Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
-Dahiler, deli midir? Evet! -Dahilere çocuk gözüyle bakarsanız, onların çok şey bilen deliler olduklarını anlarsınız. ** Geceki çığlığı biraz sonra anlatsam bana kızmazsınız değil mi? Şu anda aklıma gelen bir anım var; önceliği buna vermek istiyorum. Bazılarının “O konudan bu konuya geçip duruyor. Masalı çorbaya çevirdi. Her şey karman çorman oldu. Bir delinin aklına bakıp onun yazdıklarını okumaya kalkanda kabahat!” Dediklerini duyar gibiyim. Okuma kardeşim, sen okuyunca benim masalıma kuş mu konduruyorsun? Okumazsan masal biter, yok okursan söylenip durursun işte böyle… Münakaşayı kesip anımı anlatıyorum: Sizleri bir başka zaman dilimine götüreceğim… Ne kadar zaman mı? Bilmem… Sizin zaman anlayışınıza göre bu olaydan beş belki de on beş sene sonrası. Dahasını bana sormayın. Biliyorsunuz biz deliler zaman özürlüyüz. Odama gelen bir güvenlik elemanı beni başhekimin görmek istediğini söyledi. “Başhekimin benimle ne işi olabilir ki… Şimdi kalk giyin ve adamın odasına git, karşısında kazık gibi dikil ve onun nasihatlerini dinle!” diye söylenirken bir yandan da üzerimdeki pijamayı çıkartıyordum. Güvenlikçi başhekimin kapısını çaldı; o önden ben de arkasından içeri girdik. Başhekim ayaktaydı. Bana: -Hoş geldin, yanındaki koltuğa otur! Dedi ama oturmadım. Başhekim devam etti: -Seni maalesef üzücü bir haber vermek için çağırdım. Metin olmalısın… O sözünü tamamlamadan: -Bana ne söyleyeceğinizi biliyorum. Anam ölmüş değil mi? Dedim. -Evet, maalesef öyle; başın sağ olsun! -İyi olmuş, sevindim. Kurtuldu… Deyip, başka söz söylemesini beklemeden kendimi odadan dışarı attım. Koridorda hem “Anam ölmüş, anam ölmüş!” diye bağırıyor, hem kahkaha ile gülüyor, hem de koşuyordum. Arkamdan birkaç deli: -Bu adam delirmiş! Demez mi? Ne kadar garabet bir durum değil mi? Bir deli, başka bir deliye “Bu adam delirmiş!” Diyor. Bre adam, o zaten deli; delinin delisi olur mu? Güler misin ağlar mısın? Gülme faslı bahçeye çıkınca bitti. Şimdi sıra ağlamaya gelmişti. Ağlarken sesimin çıktığı kadar bağırıyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya süzülüyor, gözlerim dünyayı sisli görüyordu. Elimin tersiyle sildim gözlerimi, bu etrafı biraz daha net görmemi sağladı. Uzaktan bana bakanlar vardı, başlarını “tüh, tüh” deyip sallayanlar vardı, beni görmemezlikten ve duymazlıktan gelenler vardı. Ama yanıma gelen hiç kimse yoktu. Gerçi gelen olsa da bir şey fark etmezdi ya… Yoldan geçen iki kişiden biri ağlamamın şiddetinden etkilenmiş olacak ki yanındakine: -Ağlaya ağlaya delirecek bu zavallı! Dedi. Al sana bir garabet durum daha! Anacığım da gidince, bu koskocaman dünyada tek başıma kalmıştım… Gerçek anlamda yalnızlığın ne olduğunu ilk defa o zaman anladım. Gerçi anacığımın yanında değildim, ama onun varlığını hissetmem beni yalnızlığımdan kurtaran tek ilaçtı. Ya şimdi? Gecedeki çığlık olayına dönüyorum: Erken yattım, hemen uyumuşum. Karışık rüyalar gördüm. Hatta bir ara uyanır gibi olduğumda bir çığlık sesi duydum. Önce bunu gördüğüm rüyanın bir parçası zannettim. Tam olarak uyanmak için kendimi zorladığımda, sadece gözlerimi birazcık açabildim. Derken çığlığın şiddeti arttı. Öyle bir çığlık ki adeta karanlığı yırtıyordu… Karanlık yırtılır mı? İnanın gözlerimi tam olarak açtığımda karanlığın “çatır çatır” diye ses çıkardığını hem duydum hem de yırtıldığını gördüm. Sanki bir güneş ölüyor yani kara deliğe dönüşüyor gibi; ya da uzayda yeni bir güneş doğuyor gibi… Anlatamıyorum… Koridordan ayak sesleri ve bağrışmalar geliyordu. Ben de koridora çıktım. İki kişi yanımızdaki odaya girdi. Onları takip ettim. Odadaki üç hasta yataklarının üzerine oturmuşlar etrafa şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Dördüncü hasta ise cam kenarında ayaktaydı. Bu hastanın hali perişan görünüyordu. Bütün vücudu zangır zangır titriyor, sağa sola saldırıyor ve bağırıyordu. Pijamasının üstü yırtılmış, yırtık olan bu parça aşağıya doğru sarkıyordu. Yüzü sararmış, ağzının kenarında köpük birikmişti. Sağ yanağından süzülen kan boğazına kadar inmişti. Benden önce girenler onu sakinleştirmek için ellerini tutup, ağzını kapatmaya çalıştılar; o ise bu davranışlardan olumsuz yönde etkilenmiş olacak ki daha çok bağırmaya başladı. Taa ki beni görünceye kadar bağırdı bağırdı! Hasta beni görünce bağırmayı kesti. Yanındakilere beni işaret ederek: -İşte Gul-i beyabaniyi o da biliyor. O da vardı. Herkes Gul-i beyabaniden korunmak için dua kâğıdı aldı ama param olmadığı için ben alamadım. Dedi. -O adam bir sahtekâr, yardımsever gibi görünerek insanları dolandırıyor. Sen onun anlattıklarına inandın mı? Diye sordum. -Tabii inandım. Sahtekâr filan değil o! Söyledikleri çıkıyor. Bu gece Gul-i beyabaninin beni yemek için gelmesinden de adamın doğruyu söylediği belli. - Gul-i beyabani mi geldi bu gece? Onu gerçekten gördün mü? -Evet, geldi. Camı tıklattı. Kalktım camdan dışarı baktım. Kocaman bir canavar… Onu görünce bağırmaya başladım. -Camı tıklatan rüzgârdır. Bak sesi geliyor ve ağacın dalı cama vuruyor. Hem geldiyse biz neden görmedik? Şimdi nerede? -Ben çığlık atınca kaçmış olmalı. Ama beni yemek için daha sonra gene gelecektir. İçerisi giderek kalabalıklaşıyordu. Nöbetçi doktor ve hemşireden başka çok sayıda güvenlik elemanı da gelmişti. Güvenlikçilerin bazılar esniyor, bazıları da gözlerini ovuşturuyordu. Nöbeti uykuya tutturdukları nasıl da belli oluyordu. Nöbetçi doktora gündüz tanık olduğum olayı anlattım. Yani Gul-i beyabani olayını… Ciddiyetle beni dinledikten sonra hemşireye getirmesi gereken iğne ve ilaçların adını söyleyerek odadaki benden başka herkesi dışarı çıkardı. Hemşire istenilenleri çabucak getirdi. Adama bir hap içirdikten sonra yatağa yatmasını istedi ve yatınca da bir iğne yaptı. Biraz sonra hasta sakinleşti ve çok geçmeden de uyumaya başladı. Doktor, bana yarın kendisini görmemi söyleyip odadan ayrıldı. Ben kendi odama döndüğümde buradaki arkadaşlarımın sesleri duymadığını anladım. Çünkü hepsi uyuyorlardı. İçtikleri ilaçlardan olmalı. Verilen ilaçlar öylesine etkili ki ortalık yıkılsa haberleri olmayacak. Yatağıma uzandım. Sabaha karşı ancak uyuyabilmiştim. Kahvaltıdan sonra doktorun odasına gittim. Olanları bir kere daha bana anlattırdıktan sonra para karşılığı dua kâğıtlarını satan sahtekârı getirmeleri için güvenlik elemanlarına emir verdi. Sahtekâr sorguya çekilince her şeyi açık açık itiraf etti. Topladığı paralara el konuldu. Tam 8300 lira. Bu da gösteriyor ki 83 kişiyi kandırmış. O gün anons yapılarak bu sahtekâra para verenlerin danışmaya gelmeleri duyuruldu. Para teslimatı tutanakla yapıldı ve bunları ben de şahit olarak imzaladım. Defalarca anons yapılmasına rağmen para verenlerden gelmeyenler de oldu. Çünkü 1700 lira artmıştı. Bu 17 kişi çekindiklerinden ya da unuttuklarından paralarını almaya gelmemiş olabilirlerdi. Gul-i beyabani korkusuyla gece yarısı çığlık atan bu hasta o gün yan binadaki ağır akıl hastalarının tedavi edildiği yere alındı. Burası etrafı telle çevrili iki katlı bir bina. Bahçesine ve binaya görevlilerden başkasının girmesine izin verilmiyor. Burada tedavi edilenlerin daha sonra tekrar eski yerlerine gönderilecekleri söylense de bugüne kadar sadece bir-iki kişinin döndüğüne tanık olunmuş. Nitekim bu hastanın yatak çarşafları o gider gitmez değiştirildi ve akşamüstü de yerine yeni bir hasta yerleştirildi. Bu binada bir de tecrit odalarının bulunduğu bodrum katı var ki, oraya düşenin vay haline! İleride tecrit odalarını detaylı bir şekilde anlatacağım, şimdilik kısaca şu kadarını söyleyeyim: Tecrite hasta cezalandırılmak için gönderildiği gibi, etrafa zarar verdiyse de gönderiliyor. Tecritte görevli üç tane hastabakıcı var. Bu hastabakıcıların hikâyeleri hastanede durmadan anlatılıyor. En kötüsü Bodur Onbaşı… Onbaşı sözcüğüne bakıp da sakın bu bölümü askerler kontrol ediyor zannetmeyin. Hastalar buradaki hastabakıcılarına Onbaşı diyorlar. Diğerleri Uzun Onbaşı ve Topal Onbaşı. Bodur Onbaşı’dan herkes çekiniyormuş. Bu adamın hastalara yapmadığı eziyet yokmuş, tam bir zebani… Bu olaydan çok sonra… Kar yağdı, ağaçlar çiçek açtı, sıcaklar kavurdu, yapraklar döküldü, gene kar yağdı, güneş ısıtmaya başladı, meyveler oldu… Dedikoducu Toprak Baba’yı yakalamış, belli ki ağzından laf almaya çalışıyor. Onlara bakıyorum ama dedikoducu ile göz göze gelmekten de çekiniyorum. Beni bir yakalarsa kolay kolay bırakmaz, hastanede ne olup bittiğini saatlerce dinlemek zorunda kalırım. Dedikoducu’nun hastanede her olup bitenden haberi vardır. Başkalarının bilip de onun bilmediği hiçbir olay yoktur. Öyle bir yeteneği var ki her konuşulanı, her şartta mutlaka duyar. Konuşulanları duyabilmesi için mesafenin de onun için pek önemi yoktur. Zaten bir-iki kelime duyduktan sonra zengin hayal gücü sayesinde gerisini o tamamlayabilir. Gerçi bu tamamlamalar nedeniyle birçok yanlış anlamaya hatta kavgaya bile neden olduysa da bunlar önemli sayılmazdı. Sonradan, konuşanların dudaklarını okumayı öğrenince daha sağlıklı bilgiler elde etmiş olsa da öğrendiklerine eklemeler yapma huyundan bir türlü vazgeçemediği için sebep olduğu tatsız olaylar azalmamış aksine artmıştı. Toprak Baba ise onun tam tersi… Kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmaz. Dedikodu yapmaz. Boş konuşmaz, sorarlarsa cevap verir; sormazlarsa susar ve dinler. Sakin mizaclı, kılığına kıyafetine daima özen gösteren, yaşı bir hayli ilerlemiş bilgili ve görgülü bir kişi. Hiç kimseye söylememiş olmasına rağmen çok sayıda bilimsel eser yazmış, kamuda önemli makamlarda uzun yıllar çalışmış hatta profesör ünvanına bile sahipmiş. Toprak Baba, buraya gelmeden önce çalışmalarının verdiği yorgunluk, belki de yaşlılık nedeniyle bazı anormal davranışlarda bulununca çocukları önce onu özel bir hastanede psikiyatriste götürmüşler. Doktor bu hastalığın yatarak daha iyi tedavi edilebileceğini söyleyince, biraz da işlerine geldiğinden buraya getirip yatırmışlar. Önceleri ziyaretine gelirlerken sonradan bundan da vazgeçmişler ve Toprak Baba’yı kaderine terk etmişler. Tedaviye olumlu cevap veren bünyesi sayesinde, kısa sürede iyileşmiş olmasına rağmen çocuklarına yük olmamak için hastanede kalmaya devam etmiş. Toprak Baba en sonunda Dedikoducu’dan kendini kurtardı. Onun için iyi olmasına karşılık benim için kötü oldu. İşte Dedikoducu gözünü benim üzerime dikmiş, bana doğru geliyor… Önce selam verdi. Hoşbeşten sonra asıl konuya girdi: -Sana anlatacaklarım var. Ağzın sıkıdır değil mi? Kimseye söylemeyeceğine söz verirsen bu önemli olayları ilk duyan sen olacaksın. -Tamam, tamam söz! -İmparator yakında bir devlet kuracak… -Ne devleti? Nerede ve ne ile? İmparator’un hazineleri ve orduları mı var da devlet kuracak? -Neyi var bilemem. Ben sadece devlet kuracağını biliyorum. Güvendiği bir şeyler olmasa böyle bir işe kalkışır mı? Devleti kuracağı yer de bizim hastane… -Hadi oradan, kıç kadar yere devlet mi kurulurmuş! Burada olsa olsa birkaç yüz dönüm yani diğer devletlere göre bir karış toprak ancak var. -Bunları ona Toprak Baba da söyledi. İmparator da ona dünyada buradan daha az toprağı olan devletlerden bahsetti. -Toprak Baba da mı bu işin içinde? -Doğrudan değil; dolaylı olarak daha doğrusu mecburen girdi. Toprak Baba’yı odasına çağırıp yönetim şekilleri ve demokrasi hakkında onu bilgilendirmesini istedi. Toprak Baba doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, yarı doğrudan demokrasi, aristokrasi, cumhuriyet, federasyon, meşrutiyet ve hatırlayamadığım birçok şey hakkında saatlerce konuştu durdu. Anlattıkları benim bilmediğim konular olmasına karşılık İmparator anlıyormuş gibi sık sık “evet” deyip durdu. -Bütün bunları sen nereden biliyorsun? -Günlerce İmparator’un odasının kapısına kulağımı dayayıp dinledim. Biliyorsun, hastanedeki odaların hepsinde dörder kişi vardır; İmparator’unki hariç. O, tek başına kalır. Kimse onun yanında kalmak istemez; yanılıp da kalan olursa bir gece bile orada yatamadan kendini koridorda bulur. İmparator’un odasına sadece sık sık toplantı yaptığı beş arkadaşı girip çıkabilir. Onlar en az bir cinayeti olan seçilmiş kişilerdir. Adeta İmparator’a taparlar, her isteğini bir emir kabul edip yerine getirirler. İmparator bu adamlarına bazı konularda araştırma ve hazırlık yapmaları için emirler de verdi. -Anlattıkların bana çok saçma geliyor. Altı adam devlet kuracak, nasıl olacak bu iş? Saçma olduğu kadar aynı zamanda komik de… -İnanmamakta serbestsin. Devleti kurdukları zaman söylediklerimin doğruluğunu anlayacaksın. Doğrusu bu devlet kurma işi benim de hoşuma gitti. Buradaki baskıcı, zalim yönetimden kurtulup kendi devletimizde özgürce yaşamak ne kadar güzel! Düşündükçe heyecanlanıyorum. -Beni de tam tersine hafakanlar basıyor! Kafam karma karışık oldu. -Bunlar aramızda kalıyor, tamam mı? Kimseye söyleme! İmparator bir duyarsa beni kesin öldürür. -Benden yana emin ol, kimseye söylemem. Asıl sen kimseye söyleme. Ağzını tutabileceğini sanmasam da seni gene de bir uyarayım dedim. Sonunda gitti. Oh be, dünya varmış! Uzandım çimenlerin üzerine. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum… Güneşin sıcaklığı sardı tüm bedenimi, rahatladım. Seni çok seviyorum sevgili güneş! (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |