Alışılagelmişliğin Dünyası
Ama toplum olarak işportaya düşen bir kitabı, korsan olarak nitelenen yarı fiyatına bile almadığımız bir zamanda böyle tasarımların bizlere hayal geldiği gün gibi aşikar bir gerçek....
"Yazmak, kelimeleri çiçek gibi dikerken; aslında bahçeyi sinirle sulamak gibidir." – Franz Kafka"
"Yazmak, kelimeleri çiçek gibi dikerken; aslında bahçeyi sinirle sulamak gibidir." – Franz Kafka"
Ama toplum olarak işportaya düşen bir kitabı, korsan olarak nitelenen yarı fiyatına bile almadığımız bir zamanda böyle tasarımların bizlere hayal geldiği gün gibi aşikar bir gerçek....
Zira içimdeki tüm pisliği akıtabileceğim bir korku hikayesi yazmak fikri de bu akşama ait bir düşünce.
Bak ruh!
Orada bir ışık yok ne de bir karadelik...Çöl gibi bir yerdesin. Dudakları çatlamış bedeninin. Susamışsın. Çok hem de... Bir yudum belirginlik ve netlik için uzun yoldan gelmişsin. Anlam ve amaçlarından doğan çocukların öksüz kalmış.
Şairin mesleğinin bir ölçüde kötüye kullanıldığı açıktır. Erkek ve kadın öyle çok yeni şair ortaya çıkıveriyor ki, yakında hepimiz şaire benzeyeceğiz ve okurlar gözden kaybolacak...
Sürünüyorsun et parçaların taşlara takılıyor toprağa bulaşıyor kanın, kahrolası bir kainatı içinden sızdırıyorsun. Süründükçe toprak sana daha sıcak ve taşlarsa daha keskin geliyor. Yalnızlığını törpüleyemiyor onca çakıl taşı,
Diyeceksiniz ki “ne şişirme”, “öyle densiz şey mi olur”, “ne ayıp şey bu” gibisinde ne derseniz deyin, haklısınız, ben de şaşırıyorum/şaşırdım da ama velâkin…
Bu saatten sonra söylenecek/yazılacak hiçbir şey kalmadı.
Ben, memleketimin savcısına, hâkimine/adaletine inanırım.
Eminim adalet yerini bulacaktır…
Yahut daha önemlisi dostlar. Duymazlıktan gelebilir mi insan kuş sesini ?
Karşımda siz varsınız. Yüzleşeceğiz. Kim haklı kim haksız göreceğiz. Ben hiçbir zaman haklı olmaktan hoşlanmam ama sonunda genellikle haklı çıkarım.
Derinlerde değilim diyorum.
Dipteyken kelebek olduğumu düşünüp yukarılara çıktığımda aslında bir balık olduğumu düşünmek bu aslında.
Yarınsız bir sabaha uyandı tekrar gözlerim. Sonuçsuz bir aşkın bedelini ödediğim, o yabancı ve soğuk sonbahar gecelerinden birinde kaybettim, koparıp verdiğin yüreğinin o en gizli parçasını.. Sonra bir fırtına başladı..
Edep dağlarının zirvesine yürümeyi göze alamayan, ayak tabanlarını kayalıklarda yara bere içinde bırakmayan; ayakta durmak adına parmaklarıyla, tırnaklarıyla taşa toprağa dokunmayan, oralardan nasiplenmeyen, kibir vadiliklerinde konaklamaktan utanç duymayandan edebiyatçı olur mu?
Sesini duyuramadan bağırmak zorunda kaldığı yıllara kilitlenen bir yürek söylemi döküldü dudaklarından. Dilinde bir İstanbul düşünün,düşünden düşüşünün bağdaş kurmuş suskunluğu sancıyordu. Bir depremin ucuna astı suskunluğunu..harf harf şiddetlenerek ecel
İçine işleyen ayaz şiddetini arttırırken ondaki eksik kalan içini ısıtan o cümleyi duymamasıydı.Neydi beklediği söz? Bunu o bile bilmiyordu…
zor olan hayat mı yoksa ruhumuzu hala bir fanusun içinde havasız bırakmaktadirendiğimiz için her nefes alamayışımızda hayatın zorluğumu geliyor aklımıza..?neden okyanusu yada bir denizde yaşamak varken fanusu tercih ediyoruz?denizin zorluklarından k
Üret ve tüket.
Bu iki kelimenin sınırları dâhilinde kurgulandı modern zamanlar. Kurguyu yapanların; insanlığın her gün daha ileri gideceğine ve doğal olarak daha mutlu olacağına olan inancı tamdı.
İzedebiyat’ın bu iki değerli kalemi, edebiyat tarihimizde sanırım bir ilki gerçekleştiriyorlar. En değerli varlıklarını; beyinlerinden, yüreklerinden damıttıkları yapıtlarını kuşanıp yürüyorlar barikatlara...İnadına, inadına, inadına...
Oysa küllük, içimi yakan kendimleliğimi paylaşım amaçlı yaktığım sigaraların zifiri küllerini dökmek için sunulmuş. Ve sigaramdan her nefes çekişimde, ciğerlerimi dolduran nikotiniyle birlikte, ateşin bir kadının gözleri gibi parlaması silikleşmesini umdu
Bizler hiç birşeyi tam anlamıyla yaşayamaz mıyız? Yoksa sadece malzeme olsun diye mi yaşarız!?