından, ikincisi ise krala ve feodalizme karşı burjuvazi ve işçilerin bir direnişiyle gerçekleşmiştir. Öte yandan hak nasıl ortaya çıkmıştır sorusuna verilecek kısa ve öz bir cevap haksızlıktan olduğudur. Her daim sosyal bir varlık olan insan, var oluşunu yanındaki insanlarla birlikte yaşamaya, birlikte hareket etmeye, üreme, barınma, korunma gibi ihtiyaçlarını hep birlik içinde hareket ederek sürdürebileceğini ta tarih öncesinden fark etmiştir. Ve ilk klanlarda dahi en azından klan içerisinde yaşayanlardan bir diğerini öldürmesi cezalandırılması gereken bir davranış olarak ele alınmıştır. Burada sınırlı da olsa bir yaşam hakkı söz konusu olmuştur ve bu da doğuştan olmayla değil, klan üyelerinin kendi bireysel çıkarlarını ve güvenliklerini, toplumsal çıkarda ve güvenlikte bulmasından kaynaklanmaktadır. Giderek de üretim teknolojisi geliştikçe, sınıfsal katmanlar oluştukça, yani eşitsizlikler arttıkça ve çatışmalar güçlendikçe; örneğin zengin derebeyi mülkiyet hakkından bahsederken, yoksul serfler de aç kalmama hakkından söz eder olmuşlardır. Yani pek çok durumda olduğu gibi insan sahip olduğu bir şeyin değil, sahip olamadığı bir şeyin hakkından söz etmiştir. Bugün sağlık hakkından en fazla bahsedenler aslında bir şekilde bu haktan uzaklaştırılmış, sağlıksızlığa mahkûm edilmiş kişiler değil midir? Böylece hak denilen tüm şeyler insanın adı bilinmez bir şekilde gökten zembille inen değil, uğrunda pek çok insanın ölümü göze alıp savaştığı bir mücadeleden kaynak bulmuş ve kültürle korunarak günümüze kadar gelmiştir. Yani haklar doğuştan sahip olunarak var olmasa da, bir mücadele ile, azim ile ve belki de insanda var olan sürekli özgürlük istencinden kök bulan bir yerden kendine bir yol açıyor. Böylece hakların niteliklerine bakıp, hak kavramının nereden türediği ve nasıl yerleştiğine değindikten sonra bugün de çokça tartışılan ve aralıklarla Türkiye gündeminde yer edinen bir hakka, din ve vicdan özgürlüğü hakkını sorgulamaya ve araştırmaya çalışalım. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bu hakkı şöyle tanımlar: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.” (5) Yani bu hak kişinin başkalarının haklarına tecavüz etmeden (salt din açısından ele alırsak) özgürce bir dine bağlanmasını ve onun gereklerini yerine getirmesini ifade eder. Jelinek’in sınıflandırmasında bu hak negatif statü haklarına girer; yani kişinin korunacak hakları olarak belirir. Bu hak da yine doğuştan bir hak olarak ifade edilir, bu da kişinin doğduğu andan itibaren bir dini inanca sahip olduğu fikrinden ileri gelir. Ve yine bu hak garip biçimde aileye kendi çocuklarına kendi dinlerini öğretmeleri hakkını da içinde saklar. Öncelikle doğuştan gelme özelliği kanımca din için kullanılması güç bir tanımdır. Çünkü doğan bir bebek kendisini aslında bir dini inanca atfederek ve onun bilincinde olarak doğmaz. Zira Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Budist bir bebekten söz edilemez; bebek herhangi bir dini inançtan, onun gereklerinden bağımsız doğar. Ancak “Hıristiyan, Müslüman, Yahudi veya Budist bir ailenin bebeğinden” söz edebiliriz. Yani bebeğin dini denilen şey aslında onun ailesinin dinidir. Ve bebek tümüyle içinde doğduğu aileye bağımlı bir şekilde doğar, o ailenin yaşadığı kültürün de etkisi altında yaşar. İşte hemen her bildirge de hak olarak ifade edilen şeylerin en önemli eksikliği aslında doğduğu andan itibaren bağımlı olarak doğan (ve uzun süre bağımlı kalacak olan) bir varlığa sanal bir özgürlük ve bağımsızlık atfetmesi ve aslında bir tercihin ürünü olan bir tutumu, özgür olamayan bir varlığın özgür seçimi gibi sunmasıdır. O zaman soru şudur; yaşadığı aile ve kültüre zorunlu bağlarla bağlı olan bir insan, yine o kültür ve aile baskısının altında iken, kendisine söylenenleri bir yaşama tavrı olarak ezberleyip öğrenirken, nasıl özgür bir seçim yapabilir? Yine bu yoldan örneğin reşit olup 18 yaşını doldurmuş birisi özgür olmadan edindiği dini bir tercihin üstüne nasıl çıkacaktır? Zorunlu olarak ailesinden görüp kabullendiği dini inancın gereklerini yerine getirmesi, hele hele pek çok dinde o dinden dönmek idamı gerektiriyorsa, nasıl din ve vicdan özgürlüğünden söz açılabilir? Birinci olarak kişi kendi dinini özgür biçimde seçememiştir. İkincisi onun hakkında nesnel ve değerlendirilebilir bir bilgiye değil, tartışmadan uzak, iman etmesi gereken bir bilgiye sahiptir. Üçüncüsü dine karşı bir tutum geliştirmesi güçtür, çünkü din toplumun dini de olduğu için bir dinsizlik hali toplumdan dışlanmayla, ya da içte gizlenip içsel bir gerilimi taşımayla sonuç bulacaktır. Bu bahsedilen özellikler bir dinibütün için garip gelebilir; çünkü kişi bunları hiç sorgulamadan sahip olmuştur. Sorgulanmadığı için de doğal görünür. Öte yandan kendi çocuğuna kendi dinini ”empoze hakkı” her ailede doğalında yer edinmiş görünse de, bu da aslında her daim insanlarca bilinip, yayılmak isteyen dinlerin içsel bir sorunudur. Örneğin İslam başka dine mensup insanların İslam’a dahil olmasını cihat olarak bir görev sayarken, kendinden başka dine geçişleri bir ölüm sebebi sayar. Başka dine mensup kişilere İslam’ı aktarmak onlara doğruyu buldurmakla aynı şey gibi görünür; Fransa’da yaşayan bir kişinin Hıristiyan dogması olmadan eğitilmesi İslam tarafından istenir, kişinin İslam hakkında da bir bilgi sahibi olup bir seçim yapması doğru bulunurken, tersi bir durum reddedilir. Çünkü öteki dinler yanlış, küfür olarak nitelenen bir bilgiyi ve imanı öğretiyorlardır. Onlar yanlış, İslam doğrudur. Bebeklikten itibaren Hıristiyanlıkla yoğrulan Avrupalı kafalar İslam’ın bilgeliğini göremiyor, göremedikleri için de hakça yolu seçemiyordur. Aynı şekilde bir Katolik için de bu böyledir. Onlara göre de Müslümanlar kâfirdir. Mollalarca, imamlarca, köktenciler tarafından yanlış bir şekilde, terörize bir zihniyetle yetiştiriliyor, sevgisizlik içinde büyütülüyordur ve onlara gerekli olan İsa’nın sevgisidir. Onların İslam dışında farklı dinleri de öğrenip doğru yolu görmeleri gerektir. Bu yolla misyonerlerini kendi dini inançlarını yaymak üzere “kafirlerin” üzerine gönderirler. Onlara farklı ve daha “doğru” inançların gösterilmesi gerekir. Tabi bu Hıristiyanlar için geçerli değildir, onlar zaten doğruyu bulmuştur. Hatta belli ölçülerde onları bu farklı sapkın düşüncelerden korumak gerekir. Yani biraz, “Her din kendine Müslüman”dır. Yani insanlar doğduklarında umut vaat edici ve ideal anlamda eşit doğsalar ve pratikte bazılar daha eşit olsa da, insan özgür doğmaz. Tam tersi alabildiğine bağımlı doğar ve onun yaşamı aslında bir özgürleşme sürecidir. Yaşadığı çevreyi anladıkça, nasıl işlediğini gördükçe, kuşkucu ve felsefi bir tavır geliştirdikçe, ona müdahale ettikçe, ilmik ilmik işledikçe insan özgürleşebilir. Böylece diyebiliriz ki din ve vicdan özgürlüğü mutlaktır ve olması birey açısından devredilemez bir haktır, ancak bu hak dine karşı da bir özgürleşme olmadığı takdirde gerçek anlamını asla bulamaz. Kişilerin bir dine nasıl ve ne tür biçimde mensup olduğu tartışılıp, soruşturulmadan bir din ve vicdan özgürlüğü de olamaz. Din ve vicdan özgürlüğü edinilmiş olanın, yani bir dini inanca sahip olanın hakkı olarak benimsendiği takdirde, yani kişinin o dini inanca nasıl sahip olduğunu ve dine karşı da bir seçme özgürlüğünü içermediği takdirde aslında bir din ve vicdan özgürlüğünden söz etmek güçtür. Peki, gerçek bir din ve vicdan özgürlüğü nasıl bir kimsede gerçekleşebilir? Bunun için belki bir ideal insan formundan örnekler verebiliriz. Öncelikle kişinin doğduğu anda bir dine mensup değil, dini açıdan bir “tabula rasa” olarak doğduğunu kabul etmeliyiz. Bir aile, bir toplum dini olsa da kişi bunlara karşı bağımsız olmalıdır. Aldığı eğitim gelişme ödevleri olarak ifade edilen ve her yaş dönemleri için edinilmesi gereken bilgi ve becerileri tam bir şekilde edindiği bir süreçte gerçekleşmelidir. Daimi çocuk filozofluğu ürünü sorulara açıkça cevap verilebilmeli ve kişinin karakter geliştirmeye aday bir insan olarak özgürleşmesi, yaşadığı kültüre ve aileye karşı da sağlanmalıdır. Aile çocuğu bir şeyler empoze edeceği bir nesne olarak değil, kendi özgülünde gelişmeye hazır içsel bir güce ve yeteneğe sahip gibi görmelidir. Çocuk tüm eğitimi boyunca modern bilimin sunduğu bilgilerden yararlanmalı, yaşadığı çevreyi sorgulayan bir birey olarak kendini geliştirebilmelidir. Öte yandan kişi yoksunluk ve en temel bedensel ihtiyaçlara uzak olmamalıdır. Aç, hasta bir insan asla özgür olamaz. Bu çok önemlidir, zira pek çok dine baktığımızda ve o dinlere yapılan temel eleştirilerden birisi, dinin insanların yoksulluklarını bastırmaya sağlayan bir araç olarak kullanılmasıdır. Pek çok araştırma göstermiştir ki radikal dini akımlara katılmanın en önemli sebebi yoksulluk olduğu gibi son ekonomik krizle birlikte Amerika’da kiliseye giden insanların sayısında birkaç kat artış tespit edilmiştir. (6) Pek çok tarikat insanları yoksulluklarından yakalar, onları doyurur. Her muhterem zengin aç insanlara yemek dağıtarak onların gönüllerini çelmeye çalışır. Bu ise sıkça karşılaşılan genel bir durumdur. Hemen her yoksul yaşadığı tüm bu eziyetlerin geçici dünya nimetleri içerisinde bir süreç olduğunu ve asıl mutluluğu öteki âlemde bulacağı düşüncesiyle yaşar ve din giderek yoksulluğun ussallaştırılmasının bir aracı haline gelir. Ama burada sorunlu bir yapı vardır. Elbette kişi yoksul bir kimse olarak buradaki eziyetin karşılığını öteki dünyada alacağını düşünebilir, ama onun bu dine ilişkin tercihi aslında kendi yoksulluğunun getirdiği psikolojik travmayı bir çözme girişimi de değil midir? Böylece dünyayı bir nevi yaşanabilir kılmaya çalışıyordur kendince. Öyle ya bu dünya da hiçbir nimetten yararlanamayan bir kimse kendisi için vaat edilen öteki tarafı ve oradaki zenginliği, mutluluğu, arzularını tam olarak yaşama istencine nasıl karşı çıkabilir? Bunu söylemek bir dinibütün için kışkırtıcı ve sinir bozucu gelebilir ama bekleyip bir de din açısından bakalım yoksulluğun nasıl bir sonuca götürdüğüne; iyi bir dinibütün nasıl olur acep? Birincil bir cevap her dinde Tanrı’dan korkmaktan çok onu sevmek gerektiği ifade edilir. Peki, bu uygulanabilir midir? Hayır. Biliriz ki bu dünyada günah işlemenin yaptırımı öteki dünya da cehennem azabında kavrulmaktır. Bu yüzden de kişiye ‘Tanrıyı sev,’ demek aslında onlardan kork demekle aynı şey anlamına gelir ve kişinin dini aslında bir sevgi dini değil, zorunlu olarak bir korku dini olur. Ve korkan insan doğru kararlar veremez. Hep tedirgin, hep cezalandırma düşüncesi onu mantıklı seçimler yapmaktan alı koyar. Öte yandan toplum da birey karşısında tanrılaşır ve ona bunu yap, şuna inan, sakın yapma gibi emirler verir ve yapanlara karşı cehennemi aratmayacak yaptırımlar uygulanır. Peki, o halde sürekli korku paranoyasında olan kişi mi daha iyi bir dinibütün olur, yoksa korkulardan arınmış, salt sevgiyle bağlanan kişi mi? Yine aynı yoldan sürekli yoksulluk içinde büyümüş, hayatı zindana dönmüş, hep acı çektiği için de kendini kutsanmış ve ödüllendirilmeye haiz bir insan olarak görünen insanın dini mi daha kuvvetlidir, yoksa yoksulluktan arınmış, ihtiyaçları tam olarak giderilen, kimseye muhtaç olmadan yaşayan kişinin dini mi daha kuvvetlidir? Kişi adeta dine inandığı zaman yoksulluk travmasını bir çözme girişiminde bulunuyor gibidir. İnsanın dine yoksulluk travmasının ertelenmesi ve umut için inanması ise o kişinin dinini aslında bir yoksulluk dini yapar. Yoksul kişi içsel bir imanla değil, karnını doyuran bu muhteremin iyi niyetine güvenerek dine yönelir. Salt tanrıya yönelmiş bir tanrı bilinciyle bezenmiş bir din değildir bu. Bunun karşıtında ne yazık ki “zenginlik dini” bulunmaz. Yine biliriz ki zenginin dini de yoksunluklardan kurtulmasına rağmen hala bir yoksunluk dinidir ve mahiyeti altındakilerden nasıl daha fazla artı değer elde ederim, bu zenginliğimi nasıl bir süre daha devam ettiririm düşüncesinde hayat bulur. Onun dini de artık zenginliğini arttırma dini olur. Onun dini zenginleştikçe veya zenginliği dinleştikçe, mahiyetindekilerin dini de daha faza yoksullaşacak, dinin yoksulluğu ya da yoksulluğun dini olacaktır. Hâlbuki tüm temel ihtiyaçları bir insan olarak karşılansa, artık dine bir yoksulluğun ussallaştırılması aracı olarak değil, tam bir inanç olarak yaklaşacaktır insan. Yoksulluktan kurtulduğunda ve tersi olarak zenginlikten kurtulduğunda, kapital biriktirme sevdasından kurtulduğunda, kişi bedensel kötürümlükten de kurtulmuş olur. Artık tüm dinler hakkında korkusuzca bilgi sahibi olmaya, bir yoksunluk olarak değil, giderilmiş ihtiyaçların sağlamlığıyla, “tam” bir insan olarak dine yönelmiş olur. İşte ancak bu anda kişi artık bu çeşitli dinler karşısında bir bağımsızlaşma yaşamış ve neyi seçtiğini bilir bir konuma gelmiştir. Artık bir din seçerse bu dini belli yoksunluklar, korkular ve empoze ile değil, kendi özgür bir seçimi olarak kabullenecektir. Bu ise her ne olursa olsun bir önceki yoksunluklar ve korkular yoluyla bir dine geçmeden kat be kat daha erdemli bir davranıştır. Öyle ya yoksunluklar içinde bir umut ve tutunacak bir yaşam dalı bulmak isteyen bir kişinin dini inancı mı daha kuvvetlidir, yoksa bu tür yoksunluklardan uzak birisinin dini inancı mı kuvvetli olacaktır. Birinci kişi zenginlik bulduğunda rahatlıkla dinden uzaklaşabilirken, ikincisi böyle bir şeye gereksinim duymayacaktır. Kişi korkulardan arınmış bir vaziyette, bilinçli ve mantıklı bir seçim yapacaktır ve bu da aslında o hep çokça iddia edilen “akıl dini” olma özelliğini daha gerçekleştirilebilir kılacaktır. Dinler ancak bu imkanları insana sunduklarında, ya da buna şiddetle karşı çıkmadıklarında bir “akıl dini” olabilirler. Şimdi baktığımızda yukarıdaki sayılan ideal eğitim düzeni belki şöyle bir yargı uyandıracaktır; “Ütopya bu, olanaksız.” Şöyle denilecektir, “Ne yani, çocukları dinsiz mi yetiştirelim? Ben şimdi çocuğuma eğitim veremeyecek miyim?” Bu sorulara şöyle ya da böyle yanıtlar verilebilir ama burada gösterilmek istenen şey din ve vicdan özgürlüğünün asla salt bir dine inananın özgürlüğü olarak algılanmaması gerektiğidir. İnsanın inancını yerine getirmede özgür olması için o inanca sahip olmasının da özgürlüğü sağlanması gerekir. Bir kişinin din seçme özgürlüğü de korkulardan arınmış, yoksunluklardan silkinmiş biçimde dinlere karşı eşit mesafede, hatta onun dinsiz olma hakkını da kapsayacak biçimde, ona bu seçme gücünü verecek koşullarla birlikte sağlanmalıdır. Her şeyden önce süreç artık her yönüyle kötürüm haline gelmiş insanın en temel bedensel yoksunluklarından kurtulmuş olmasıyla mümkün olacaktır. Ama bugün tam tersi insanları kapitalist üretim çarkı içinde sömürü ilişkilerine ve adaletsiz gelir paylaşımı içinde sonsuz çalışmaya teslim edilmiş halde, “makine tanrı”ya ibadet eder halde buluruz. Kişi ofisteki dosyalara tutsak, işçi makinelere tutsak, kapitalist parasına tutsak, ebeveynler ailesine tutsak, birey topluma tutsak, hiç doyurulamayan ihtiyaçlarıyla eksik ve zayıf, her hakka parası olduğunca sahip “hak’sız bireylerle” baş başa kalırız. Koşullar onları özgürleştirmeye değil tutsaklığa yöneltiyordur. Tüm bu zaman içinde onun özgürleşmesi için gerekli tüm koşullar sağlanmış olması gerekir, ki bu koşulların sağlanması zorunluluğu olmazsa olmazdır. Kişi neyi seçtiğini tam bir bilinçle seçmelidir/bilmelidir; hatta seçmemelidir! Bunun için de onun belli bir yaşa ve erginliğe ulaşması gerekir. Tüm bu anlatılanlardan sonra, “Hayır, bu olmasın,” denilebilir, fakat bunu dediğimiz anda da aslında bir din ve vicdan özgürlüğünden bahsetmez, tam tersi kendi istediğimiz bir tutsaklıktan bahseder oluruz; yaşanılan kültür ve toplumun dinine tutsaklık, sömürüye tutsaklık! Körü körüne bağımlılık! Sorgusuz düşünceler. Salt itaate yönelmiş kafalar… O zaman da hakların kâğıttan kulesi yıkılıverir ve ortada hiç de “aklı hür vicdanı hür” insanlar kalmaz. Kaynakça: (1) Georg Jellinek, L’Etat modern et son droit (Traduction française par Georges Fardis), Paris, M. Giard & E. Brière, 1913, Cilt II, s.51-57 (2) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 12, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi (3) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 22, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi (4) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 21, a bendi, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi (5) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 18, http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi (6) Sema Emiroğlu, ABD Kriz ve Din, 09.02.2009, http://www.bbc.co.uk/turkish/fooc/story/2009/02/090202_usa_religion.shtml
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |