Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın" -Hz. Muhammed |
|
||||||||||
|
-Her delinin yalnızlığında, sonsuz bir özgürlük gizlidir. ** Akşamı/gecesi güzel bir gün olmadı. Tam yatmaya hazırlanırken Maliye Bakanı'nın beni çağırdığını söylediler. Gittim. İçeri girince suratının asık olduğunu farkettim. Belli ki kızmış! Beni gündüz aratmış, bulamamış. Surat asmasının sebebi buymuş. Nerede olduğumu sordu, ben de meyve sebze bahçesinde dolaştığımı söyledim. Haber vermeden ortalıktan kaybolmamam konusunda beni hem azarladı hem de uyardı ve bir de yeni görev verdi: Kölelerden ve yurttaşlardan toplanmış olan değerli eşyaların içindeki altınları ayıracak ve yarın öğlen gelecek olan görevlilere teslim edecektim. Onlar da bu altınları şehirdeki bir kuyumcuya satıp parasını kasaya koymak üzere bana getireceklerdi. İş bittikten sonra da Maliye Bakanı'na bilgi verecektim. Ter içinde ve muhtemelen kızarmış bir suratla Maliye Bakanı'nın yanından ayrılıp büroya geldim. Emirden bu işin yarın öğlene kadar bitirilmesi gerektiği anlaşılıyordu. Onun için ne kadar değerli eşya olduğunu gözden geçirecektim. Saydım. Tam on bir koli, değerli eşya doluydu. Bu görevin asıl zor tarafı, benim altın konusunda fazla bir bilgim bulunmamasıydı. Hayatımda hiç altınım olmamıştı ki bilgim bulunsun... Sahip olduğum en değerli eşya İmparator'un birkaç gün önce hediye etmiş olduğu tabancaydı. Altının sarı renkli olduğundan başka bir şey bilmiyordum. Tabii her sarı renkli eşya da herhalde altın değildi. Tan yeri ağarırken uyandım, bürodaki kolilerde sarı renkli ne kadar eşya varsa önce bunları bir kenara ayırdım. Bu iş bile saatlerimi aldı. Kahvaltıya gitmedim. İşi öğlene kadar bitiremeyeceğim endişesi açlığımı unutturmuştu. Sonra bu sarı renkli eşyaların içindeki kendimce altın olmadığını zannettiklerimi ayırdım. Buna rağmen küçük bir koliyi dolduracak kadar altın eşya çıkmıştı. Bunların tasnifini yapıp tutanaklarını hazırlamam gerekiyordu. Saydım 137 tane altın yüzük, 23 tane kolye, 16 tane bileklik, 8 tane bilezik vardı. Esas para edecek olanlar da bunlardı. Ayrıca küpeler, broşlar, altın kaplamalı çakmaklar, altın çerçeveli gözlükler ve altın kaplamalı saatler de çıktı. Öğlen yemeğine az bir zaman kala görevli iki eleman geldi. Eşyaları onların önünde de saydım ve tutanağı imzalatıp teslim ettikten sonra koşarak yemekhaneye gittim. Oraya geldiğimde zil çalmaya başladı. En öndeydim. Yemeği iştahla yedim. Çok zevkli bir yemekti. Tabii bu zevk almada, sabahleyin kahvaltı etmeyişimin ve görevi tamamlamış olmamın verdiği rahatlığın etkisi de vardı. Yemekten sonra bahçeye çıktım, benden başka kimse yoktu. Az sonra insanlar birer ikişer gelmeye başladılar. Bir adam bana doğru yaklaştı, birşeyler söyleme niyeti var gibiydi. Vazgeçmiş olmalı ki bir şey söylemeden ilerideki banka oturdu. Zayıfça bir adamdı, kemikleri dışarı fırlamıştı. Saçları dağılmış, yanakları çökmüştü. Masmavi gözleri vardı, küçücük... O nedenle bu gözler çok zor görülüyordu. Kolları bir korkuluğunki gibi incecikti. Cebinden mendilini çıkardı, sesli bir şekilde burnunu attı. Mendil bir müddet elinde durdu. Sonra cebine koydu. Onu izlemeyi bıraktım. Dikkatim başka tarafa, bir çınar ağacının altına kaymıştı. Orada bir adam ayakta duruyordu. Bu adamın kâh ağladığını kâh güldüğünü gördüm. Bir durumdan diğerine kolayca geçebiliyordu. Bunu nasıl becerebiliyor, diye kendime sorduğum sırada adam oradan ayrılıverdi. Dedikoducu göründü. İspiyon timi amiri olduktan sonra adamın yürüyüşü bile değişti. Herkese -ben dahil- yukarıdan bakar oldu. Öyle ki küçük dağları sanki o yarattı! Bakalım benimle konuşacak mı yoksa görmemezliğe mi gelecek? Dedikoducu beni gördüğü halde benden tarafa bakmadan hızla yanımdan geçip gitme niyetinde. Seslendim: -Ne oldu Dedikoducu, hiç pas vermiyorsun? Yoksa ayran içtik, ayrı mı düştük? -Çok meşgulüm Kargacı. Belki bir boş zamanımda görüşür, konuşuruz. Deyip gitti. Yani bana karşı tavrı soğuktu. Kovalamaca oynayanlar, kolkola girip dolaşanlar da var ama çoğunluk gene tek başına kalmayı tercih ediyor. Dalgın dalgın yürüyenler, yürürken kendi kendine konuşanlar, etrafında kimse olmadığı halde küfür edenler, bir ağacın altında veya bankın üzerinde dinlenenler hep tek başına... İşte bizim Psikiyatrist de geliyor. Sevinçliyim. Bana bir hafta sonra gel demişti, acaba o zamandan bu zamana bir hafta geçti mi? Bana doğru yaklaşınca hemen ayağa kalktım, omzuma bastırıp oturmam için beni zorlarken kendi de yanıma oturdu. Önce hiç konuşmadan beni süzdü. Bakışları bile insanı rahatlatıyor, güven veriyordu. Konuşmaya başladı. Sesi yumuşaktı. Nasıl olduğumu, hallüsinasyonların geçip geçmediğini sordu. İyi olduğumu duyunca sevindi. -Hayatı katlanabilir yapmak için insanın bir amaca ihtiyacı vardır. Kendine bir amaç belirlemelisin. O amaca ulaşmak için gayret harcarken birçok olumsuzluğu da geride bırakacaksın. -Doktor bey, bu hastane ortamında kendime nasıl bir amaç belirleyebilirim ki! Hep aynı şeyler. Sabah zil sesi kahvaltı, öğlen zil sesi yemek, akşam zil sesi yemek ve gece zil sesi yatış. -Haklısın, buradaki hayat monoton, kısır bir döngü. Ama buna rağmen bir şeyler yapılabilir. Mesela etrafımızdaki insanlara yardım edebiliriz. Onlara yardım edebilmek için illaki maddi bir şeyler vermek gerekmiyor. İnsanlara sevgimizi verebiliriz, onların sorunlarını dinleyebiliriz, bildiğimiz çözümler varsa bunları önerebiliriz. İsteksiz isteksiz yürüyen bir adam bize doğru yaklaşıyordu. Bu halinden bile hayattan bezmiş olduğu anlaşılıyordu. Yüzü bana aşinaydı ama tam olarak kim olduğunu çıkaramadım. Bizim Psikiyatrist adama işaret etti, yanımıza geldi. Adam benim yüzüme alık alık bakınca orada fazlalık olduğumu anladım. Aklıma altınların parasını getirecekleri ihtimali gelince kalkmaya karar verdim. Tam izin isteyecektim ki bizim Psikiyatrist aklımdan geçenleri okumuş gibi bana: -Gitmek istiyorsun galiba! Tamam, şimdilik git, daha sonra tekrar görüşürüz. Ben biraz şu hasta ile ilgileneyim, dedi. Büroya döndüm. Saatlerce beklemiş olmama rağmen ne gelen oldu ne de giden. Hatta bir ara biraz şekerleme de yaptım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Biraz daha bekleyince aklıma kötü ihtimaller gelmeye başladı. Çünkü paranın şimdiye kadar çoktan gelmesi gerekiyordu. Daha önceki uygulamalarda hiç bu kadar geç kalınmamıştı. Görevlilerin altınlarla kaçtıkları ihtimali canımı sıkıyordu. Gidip durumu Maliye Bakanı'na bildirdim. O da hayret etti. Hemen emir verip görevli elemanları arattıysa da onları öğleden sonra gören hiç olmamıştı. Kapı nöbetçisi de bu elemanların giriş yapmadıklarını söyleyince şüpheler iyice arttı. (Çok yakında bitecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |