Özgürlük sevdası insanın başkalarına duyduğu sevgidir; güç sevdası insanın kendine duyduğu sevgidir. -Hazlitt |
|
||||||||||
|
O gün, otobüse binip deniz kenarına gidecektim. Her zamanki çayhanemde her zamanki yerime oturacak ve hem denizi hem de vapurları seyredecektim. Vapur düdüğünün sesi ve martıların çığlıkları hoşuma gidiyordu. Yanıma iki de simit alacaktım. Biri bana diğeri martılara... Otobüs geldi, yarısı boştu. Bindim, oturacak yer bulmakta zorlanmadım. En arkadan ikinci sıra cam kenarındayım. Önümde genç bir anne ve 3-4 yaşlarında çocuğu. Küçük ikide bir arkasını dönüp bana bakıyor. Gözlerinde korku var. Perişan halim çocuğu etkilemiş. Annesi arkasına bakmaması için uyarıyor, o dinlemiyor. Onların ilerisinde iki yaşlı adam sohbet ediyor, sesleri bana kadar geliyor. İşitme problemli yaşlılar. Boş yer olmasına rağmen iki genç kız ve bir delikanlı orta kapının yanında ayakta duruyorlar. Üçü de ellerindeki telefonla meşgül. Telefonla oynayan yalnız onlar değil, şoförün arkasındaki koltukta oturan orta yaşlarda iyi giyimli bir adam da dakikalardır kulağından indirmedi telefonu. Konuşuyor mu bir şey mi dinliyor belli değil. Şoför iri yarı, kalın enseli bir adam. Koltuğunu fazlasıyla dolduruyor. Frene bazen öyle sert basıyor ki ayaktaki gençler savrulmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Etrafı seyrederek gidiyorum. Bu yolculuğum yaklaşık bir saat sürecekti. Oraya varış saatim tam öğle arasına rastlayacaktı. İnsanlar o saatte çayhaneyi doldururlardı, şansım varsa çayhanenin ortasındaki cam kenarı yerime kapılmadan oturabilirdim. Bu, çok zayıf bir ihtimal olmasına rağmen gene de umutluydum. İlk yarım saat, otobüs her zamanki hızıyla gitti. Ama sonra? Adım adım gitmeye ve birçok yerde dakikalarca durmaya başladı. Önümüz vasıta doluydu, trafik tıkanmıştı. Yağmur atıştırmaya başladı, biraz sonra da hızlandı. Otobüsün silecekleri camı silmeye yetişemiyor. Pencereden dışarı bakıyorum, camdan sular süzülüyor; ta ileride zayıf bir şimşek gördüm. Çok cılız olduğundan zor fark ediliyor. Birazdan yağmur hızını daha da artırdı, öyle ki silecekler gacır gucur sesler çıkarmaya yani zorlanmaya başladı. Bineli bir saatten fazla zaman geçmiş olmasına rağmen daha bir hayli yolumuz vardı. Birkaç kere inip geri dönmeyi düşündüm, sonra vazgeçtim. Bu kadar yolu gelmişken biraz daha sabretmeliydim. Hem bu yağmurlu havada otobüsten inersem, her tarafım su içinde kalırdı. Duruyoruz, kaç dakika geçti? Ayaktaki gençler inme butonuna bastı, oysa durağa daha çok var. Üç-beş dakika otobüsün yerinden kıpırdamadığını görünce, şoförden kapıyı açmasını istediler. O da hem söylendi hem de kafasını salladı, ama kapıyı da açtı. Yağmura aldırmadan üçü de kendilerini dışarı attı. Onlar indi, trafik açılır gibi oldu, durağa gelince gene tıkandı. Ortalık karardı, yağmur aynı şiddette devam ediyor, gök gürüldemeye başladı. Tam o sırada bir cankurtaranın siren sesi duyuldu. Bu sıkışık trafikte nasıl gidecekti? Tehlike şeridi bile araç doluydu. Beş dakika sonra bir polis arabası ve cankurtaran sağ tarafımıza yanaştı, bir müddet durdu, biraz ilerledi. Polis arabasından durmadan anons yapılıyordu. Büyük bir ihtimalle ileride bir kaza olmuştu; polis ve cankurtaran olay mahalline ulaşmaya çalışıyorlardı. Neden sonra tehlike şeridi boşalır gibi oldu, polis aracı ve cankurtaran da gitti. Yağmur dindi, güneş çıktı, otobüs ilerlemeye başladı. Üç aracın karıştığı zincirleme trafik kazasının olduğu yeri geçtikten sonra trafik rahatladı. Son durağa geldiğimizde geçen zaman iki saatten de fazlaydı. Olsun. Simidimi yerken, çayımı yudumlarken, martılara simit atarken bu çektiklerimi unuturdum. İskeleye doğru hızlı adımlarla yürüyordum. İskeleye yaklaştıkça kalabalık arttı, bir yerden sonra ise durmak zorunda kaldım. Oysa çayhaneye sadece elli metre kalmıştı. Ama polis daha ileriye gitmeye kimseye izin vermiyordu. Etrafımdaki insanların konuşmalarını dinledim. Yarım saat önce iskeledeki çayhanede teröristler tarafından konulan bir bomba patlamış ve çok sayıda insan ölmüş. Yaralıların ise haddi hesabı yokmuş. Olay on gün sonra tam olarak aydınlatıldı: Mirasçıları aralarında anlaşamadıkları için kaderine terk edilmiş olan bahçe içindeki eski ve birçok yeri yıkık bir evin içinde, sağlam kalan bir odada üç genç yaşıyormuş. Evin yıkık olmayan yeri yalnız bu odadan ibaret değilmiş, nasıl olduysa tuvaleti de sapasağlammış. Gerçi evde su yokmuş, ama evin sakinleri bu haliyle de tuvaleti kullanabildikleri için hallerinden memnunmuş. Bu üç gençten biri uyuşturucu müptelası, diğeri tinerci ve üçüncü de şarapçıymış. Gençler birbiriyle konuşmaz, hatta birbirlerini tanımazlarmış. Hava kararınca herkes odaya gelir, bir köşedeki yatağının içine girer uyur, sabahleyin de kalkar gidermiş. Üçünün de çalıştığı bir işi olmadığından uyuşturucu, tiner ve şarap paralarını iskeleden gelip geçenlerden isteyerek ya da çalarak temin ederlermiş. İskelede kanlı, ses getirecek bir eylem hazırlığı yapan terör örgütü, bu gençlerden birini kullanmaya karar vermiş. Üçüyle de irtibat kurup bir müddet gençleri incelemişler ve sonunda tinerciyi bu işe uygun bulmuşlar. Birkaç gün ona para vermişler, yakınlık kurmuşlar, onunla sohbet etmişler. Ve sormuşlar: -Bir aylık tiner ve yemek parası kazanmak ister misin? Diye. Tinerci: -Bir aylık parayı ben ne yapacam? Bir günlük olsun yeter. Bir aylık olunca zaman nasıl geçecek para toplamadan? Canım sıkılır benim, ben para toplayarak aynı zamanda oyalanırım, demiş ve yapacağı işi sormuş. İşin çok basit olduğunu söyleyip açıklamışlar: Gece yarısı el ayak çekildikten sonra, iskeledeki çayhaneye girip verecekleri paketi ortalardaki bir masanın altına koymak. O gece vapur son seferini yaptıktan sonra iskele tamamen boşalınca, tinerci içinde saatli bomba ve bir bant olan bir poşet ile çayhaneye doğru gider. Diğer elinde de içi tiner dolu bir poşet daha vardır. Çayhanenin kapısını biraz zorlar, kolayca açılır. İçeri girer işini bitirir. Dışarı çıkar, on beş-yirmi metre gittikten sonra: -Orada dur! Diyen sert bir ses işitir ve durur. Arkasından iki polis gelmektedir. Öndeki: -Ne yapıyorsun buralarda? Diye sorar. -Hiç, abi dolaşıyorum. Polis gencin elindeki poşeti görünce tinerci olduğunu anlar ve: -Buralarda fazla dolaşma. Nerede kalıyorsan hemen oraya git, der. -Tamam abi, giderim, der Tinerci ve oradan koşarak uzaklaşır. Diğer polis, arkadaşına sorar: -Neden bıraktın, kimmiş, ne yapıyormuş burada? -Hiç canım, tinercinin biri. Galiba kafası iyi, dolaşıyor işte. Ertesi gün, tam saat 12.30'da bomba patlar ve yedi kişi ölür. Altısı ağır, on sekiz de yaralı vardır. İşte, eğer bindiğim otobüs yolda rötar yapmasaydı, bu ölü ya da yaralılardan biri de ben olacaktım. Şans mı şanssızlık mı? ● ● ● (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |