Bir ülke bağımsız olmadan, bağımsızlık da erdem olmadan ayakta duramaz. -Rousseau |
|
||||||||||
|
Yaşam destek ünitesinin olduğu yerden çıktım. Odama uğradım ve eve gitmek için hazırlandım. Hastaneden çıkmak üzereydim. Mırnav koridorlarda gezintiye çıkmıştı. Görmediğim bir varlığın peşine koşar gibi hızlıca koşmaya başladı. Hemen ardından bir anda durdu ve patilerini yalamaya başladı. Kedilerin tuhaf varlıklar olduğunu duymuştum ve Mırnav sayesinde bunu gözlemleme şansım da olmuştu. Mavi ve kehribar rengi gözleriyle bana bakıyordu. Temizlik görevlisi Aynur Kılıç ‘Çok akıllı bir kedi.’ Dedi. Bir anda yanı başımda bitmişti. Bozuntuya vermedim ama korkmuştum. ‘Ben de öyle düşünmeye başladım.’ Dedim. Aynur Hanım ‘Siz bir de şunu görün.’ Dedi ve önlüğünün cebine koyduğu, peçeteye sarılı bir parça peyniri çıkardı. Kâğıdı açtı ve peyniri yere bıraktı. Mırnav koşar adım geldi. Peyniri önce kokladı, sonra dişlerinin arasına aldığı bir parçayı yemeye başladı. Sonra başını bize doğru kaldırdı ve ‘Başka ne var?’ der gibi bize baktı. Aynur Hanım ‘Ama başka bir şey yok ki.’ Dedi. Sesinde sevecen bir ton vardı. Mırnav söyleneni anlamış gibiydi. Sonra geri dönüp koridorda yürüyüşüne devam etti. Yaşam destek ünitesinin olduğu alana gitmek istediğini düşündüm bir an. Sanki birini arıyor gibiydi. Bu düşünce bana o an saçma gelmişti. Aynur Hanım ‘Şu zavallı hayvanın hiç kimseye bir zoru yok. Yine de onu istemeyenler var.’ Dedi. ‘Benim için bir sorun oluşturmuyor.’ Dedim. Müsaade istedim ve onun yanından ayrıldım. O sıralarda gözlemlediğim bir şey daha oldu. Mırnav özellikle Doktor Ercan’ın hastanede olduğu saatlerde içeriye girmiyordu. Fatma Hemşireyle ayaküstü bir sohbette bundan bahsettim. ‘Sanırım onun kokusunu alıyor ve o ziyaretini o yokken yapıyor.’ Dedim. Fatma Hemşire gülümsedi. ‘Sanırım öyle.’ Dedi. Mırnav konusunu özellikle konuşmamaya karar vermiştik. Mırnav bizim için özel bir misafirdi ve öyle kalması için elimizden geleni yapıyorduk. Hastaneden ayrıldığımda kendimi biraz daha olsun huzurlu hissetmeye başlamıştım. Sanırım artık çalışma hayatının stresini kaldıramıyordum. Daha doğrusu insanların son nefesini vermesine karar vermeyi kaldıramıyordum. Bazen her şeyimi toplayıp, herkesten uzak kalabileceğim bir yere gitmenin planını yapardım. Bazıları gibi bende kalabalıkların içerisindeki o yalnız insanlardandım. Çünkü çalışma hayatına atılmış çoğu insan gibi ben de iş ve ev arasında geçen bir zaman çemberinde ölümü bekleyen fareler gibiydim. Zaman geçtikçe kendimi daha güçlü hissettiğim bir dönemden geçiyordum. Her şeyi daha berrak gördüğüm ve normal karşıladığım zamanlardan bahsediyorum. Yani bir süreliğine… Bayındır hastanesi yine olduğu gibiydi. Sadece yaşam destek ünitelerinin sağlık bakanlığına maliyeti konusunda vicdansızlık yapan bir gurup insanın haklı olabilecekleri fikri iyiden iyiye yayılıyordu. Bu durumun benim için hiçbir önemi yoktu. Aile ne isterse ve neye karar verirse onu yapıyordum. Doktor Ercan birkaç kere daha hastaları fırçaladı ve şahit olduğum bir olaydan sonra onunla konuşma kararı aldım. Başhekim Kıvanç Yıldırım’ı henüz olaylara müdahil etmeyi düşünmüyordum. Hastalara karşı nezaketsizliği karşısında Ercan’la yaptığım ilk konuşma değildi tabi. Sonuncusu da olmadı. Onun ruh hastası biri olduğunu anlamıştım. Çiçekleri koklayan ve güzelliği karşısında hayrete düşen bir insandan çok, onları pervasızca koparıp yere atan ruhu karanlık biriydi. ‘Hastalara biraz daha nazik davransan iyi olmaz mı?’ diye sordum. Doktor Ercan sanki onunla konuşmuyormuşum gibi stetoskobuyla oynuyordu. Yaramaz bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi. ‘Olması gerektiği gibi davranıyorum.’ Dedi. ‘Bir doktorlar nasıl konuşmaları gerektiğini bilmiyorlar.’ Donuk bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerinin içinde hiçbir ifade yoktu. İyi bir tiyatro oyuncusu gibi hissettiklerini yansıtmıyordu. ‘Böyle devam edersen seni şikâyet ederim.’ Diye çıkıştım. Aynı donuk ifadeyle bakmaya devam etti. ‘İstediğin şeyi yapabilirsin.’ Dedi. ‘Fakat, benim de şikâyet hakkımın olduğunu hatırlatmam gerekiyor.’ O an ona iyi bir sille atmamak için kendimi zor tutmuştum. İyi hatırlıyorum. Aklımdan suratına yediği tokatın ardından gireceği şoku ve yüzünün halini düşünmüştüm. Derin bir nefes alıp ona dostane bir konuşma yapmaya karar verdim. ‘Haklı olduğun konu hastaların sana karşı saygısızlığıysa, bunu çok fazla kafana takmaman lazım.’ Dedim. ‘Ayrıca, Kıvanç Bey’in bu tür nezaketsizlikler konusundaki hassasiyetini de hatırlatmam gerekiyor.’ Diye de ekledim. Doktor Ercan’ın o donuk bakışları Başhekimin adı geçince çözülmeye başladı. ‘Beni tehdit mi ediyorsun?’ diye sordu. ‘Hayır.’ Dedim. ‘Ama böyle yapmaya devam edersen Kıvanç Beyle konuşurum.’ Bu defa donuk ifadeyi ben takınıyordum. ‘Bundan çekinmem ama ben seninle tatlı bir dille konuşarak bu tavrının düzelebileceğini düşünüyorum.’ Dedim. ‘Onlar çare arayan hasta insanlar, biraz daha anlayışlı davranmamız onların iç dünyasında bizim tahmin bile demeyeceğimiz güzel şeylere vesile olabilir. Kötü davranmaya değmez.’ Konuşmamı düşmanca karşılamadığını hissettim. Sanırım onu korumaktan ziyade hastaları daha çok dert edindiğimi anladı ve uzunca bir süre nezaket konusunda kendisine bir çeki düzen verdi. Bu süre içerisinde her şey çok daha güzel olmaya başladı. O dönem Başhekimden müzik konusunda küçük bir ricam olmuştu. Hastanede klasik müzik çalınmasını istemiştim. Hastalarımızın ruh sağlığı için iyi olabileceğini düşünüyordum. Basit ama etkili hoparlör sistemiyle isteğime ulaştım. Artık saat ona kadar klasik müzik çalıyordu. Hastaların rahatladığını gözlemliyordum. Bir sabah şen kahkahaların koridoru doldurduğunu duydum. Temizlik görevlisi Aynur Kılıç’ın etrafına toplanmışlardı. Doktor Güven Alpagut, Hemşire Fatma Adatepe ve Hemşire Elif Acar da oradaydı. Hastane koridorunu odamdan görebiliyordum. Aynur Hanım, Mırnav’a yere yatmayı ve yuvarlanmayı öğrettiğini nasıl öğrettiğini anlatıyordu. Mırnav, renkli gözleriyle etrafına toplanan kalabalığa bakıyor ve şebeklik yapıyordu. O sırada hastane koridorlarında Mozart’ın ‘Küçük Gece Serenatı.’ Çalıyordu. Mırnav sanki parçanın ritmini ezberlemiş gibi yatıyor, yuvarlanıyor ve patilerini ritmik bir şekilde hareket ettiriyordu. Tam o sırada doktor belanın, yani Doktor Ercan’ın bize doğru geldiğini fark ettik. Ağır adımlarla yaklaştı. İlginç şekilde lolipop şekerine, stetoskopuna, dokunmuyordu. Geldi… Geldi… Yanımızda durdu. Bu defa o şizofreni andıran bakışları görmedim. Şaşırmıştım. Herhalde konuşmamız tahmin ettiğimden daha çok işe yaradı diye düşünüyordum. Çünkü ondan beklenen, kediye doğru hızla bir tekme savuşturup kovmak olabilirdi. Doktor Ercan kediye gülümsemeyi de ihmal etmemişti. Kaçamak bakışlarla birbirimize bakıyorduk. Mırnav’da ona aldırmıyordu. Yuvarlanmaya, patileriyle gerinmeye, bizleri güldürmeye devam ediyordu. Doktor Güven ‘Kafasına saksı falan mı düştü acaba?’ ‘Bir fikrim yok ama beni şaşırttığını söylemeliyim.’ Dedim. O gün Doktor Ercan’ın aklından geçen şeyin ne olduğunu ve neden ılımlı bir havaya büründüğü konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama bildiğim bir şey vardı ki, Bayındır Hastanesi belli bir süre huzur bulmuştu. Öğleden sonra yoğun bakım ünitesine ve bitişiğindeki yaşam destek ünitesine bakmaya gittim. Melek Bilen yatağında yatmış, başını cama doğru, ömrüm boyunca gördüğüm en beyaz kadın, beyaz kirpiklerine inci gibi dizilmiş yuvarlak zerrelerle dışarıya bakınıyordu. ‘Doktor Bey.’ Dedi. ‘Efendim Melek Hanım.’ ‘Yanıma gelmen gerekiyor.’ ‘Size çok yakınım ve duyabiliyorum.’ Bu isteği biraz garipsemiştim ama onu kırmamak adına yaklaştım. Başını bana doğru çevirdi. Beyaz kirpikleriyle beni aşağıdan yukarıya süzdü. İstemsizce derin bir nefes aldım. Melek Hanım yatağından kalktı ve oturdu. ‘Daha da yaklaşman gerek.’ Dedi. İçimde tanımlayamadığım bir enerji hissediyordum. Tıpkı Melek Bilen hakkında bilgi almak için İkinci Bahar Huzur Evini telefonla aradığımda beynimin içerisinde hissettiğim güç dalgalanmasına benzer şeylerdi. Bu defa beynimin içerisine, telefon ahizesinden değil, direkt olarak Melek Bilen’in gözlerinden, göremediğim bir dalgalanma akıyordu. Bu dalgalanma tıpkı o günkü gibi vücuduma doğru yayılıyordu. Ama bu defa çok daha güçlüydü. Bir hipnozun etkisinde gibiydim. O ne derse yapıyordum. Donuk bir dille ne istediğini sordum. Şimdi bile korktuğumu hatırlıyorum. ‘Sizden bir şey istemiyorum. Tam karşımda durun ve gözlerinizi benden ayırmayın.’ Bir an bir deliyle konuşuyor gibi hissetsem de söylenenleri yapmaktan kendimi geri alamıyordum. Sonra ellerini bana doğru uzattı. Gözlerinden öyle bir anlam vardı ki bana asla zarar vermeyeceğini ya da tuhaf bir şey yapmayacağını biliyordum. Ellerimi ona doğru uzattım. Sadece yüzük parmaklarımı elleriyle kavradı. ‘Ne yapmaya çalıştığınızı anlayamıyorum.’ Dedim. Beynimin içerisinden kalbime doğru giden bir akımı hissedebiliyordum. Acı ya da korku hissetmiyordum. Daha önce görmediğim, aklımın almadığı bir boşlukta gibiydim. Farklı bir dünyaya açılan kapıdan girmiştim. Melek Hanım yüzük parmaklarımı ansızın bıraktı. Derin bir uykudan uyanmış gibi hissediyordum. Hayatım boyunca yaşamadığım bir huzurla dolmuştum. Melek Hanım sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar eski haline döndü. Yüzünü tekrar cama doğru çevirdi. ‘Bana ne oldu?’ diye sordum. Sesim son derece sakindi. ‘Bana ne oldu?’ diye tekrarladım. ‘Kalbinin ve zihninin tertemiz olduğundan emin olmak istedim. Seninle konuştuk ve Tercih yaptın. Gireceğin karanlık dünyada ne yapman gerektiğini ve çıkışa nasıl ulaşacağını anlattım.’ ‘Ne tercihi?’ diye söylendim. Nasıl bir şey yaptığını anlamayacağımı söyledi. ‘Unutma.’ Dedi kuru bir ses tonuyla. ‘Orada üç sonuç vardır. Alzheimer, ölüm ve mucize. Sen daha önce yapılamayan kadar mucize yapacaksın.’ Beyaz saçları yastığına dağılmıştı, kirpiklerindeki yuvarlaklar birer inci tanesi gibi camdan yansıyordu. O an yaşadığım şokun etkisiyle sadece odadan çıkmayı düşündüm. Ve öyle de yaptım. Zihnimde müthiş bir dinginlik hakimdi. Çok mutluydum. Odama geçtiğimde daha önce hissetmediğim kadar huzurlu olduğumu anladım. Sanki şehirden ve insanlardan uzaklarda kendi başına yaşayan ve huzura ermiş o şanslı insan gibi hissediyordum. Tam da hayalini kurduğum şeydi bu. Yaşadığım şey aptalca bir olaymış gibi gelebilir ama öyle olmadığını tüm zerrelerimde hissediyordum. Melek Hanım bana dokunduğu andan beri dünyaya bakışımın değiştiğini hissediyordum. Hani bazen hayatta her şeye gücünüzün yeteceğini hissettiğiniz anlardaki gibi. Aslında neler olduğunu az çok tahmin edebiliyordum; yüzük parmaklarımı tuttuğu ilk anda bile neler olduğunu biliyordum. Bu bir mucizeydi. Bir anda anlatılacak ve heba edilebilecek bir şey değildi. Bu yüzden hemen anlatmak istemiyorum. Sadece şunu belirtmem gerekir ki; Tanrı’nın bir mucizesine şahitlik etmiştim. Dini konularda bilimsel dayanağı olmayan şeyleri sorgulayan ve inanmayan biri olmama rağmen yaşadığım olay beni tekrar sorgulamam gereken şeyler olduğuna inandırmıştı. Buna benzer şeyler duymuştum. Bunlardan biri hiç kuşkusuz yakın zamanda yaşadığımız Gölcük depreminde duyduğumdu. Bir çocuk enkaz altından on gün sonra çıkarılmıştı. Sağlık görevlileri çocuğu ambulansa taşırlarken çocuk durumunun iyi olduğundan, aç olmadığından ve birinin onu sürekli doyurduğundan bahsetmişti. Depremzede çocuğun mucizevi kurtuluşu duyduklarımdan sadece biriydi, ben bu tip şeylere inanan biri olarak büyümedim. Ama küçükken yaşadığım ilginç bir olay vardı. Ellerimin ve parmaklarımın üzerinde siğiller çıkmıştı. Annem bir çare bulamayınca beni bir hocaya göstermişti. Hoca bilmediğim dualar ederek ellerimdeki siğilleri tükenmez kalemle daire içerisine almıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir hafta geçmeden ellerimdeki siğiller yok olmuştu. Melek Bilen’in bu tür bir mucizesine henüz şahit olmamıştım ama bana dokunduğu anda zihnimde canlanan diğer dünya diye tanımlayabileceğim bir yeri görmüştüm. ‘Kalbinin ve zihninin tertemiz olduğundan emin olmak istedim. Seninle konuştuk ve Tercih yaptın. Gireceğin karanlık dünyada ne yapman gerektiğini ve çıkışa nasıl ulaşacağını anlattım.’ Bu cümleler, zihnimin en güçlü kısmına kazınmış gibiydi. Ne zaman istesem kelimesi kelimesine hatırlayabiliyordum. Benim için her şeyin netleşmeye başlamasına, parçaların yerine oturmasına çok az zaman kalmıştı. Gördüğüm geometrik şekillerin (Hayvanlarda, bitkilerde ve insanlarda) anlam bulmasına da… Melek Hanım’a olan merakım artmıştı. O mucizevi bir insandı. Ona karşı hissettiğim merak gün be gün artmaya başlamıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Timur KOHEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |