..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Anılar > Kâmuran Esen




13 Eylül 2001
Babam  
Babam, çocukluğumda benim kurtarıcım, koruyucum gibiydi. Tüm çocuklar gibi ben de babamın en iyi...

Kâmuran Esen


Evimize dik olarak inen sokaktan, babamın değneğinden kuvvet alarak, buz üzerinde düşmeden yürümeye gayret ettiğini gördüm. İşte doğanın zorladığı kişilerden biri de babamdı. Normalde değnek kullanmadığı halde, karda değnek kullanıyordu. Bu görüntü beni


:CAAF:
Mart ayındaydık. Geçirmekte olduğumuz sert kışın artık bitmesini istiyorduk. Kitaplar,takvimler Mart ayını her ne kadar bahar mevsiminin birinci ayı olarak yazsa da; Mudurnu’da baharın gelmesi Nisan ayının ortalarını , hatta Mayıs ayının başını buluyordu. Yanlışlık ya takvimlerdeydi, ya da Mudurnu’da.

Nitekim bu yıl da öyle oldu. Mart ayının ilk iki haftasında, beklemediğimiz karlar yağdı, artık bitmesini istediğimiz soğuklar oldu. Biz “Canım, cemreler düştü, yağan kar tutmaz artık.” diye kendimizi teselli ediyorduk. Kar yağışı devam ediyor,cemrelere inat, birikiyordu yerde.

İşte bu soğuk ve karlı günlerden biriydi. Birkaç gün önce yağan kar hâlâ kalkmamıştı. Yerdeki karın üzerine yenisi yağıyor,kar kalınlığı hızla yükseliyordu. Mart, martlığını gösteriyordu. Kazma, kürek yaktırmaya kararlı gibiydi. Yerler buzlarla kaplıydı. Altta buz, onun üzerinde kar. Gündüz güneşin etkisiyle eriyen karlar, gecenin ayazıyla buza dönüşüyordu. Bu durumdan şikâyeti olmayanlar,sadece çocuklardı Onlar işin eğlencesindeydi. Kızak kayıyorlar, kartopu oynuyorlardı. Biz yetişkinler artık bunalmıştık bu yılki soğuklardan ve kar yağışından.

Ancak, doğanın görüntüsü çok güzeldi. Ağaçlar bir gelinlik giymiş gibiydi. Üzerlerindeki karın ağırlığıyla, dallarını eğmişlerdi. Bu aslında doğaya boyun eğmekti. İnsanoğlu da böyle değil miydi? Doğanın karı,yağmuru, fırtınası, soğuğu, seli, depremi karşısında çoğu kez âciz kalmıyor muydu insanoğlu? Kısacası; doğa olayları bizim yaşantımıza yön veriyor, bazen de umutlarımızı, beklentilerimizi ertelememize neden oluyordu. O nedenle insanoğlunun doğaya karşı güçlü, bilgili,tedbirli olması gerekiyordu.

Elbette doğanın sayısız güzellikleri de vardı. Bize sunduğu nimetleri vardı. Bu nimetlerinden gereği gibi yararlanmak, zararlarından korunabilmek, insanın becerisine bağlıydı. Doğa güçlüydü. Güçlü olanla birlikte yaşayabilmek için, onun karşısında güçlü, hazırlıklı olunması gerekiyordu.

Televizyonda haberleri dinleyince, kışın karına ve soğuğuna yenik düştüğümüz bir kez daha ortaya çıktı. Yurdumuzun birçok yerinde, kardan yollar kapanmıştı. Araçlar,yolcular yollarda mahsur kalmışlardı. Birkaç il ve ilçede okullar tatil edilmişti. Yoğun kar yağışından sonra yaptığımız ilk şey okulları tatil etmekti. Kışın henüz bitmediğini, yeni bir yağışlı hava kütlesinin yurdumuza gelmekte olduğunu,Meteoroloji yetkilileri söylediği halde, biz tedbirimizi almıyorduk. Ancak, ona teslim olduktan sonra birşeyler yapmaya çalışıyorduk. Bunları yapmakta da genelde geç kaldığımız için, kışın güzelliklerini yaşamak yerine, onun sıkıntılarına katlanmak zorunda kalıyorduk.

Bu düşünceler arasında, pencerenin tülünü kenara çektim. Karın güzelliğini doyasıya seyretmek istiyordum. Evimize dik olarak inen sokaktan, babamın değneğinden kuvvet alarak, buz üzerinde düşmeden yürümeye gayret ettiğini gördüm. İşte doğanın zorladığı kişilerden biri de babamdı. Normalde değnek kullanmadığı halde, karda değnek kullanıyordu. Bu görüntü beni rahatsız etmişti. Babamı değnekle yürürken görmek istemiyordum. Değnek kullanması, onun yaşlılığının bir işaretiydi. Aslında bu çok normaldi. Çünkü yaşı yetmiş altıya gelmişti. Babam artık yaşlanmıştı. En büyük torunu, ona bir torun verebilecek yaşa gelmişti. Yine de onu pek değnekle görmediğim için, yadırgadım. Sonra yıllar yıllar öncesini düşündüm. Babamın gençlik yılları gözümde canlandı. Birden çocukluk günlerime döndüm....

O, ne neşeli, ne hareketli bir adamdı! Espriliydi. Bazen başına annemin namaz örtüsünü dolar, kadın taklidi yapardı. Dizlerinin, ellerinin üzerinde yere çöker, biz üç kardeş onun sırtına binerdik. Bu vaziyette dakikalarca bizi evin içinde gezdirirdi. İki havluyu uçuca bağlar,üç kardeşi bu havluya dolar ve sırtına alırdı. Leblebi yerken bizimle”Tek mi çift mi?” oyunu oynardı. Bize Keloğlan Masalları anlatırdı. Radyoda hareketli bir müzik çaldığında; hemen kalkar,seke seke, topuklarını yere vura vura oynardı. Hele “Misket” çalındığında, kaşıkları eline alır,şakırdata şakırdata oynardı. Biz de katılırdık ona. Genelde Türk Halk Müziği yorumcularından Nevin Akol’un söylediği bir türkü vardı o zamanlar:

“ Kayaları arını
Süpürseler karını
Şu benim bun günümde
Gönderseler yarimi.

Kayalar merdim merdim
Kimbilir kimin derdin’
Ağaçlar kalem olsa
Yazılmaz benim derdim.”



Babamın en sevdiği türküydü bu. Radyoda bu türkü çalınırken, babam da eşlik ederdi. Sonra yine bir başka türkü vardı. O da babamın çok sevdiği bir eserdi:

“ Cevizin yaprağı dal arasında
Severler güzeli bağ arasında.
Üç, beş güzel bir araya gelmişler
Benim sevdiceğim yok arasında.”

Babam,çocukluğumda benim kurtarıcım, koruyucum gibiydi. Tüm çocuklar gibi ben de babamın en iyi baba olduğunu düşünüyordum. Ve herkesten güçlü olduğunu. Beni dövmek isteyen yaramaz çocukları, kendilerini babama şikâyet edeceğimi söyleyerek korkutuyordum. Ona güveniyordum. Saçlarını geriye doğru tarayıp,güneş gözlüğünü taktığında, onu çok yakışıklı buluyordum. Siyah bir pardesüsü vardı. Babama nasıl da yakışırdı.

Çocukluğumuzda evin içinde babam bizimle top oynardı. Bazen birşeyler düşürüp,kırdığımız; komşulardan duyulacak kadar şamata yaptığımız olurdu. Annem babama “Hadi onlar çocuk, sen de mi çocuksun!” diye söylenirdi. Annemin kızması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Biz kardeşler babamla bir tarafta olurduk; zavallı annem tek başına bir tarafta. Her defasında bize yenik düşerdi annem. Kızıp, söylendiğiyle kalırdı.

Bir zamanların o genç, hareketli, dinç erkeği şimdi değnekle yürüyordu. Çocukluğumuzda bizimle top oynayan, oyun havalarında kaşık çalan sanki o değildi. Sevgisini,saygısını, kendisine duyduğum güveni halâ taşıyordu ama; gençliğini, dinçliğini artık kaybetmişti.

Geçenlerde onu ilk kez, namazını oturduğu yerden kıldığını görünce çok üzülmüştüm. Bacaklarının ağrıdığını söylüyordu. Yıllardır kazma ,kürekle ekmeğini taştan çıkaran babam, artık oturduğu yerden namaz kılıyordu. Babam gerçekten de ekmeğimizi taştan çıkarmıştı yıllarca. Bir kaldırım ustasıydı. O Mudurnu’nun Kaldırımcı Dayı’sıydı. Eczanedeki müşteri defterinde, onun ismi yazmıyordu. “Kaldırımcı Dayı” diye yazıyordu. Babam yıllarca Mudurnu’nun sokaklarına kaldırım döşedi.

Bir gün, yeni kaldırım döşenmiş bir yoldan okula gidiyordum. Sanıyorum ortaokula gittiğim yıllardan biriydi. Kaldırımda yürürken birden, bu bastığım kaldırımlara babamın ellerinin değdiğini, hatta alnındaki terlerin damladığını düşündüm. Sıcak havalarda çalışırken, babamın burnundan ter damladığını, kızgın güneşten yüzünün yandığını hatırladım. İrkildim. Kaldırımları çiğnemek istemiyordum. Sanki babamın ellerine basıyor gibiydim. Her adım attığımda, yere her basışımda, babamın elleri biraz daha inciniyor gibi geliyordu. Bu hissi çok zor attım üzerimden. Babamın döşediği kaldırımlarda yürürken, mutlu olmam gerektiğine zor ikna ettim kendimi.

Yürüdüğüm sokağa kaldırım döşeyen o usta, şimdi elinde değneğiyle buz üzerinde yürümeye çalışıyordu. Yıllar,yapacağını yapmıştı babama. Gençliğini alıp,götürmüştü. Herkes gibi bir gün babamın da yaşlanacağına niçin kendimi hazırlamamıştım ben?Babam bugün mü yaşlanmıştı?Şimdiye kadar bunu nasıl farketmemiştim? Babamın herkesten ayrıcalığı yoktu. Başkasına olan, babama da olacaktı. Yaşlanan ve değnek kullanan ilk kişi babam değildi. Kuşkusuz son kişi de babam olmayacaktı. Herkes yaşlanırken, babam genç mi kalacaktı? Tüm canlılar gibi o da, zamanın getirdiği kayıplara çaresiz boyun eğecekti. Zaman çok acımasızdı. Benim bile saçıma aklar düşeli yıllar olmuştu.

Hatırlıyorum da; o ilk kez sakal bıraktığında ,biz dört kardeş nasıl tepki göstermiştik. Sakalın, kendisini yaşlı gösterdiğini, onu yaşlı görmek istemediğimizi söylemiştik. O da yarı şaka yarı ciddi; ”Sizin aklınız ermez.” diyerek susturmuştu bizi. Bu sözlerimiz, kendimizi kandırmak isteyişimizin bir göstergesiydi. Çünkü, sakalını uzatsa da uzatmasa da, babamız yaşlanıyordu. Onu yaşlandıran sakal değil, zamandı. Ama biz, geçen zamana sözümüz geçmeyeceği, gücümüz yetmeyeceği için, babamın sakalına takmıştık. O, bir ustura darbesiyle yok ediliverirdi. Sakalı yok etmeye gücümüz yeterdi. Bunu yapmak kolaydı. Ne yazık ki geçen yılları geri getiremezdik. Elbette bunun bilincindeydik. Bilincindeydik de,bunu kabul etmek istemiyorduk. Yaptığımız, sadece kendimizi kandırmaktı.

Düşünüyorum da, yatılı okula bile babamın bana oynadığı oyun sayesinde alışmıştım. Yoksa tasımı tarağımı toplayıp geri dönecektim. Okula başladığımızın sanıyorum ikinci haftasıydı. Bademciklerim dolmuştu. Sesim neredeyse hiç çıkmaz olmuştu. Ateşim kırk- kırkbir arasında gidip geliyordu. Beni revire yatırdılar. Hasta yatağımda ağlayıp duruyordum. Tenefüslerde arkadaşlarım beni ziyarete geliyorlardı. Onlarla teselli olamıyordum, evimi arıyordum. Şimdi evde olsaydım annem bana ne güzel bakardı. Bana muhallebiler pişirirdi. Hasta olduğumda babam bana tahin helvası ve çam fıstığı getirirdi. Bunlar benim sanki ilâçlarım gibiydi. Keşke şimdi babam burada olsaydı da; bana yine tahin helvası, çam fıstığı getirseydi.

Revirde bunları düşünürken, idareden yapılan anonsu duydum: ” Kâmuran Çakır! İdare katına geliniz, ziyaretçiniz var.” Aman Allahım! Demek babam gelmişti. Sanki benim hastalığım içine doğmuştu. Ah benim biricik babacığım! Nasıl da bilirdi geleceği zamanı ve benim sıkıntıda olduğumu.

Hastalığımı falan unuttum. Yatağımdan fırladım. Aslında ayakta duracak halim yoktu. Beni gören nöbetçi öğrenci, hemşireye haber verdi. Hemşire bana ;”Kırk derece ateşle nereye gidiyorsun? Hemen yatağa!” diye çıkıştı. Ağlamaya başladım. O arada Mudurnulu arkadaşlar revire geldiler, -tahmin ettiğim gibi- babamın geldiğini söylediler. Ateşim değil kırk, yüzkırk derece olsa gidecektim babamın yanına. Hiç başka yolu yoktu. Kuralar murallar vız gelirdi. İsterlerse okuldan atsınlardı beni. Hiç umurumda değildi.Zaten gidecektim bu okuldan.Öğretmen falan olmak istemiyordum. Hemşireye yalvardım izin vermesi için. Önce olmaz falan dedi; sonunda benim ağlayarak yalvarmama dayanamadı ve izin verdi.

Hemen ziyaretçi salonuna gidip, babamın boynuna sarıldım. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Onun da gözleri dolmuştu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Babama, bu okulda duramayacağımı, hemen beni eve götürmesini, öğretmen falan olmaktan vazgeçtiğimi söyledim. Babam ; “Peki kızım.Ama benim Afyon’da işlerim var. Onları halledeyim, bir hafta sonra seni almaya gelirim. O zamana hazırlan .” dedi. Oh çok şükür! Nihayet kurtulacaktım yatılı okuldan. Babamla vedalaştık. Biraz iyileşir gibi oldum. Okuldan ayrılacağımı düşündükçe, biraz daha rahatladım. Benim için geriye sayım başlamıştı.

Ancak babam bir hafta sonra gelmedi. Demek ki işleri bitmemişti. Yoksa hiç bırakır mıydı beni burada. Bana telefon etti. Bir hafta daha sabretmemi istedi, işlerinin bitmediğini söyledi. Olsun, bir-iki hafta sabredebilirdim. Sonunda bu okuldan kurtulacaktım ya. Ben nasıl olsa gidecektim de, arkadaşlarım ne yapacaklardı? Şimdiden onlara acımaya başlamıştım. Bir hafta sonra bir telefon daha geldi babamdan. Bir haftacık daha beklememi istedi. Aksilik işte, işleri bitmemişti.

Ancak dördüncü haftanın sonunda geldi babam. Onu görünce çok sevindim. Ama eskisi gibi ağlamadım ona sarılınca. Babam ; “ Eşyaların hazır mı? Seni almaya geldim. Haydi toparlan bakalım.” dedi. Şöyle bir düşündüm, galiba ben okula alışıyordum. Babama “Babacığım ben gitmekten vazgeçtim, okula devam edeceğim. “ dedim. Babam da “Peki kızım, sen bilirsin.” Dedi ve beni almadan gitti...

Sonra öğrendim ki , meğer babam bana oyun oynamış. “ Seni bir hafta, yok iki hafta sonra gelip alacağım.” Diye beni oyalamış. Benim nasıl olsa okula alışacağımı biliyormuş. Gerçekten de öyle oldu. Babamın bana oynadığı oyundan habersiz , onun gelip beni alacağını günü beklerken bir baktım ki, okula alışıvermişim.

Babam, çocukluğumda sık sık Mudurnu dışından iş alırdı. Evimizden günlerce, bazen haftalarca ayrı kaldığı olurdu. Onu nasıl özlerdik! Rüzgârlı gecelerde korkardım ben. Rüzgârın uğultusu bana çok korku ve hüzün verirdi. Babamın yokluğunu hatırlatırdı. Bir de gökyüzünün kara bulutlarla kaplandığı, şimşeklerin çaktığı günlerde, babamın yokluğu daha bir koyardı bana. Kendimi yalnız,ailemi korumasız hissederdim.

Gece yatarken dış kapının kilitli olup olmadığını birkaç kez kontrol ederdim. Babamsız geçen gecelerde hem korkardım, hem de babamı merak ederdim. Acaba babam evinden uzaklarda ne yapıyordu? Annem radyoda haberleri hiç kaçırmazdı. Ben de bu haberleri, sanki babamdan kötü bir haber alacakmışım gibi,korkuyla dinlerdim. Hele trafik kazasında ölenlerin adını söylerken,kalbim duracak gibi olurdu.O isimlerin arasında babamın isminin söyleneceğinden öyle korkardım ki! Babamın son gidişinden bu yana kaç gün geçmiş olduğunu sayardım. Babamın bir an önce eve dönmesi için dua ederdim. Annem bize; “Çocukların dualarını Allah kabul eder.” derdi. Annemin bu söylediğine inanır; bir yandan babamın çabuk eve dönmesini isterken, diğer yandan da güzel bebeklerimin,oyuncaklarımın olması için dua ederdim. Babamın çok parasının olmasını isterdim. Ben de bir çocuktum. Annemin dediğine göre, Allah benim dualarımı da kabul edecekti.

Babam eve dönüşünde bize kitaplar,elbiselik kumaşlar ve bizim için en önemlisi, çikolatalar getirirdi. Çarşıdan gidip aldığımız çikolatalarda nedense, babamın getirdiği çikolataların tadı yoktu. Onların tadı bir başkaydı. Çok ender olarak bize bir şey getirmediğinde, her birimiz evin bir köşesine çekilir, “Acaba babam vermeyi mi unuttu?” diye ,bize bir paket vermesini beklerdik. Babamdan hiçbir hareket görmeyince; “Baba, bize bir şey getirmediniz mi?” diye sorardık. O da bize “Bu sefer sadece kendimi getirdim.” derdi. Bize para verirdi. Hemen çarşının yolunu tutar, kendimize şekerler,çikolatalar alırdık. Baba parası harcamak ne kadar tatlıydı! Hiç sonu yoktu. Bittiğinde, arkasından yenisi geliyordu...

Bir gün babam kâğıt para vermişti bana. Yepyeni, gıcır gıcır bir kâğıt para. Oysa daha çok madeni paralardı harçlıklarımız.Kâğıt para bizim için çok büyük bir paraydı.Günlerce bu parayı harcamaya kıyamamıştım. Kırışmasın diye kitabımın arasında saklamıştım. O kadar yeniydi ki. Sonunda dayanamadım, bakkala gittim. Bakkal parayı alınca,”Kaldırımcı bu yeni paraları nereden buluyor?” diye , benimle şakalaşmak istedi. Ben de “Basıyooooo!” diye cevap verdim. Bakkal amcanın çok hoşuna gitmiş bu cevabım. Babama “Senin kız, çok hazır cevap olacak.” demiş.

Çocukluğumuzda, Kandil Geceleri çok güzel kutlanırdı. Günlerce önceden hazırlıklar başlardı. Biz çocuklar, her sokağın başını keserdik. Her mahallenin çocukları,kendi mahallelerinde yaparlardı bunu. Elimize bir urgan alır, yolu veya sokağı trafiğe kapatırdık. İki kişi urganın birer ucundan tutar, her geçenden para isterdik. Bir yandan da ilâhiler söylerdik:

“Hep cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu.
Çıkmış İslâm bülbülleri
Öter Allah deyu deyu.”

Gelenden-geçenden para alırdık. Kimse yadırgamazdı bizi. Çünkü bu bir âdetti. Kandilin yaklaşmakta olduğu, çocukların bu etkinliklerinden belli olurdu. Para vermeyen,ancak birkaç kişi olurdu. Bu kişiler bizim gözümüzde, kötü kişilerdi. Onları hiç sevmezdik. N’olurdu sanki üç-beş kuruş verselerdi. Yoldan her geçişinde bize para verenler ise, dünyanın en iyi kalpli insanlarıydı. Onları çok severdik. Bize göre iyi insan olmanın ölçüsü buydu. Para verenler iyi, vermeyenler kötü.

Mahalledeki bazı büyükler, bu konuda bize yardımcı olurlar, yol gösterirlerdi. Sanırım, geleneklerin yaşatılmasını, unutulup gitmemesini istiyorlardı. Topladığımız bu paralarla, Kandil Gecesi kullanmak üzere gazyağı,mum,maytap alırdık. Paraları harcarken, paylaşırken sorun çıkardı bazen. Bizi yöneten abilerimizin kavga ettiği de olurdu. Ama sonunda iş tatlıya bağlanırdı.

Kandil Gecesi geldiğinde tepelerde,mahalle aralarında ateşler yakılırdı. Maytaplar patlatılırdı.Ateşin başında lokmalar yenirdi. Mahalle çocukları, karşılıklı olarak mani söylerlerdi. Birbirlerine atıfta bulunurlardı. Biz çocuklar maytapları büyük bir zevkle yakardık, (bizim deyimimizle) çatırpat patlatırdık.

Adını bilmediğim çeşit çeşit maytaplar vardı o zamanlar. Babam Mudurnu dışına gittiğinde bize bu maytaplardan getirirdi. Biz kardeşler, bunları paylaşırken kavga etmeyelim diye, her birimize ayrı paket yaptırırdı. Benim babam herşeyi düşünürdü. Kandil gecesi bunları keyifle yakardık. Babam da bizim mutluluğumuzu izlerdi uzaktan. Bazı maytaplar,aslında yetişkinler içindi. Biz çocuklar için tehlikeli olabilirdi. Bunları, babamın kontrolünde yakardık.

Erkek kardeşim, maytaplarını en sona bırakırdı. Tıpkı, annemin çok dikkatle paylaştırdığı leblebileri, şekerleri,çikolataları yemeyip,sakladığı gibi. Galiba cimriydi biraz. Ablamla ben maytaplarımızı bitirdiğimizde, erkek kardeşim kendi maytaplarını yakmaya başlardı. O zaman nasıl pişman olurdum maytaplarımı çabucak bitirdiğime. ”Bol bol yiyen bel bel bakar.” Atasözünde olduğu gibi; erkek kardeşim maytaplarını zevkle yakarken, ablamla ben bel bel bakardık, deyim yerindeyse. Bizi kıskandırdığı için erkek kardeşime kızardık. Kardeşim bize kıyamaz,kendi maytaplarının bir kısmını, ablama ve bana verirdi.Onun cimri olduğunu düşünmekle,kendisine nasıl haksızlık ettiğimi anlardım o zaman.Kandil gecesi ateşin başında saatlerce oynamaktan, maytap yakmaktan, yüzümüz-gözümüz is içinde kalırdı.

Velhasıl babam; bizim mutluluk kaynağımızdı. Kandil gecesi, onun getirdiği avuçlar dolusu maytabı yakmak, bizim için dünyalara bedeldi. Mutlu olmamız için, gereken her şeyi yapıyordu babam. Onun yokluğunda, sevinçlerimizde ve mutluluklarımızda hep bir şeyler eksikti. Bize sevinç ve mutluluk sunan genelde babamdı. Babam bu imkânları bize sunarken, kimbilir nasıl zorlanıyordu. Birer yaş arayla üç çocuk. Biri ne istese, diğerleri de istiyor. Birine ne alınırsa, diğerlerine de alınıyor. Acaba babam bize nasıl para yetiştiriyordu? Çocuk aklımızla bunu hiç düşünmüyorduk. Biz işin eğlencesindeydik.

Yıllar sonra, dördüncü kardeş aramıza katıldı.Kardeşimden on yıl sonra. Babamın yorgun ellerine bakan bir çocuk daha vardı artık. Ama, onun gelmesiyle evimizin neşesi artmıştı. Ne şanslı bir çocuktu o! Üzerine titreyen üç büyük kardeşi vardı. Üç kardeş onu yer göğe koyamıyorduk.Ona ne yedireceğimizi, ağladığında susturmak için ne yapacağımızı bilemiyorduk. Onu çok seviyorduk.Hele ben.Onun dilinden en iyi ben anlıyordum. Kardeşime şarkılar söylüyor, masallar anlatıyordum.Bizim için her şeyi yapan babam, ailemize yeni katılan bu sevimli çocuk için de yapacaktı. Gerektiğinde, kendi ihtiyaçlarından fedakârlık edecekti. Tıpkı annem gibi.”Sizin yediğiniz benim için.” Ya da “Sizin giydiğiniz benim için.” diyecekti.

Babam da,annem de maddi sıkıntılarımızı bize hiç hissettirmediler. Biz kardeşler de, böyle bir sıkıntımızın olup olmadığını, zaten aklımıza bile getirmedik. Hep babamdan bir şeyler istedik. Ya da babam istetmedi. Gerekeni hep almaya çalıştı. Babam bizim gözümüzde tükenmez,kurumaz bir kaynak gibiydi. O ne yapar eder , bizim için gerekli olanı alırdı.

Babam bizim bu beklentilerimize cevap vermek için, elbette çok çalıştı, işi ağır olduğu için çok yıprandı. Yaşlanmasına, bizim bu bitmeyen isteklerimizin de mutlaka etkisi oldu. Yüzündeki sakal değil ama, biz kardeşler elbirliğiyle, onun yaşlanma sürecini hızlandırdık belki de.....

Bugün karda değnekle yürüyen babam, bir zamanlar işte böyle çabaladı bizim için. Yoktan var eden, evinden uzaklarda çalışmak zorunda kalan, işten döndüğünde , annemin hazırladığı yemekleri değil, kendi hazırladığı yemeği yiyen bir baba. Mudurnu panayırlarında, evden ne kadar uzakta da olsa, koşup gelen, panayır eğlencelerinden bizi asla mahrum bırakmayan bir baba. Ona çok şeyler borçlu olduğumu biliyorum. Bunu biliyorum da, bu borcumu nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum. Bugün babama yapabildiklerim, sadece görevim. Görevim bittiğinde ancak borçlarım ödenmeye başlayacak. Bir evlâdın,babasına karşı görevleri hiçbir zaman bitmeyeceğine göre, ben de babama olan minnet borcumu hiç ödeyemeyeceğim.

Baharın gelmesini biraz da babam için istiyorum. Baharda onun değneğe ihtiyacının olmayacağını biliyorum. Onun değnek kullanmasını istemiyorum. Onu değneksiz görünce de, babamın pek de yaşlı olmadığını düşünecek, bu konuda kendimi kandırmaya devam edeceğim. Başka seçeneğim yok ki. Mutlu olmak için değmez mi? Mutlu olmak için, bazı acı gerçekleri görmezlikten gelmek, benim bir yöntemim. Asla değiştiremeyeceğim şeylere katlanmaya razı olmak da, bir ikincisi.

Mart / 2000 / Mudurnu


.Eleştiriler & Yorumlar

:: mudurnu ve siz
Gönderen: meral ayten / Manisa/Türkiye
13 Şubat 2006
bir mudurnu'lu olarak sizinle neden daha önce tanışmadık çok üzüldüm yeğeniniz ömürün çocukluğunu hatırlıyorum .babaannesi babaannemin akrabası olurdu.hayal meyal hatırlıyorum belli zamanlarda görüşürlerdi.ama biz şimdi çoğu akrabalarımızla yıldaaan yıla görüşüyoruz.sevgilerle....

:: harika
Gönderen: ömür perdahcoğlu / Bolu/Türk ve Caicos Adaları
27 Ekim 2004
merhaba!!teyzemsiniz diye değil gerçekten olağan üstü bir anlatım bence..azıcık size çekemezmiydim sanki.. çok beğendim..çok öpüyorum

:: Binlerce tesekkürler..
Gönderen: Fikret Simsek / Almanya
3 Ocak 2003
Sizin yazilarinizda adeta kendi cocuklugumu yasiyorum... ellerinize, yüreginize saglik. Beni yine nerelere götürdünüz, bir bilseniz. Sevgiyle kalin... Saygilar... selamlar.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anılar kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kızım Sen Avukat Ol!
Canı Sıkılmak Nasıl Birşey?
Okuma Alışkanlığını Kazanmamda Annemim Rolü
Çalışma Masası / Öyküsel Anı
Günlük
Öğretmenim Şükrü Bey
Bir Ayrılık Öyküsü
Bizim Evin Balkonundan Bakınca / Anı
Karda Ayak İzleri
Çocuklardaki Güzellikleri Görebilme / Anı

Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Güzel Dilimiz Türkçe
Atatürk'e Mektup
İstanbul Sizin Olsun
Ben Birazcık Deli miyim?
Öğretmenler Günü
Mudurnu'da Bir Günlük Gezi
Yeğenime Yaptığım Peynirli Börek Tarifi
Bişim Efde Heykes Bi Asayip...
Kaybedecek Hiçbirşeyi Olmayana / Ölüm...
Benim Hiç Sevgilim Olmadı

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Dönüşü Olmayan Gidiş [Şiir]
Seni Özlemenin Kitabını Yazabilirim [Şiir]
Bensiz Yaşamaya Alışacaksın [Şiir]
İşte Gidiyorsun [Şiir]
Gelseydin Eğer [Şiir]
Ne Zaman Seni Düşünsem [Şiir]
O Beklenen Hiç Gelmeyecek [Şiir]
Çek Beni İçine Bir Nefeste [Şiir]
Sığınacağım Başka Yürek Yok [Şiir]
Uykularında Sev Beni [Şiir]


Kâmuran Esen kimdir?

Okumak ve yazmak bir tutkudur benim için. Yazdıklarımı okuyucularla paylaşmak amacıyla buraya gönderiyorum. Yıllardır, yerel bir gazeteye haftalık köşe yazıyorum. Mudurnu Belediyesinde gönüllü kültür müdürü olarak çalışıyorum. Yayımlanmış Kitaplarım: -Şiirlerle Öyküler - şiir / Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yazarlar Dizisi ( 1988). . . . . . . . -Sevgi Yumağı - şiir ( 1997 ). . . . . . . . . -K. Esen'in Kaleminden Mudurnu - derleme / Mudurnu Kaymakamlığı Kültür Hizmetleri Dizisi ( 2002 ). . . . . . . . . . . -Oynatmayalım Uğurcuğum- deneme , anı / --Senfoni Yayınları ( Haziran / 2004 ) -Mudurnulu Fatma Nine'nin Günlüğü - Baskıya hazırlanıyor

Etkilendiği Yazarlar:
Okuduğum her yazardan veya yazıdan etkilenirim. Bende bir etki bırakmayacak, herhangi bir şey öğretmeyecek bir yazı düşünemiyorum.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.