"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Meydan... meydanı doğurmuş asırlık meşe. Orada burada birkaç bank, Arnavut kaldırımlı yol ve hepsi yüzünü meşeye dönmüş sıra sıra, en yükseği üç katlı binalar. Yuvarlak meydanın güneyinden gelip kuzeyine giden- yada tam tersi- yol: Anayol. Kasabanın göreceli işlek damarı olan iki şeritli yol. Anayoldan yukarılara doğru tırmanan kırık dökük, tozlu ve daracık sokaklar. Mevsiminden önce sarkmış elektrik telleri, kedi peşinde hırlayan köpekler ve köpeklerden kaçan nefes nefese kediler. Ötede zirveleri görünür muhakkak Yüceler' in; ne çıkmak kolay onlara, ne de durmak üstlerinde... Yüceler dik dik bakar kasabaya, her şeyi görür her şeyi bilirler. Bütün hayatlardan haberdardırlar, bütün ölümlerden ve bütün doğumlardan... Bir çığlık... Yüceler' in karalara bürünmesinin alameti; habercisi. İşte o günün gecesi işkencedir herkese. O çığlık bağlar tümünün rızkını ve ruhunu... kalpler dermandan kesilir, eller iş tutmaz artık. Konuşmalara, ve aslında hayatlara kocaman bir es verilir; binlerce yıl gibi bir gecedir o es... Ebe ne zaman sokaklarda koşarken görülse, şüphenin önüne geçilemez. Bir kapıdan içeri girdiğinde, ellerini kurularken dışarı çıkması endişeyle beklenir. Tek bir ebe... o kasabaya tek bir ebe yetmektedir. Ebe yaşlıdır; koşuşunda yaşlılık sarkar ve hoplar her yanından. Tombuldur ve asla kollarını giymediği yeşil hırkası daima sırtındadır aceleyle koşarken. Aslında ebeyi seven yoktur, çünkü ölümden beter haberler beklenir ondan. Bir çığlık... Artık ebenin kapıda görünmesine lüzum yoktur. Çığlık alamettir; Yüceler' in gürlemesini taşıyan rüzgarın sırtında gezinen kötü cindir. Böylece zirveler yavaşça kararır; akşamdan evvel ve günün aydınlığına aldırmadan. Herkes bilir ve istisnasız bütün halk, kalbine çöken ağırlığın hissi kadar emindir ki, ölümün karanlığından daha beter bir doğum, Yüceler' i azdırmıştır. Sessizlik... Hayat her şeyi çözmez. Hayatta olmak en büyük şans değildir. Sessiz bir hayat, sessiz bir kasabada donmak ve çökmektir. Muhtemelen bir kere ölmek insanın kaderidir; lakin sessiz bir hayat, hatta sessiz bir gece dahi, ölümü geride bırakabilir. Ve ümit, acizliğin son kalesidir böyle anlarda. Kasabadaki her hanede, Yüceler' in garez dolu gecesinde tek bir ümit vardır: 'Lanet bana dokunmasın.' Kahve... Kahve meşenin karşısında, meydanın batı tarafında tek katıyla bekler. Duvarları koyu sarmaşıklarla canhıraş sarılmıştır. Oturup çay içenler, kağıt oynayanlar ve sıkıntıyla zaman öldürenlerle dolar çoğunlukla... Şimdi değil... herkes evinde ve kahveyi çoktan boş vermiş. Donmuş akıllar, gelip geçmesini bekliyorlar geçmek bilemeyen gecenin. Ruhlarındaki korku her saniye batıyor lime lime... yine de bir tarafları kahveyi düşünüyor. Gecenin loş ışıklarıyla ince nurlar saçan çarpık yaratıklara dönüşmüş masalarını ve arka tarafındaki çay haneyi. Çay hanenin arkasında dikilen adamın metruk bekleyişini düşlüyorlar. Yüceler en çok oraya bakar; kahveye. Fakat kahve kasabadır adeta; kem gözler oradan yayılır sanki her akla. Yüceler oradan hakim olurlar herkese; yada herkes böyle tahmin eder. Zira Yüceler' den önceki son durak orasıdır. Bekleyen ve gecenin soluk ışıklarıyla yıkanan bir adam düşlüyorlar. Bekleyecek denli dirayetli bir o var kasabada. Ruhu sert ve kendini her seferinde feda edecek kadar cesur. Durmadan bekliyor o gece: Bekliyor ve gözlüyor... Beklemek... Zamansızlığın sayısız isminden biridir beklemek. Zira zamanı tanımak zordur beklerken. Yavaş ve ağdalıdır bazen, yada hızlı ve kaygan olur. Korku beklemeyi ağırlaştırır ve saniyeler kalınlaşır ansızın. Şüphe, felaket kabusları yaratınca, beklenen korku aslında zamana dönüşür... Zaman ve korku... Beklemek ve şüphe etmek... Şüphe kasabada kol geziyor artık. Nedenleri ortada: kahvede bekleyen adam ve sokaklarda akşam mesaisine çıkan ebe: Dakika dakika artan ve kararan hain şüphe. Lanet ortaya çıkarsa kimse kurtulamaz. Tüm dünyaya bu kasabadan yayılır. İlk darbeyi yerliler karşılar ve muhakkak yerle bir olurlar... Daha önce oldu; üç kere... Birincisinde kimse ne olduğunu anlayamadı ve kayıpları için yas tutup ağlaştılar beraberce. İkincisinde laneti engellemeyi denediler ama zaman onlardan atikti ve laneti salıvermekte bir sakınca görmedi. Üçüncüsü kasabada kimsenin hatırlamak istemediği korkunç bir vahşete büründü, ki vahşet bizatihi kasabanın korkusunu ve şaşkınlığını taşıyordu. O bebeği bulana, zift karası gök yarılır gibi çatırdayana değin hiçbir kasabalı içindeki caniyi durdurmadı... Şimdi... Bir kapı açılmayı bekliyor. Ebe öğlen vaktinden beri o kapının ardında. Dizlerini dövenler, inleyenler, ağıt yakanlar ve itiraz edenler var kapının ardında. Ağlamalar ve inanamazlık dolduruyor geceden evvel içerisini; kahrın geceye karışmasına daha var. Gönülsüz ev sahipleri, vermiyorlar onlar için kıymetli olan şeyi. Sinirlenip celalleniyorlar bazen ebeye karşı. Lakin bunlar hep son bulmuştur şimdiye dek. Kapı hep açılmış ve gıcırtıyla kapanmıştır. Ebenin o gecelerde uğradığı evler, uğursuz kaderlerine razı olamayanlarla dolar sürekli. Telkinlerle ve tehditlerle ikna oldular hep. Ebe onları kandırırmış gibi gelirdi zaten; canlarından bir parça giderdi ve o, ebenin kırışık elleri üzerinde uzaklaşırdı onlardan. Yine de bugün yaşlı kadının işi daha kolay. Kalın enseli ve aşırı terli tombul bir adam ısrarla bebeği- bebeğini annesinin kucağından alıp ebeye uzatmaya çalışıyor. Gözleri delirmiş gibi bakıyor, öyle ki ödü kopmuş bir çocuk gibi inliyor. 'Al' diyor sanki, ' Al ve rahat bırak -bırakın bizi!'.. Ölmekten ölümüne korkuyor gibi... Ebe acele ederdi; kucağında taşıdığıyla kapıya gelir ve kapı kolunu aşağıya ittirirdi. Onu kimse uğurlamazdı. Gitmesini isterlerdi bir an evvel, 'Kapıyı aç ve git artık..!' Kapı... Açılması aniden olurdu. Menteşeleri yana yana gıcırdar, taş kaplı yollarda yankılanıp camlara çarpardı. Ebe kahveye gidiyordu. Ağır bir edayla, iki büklüm yürüyordu ıssız sokakta. Yüceler onu gözetliyordu. Bazen rüzgarı üzerine salıp onu kontrol ediyorlar ve kucağındakine bakıyorlardı. Ebe üşüyor ve korkuyordu... Kahveye yüz altmış dokuz adım kalmıştı... Karşılaşma... Ruhlarda dalgalanma esintileriyle karşılanır karşılaşmalar. Kıvılcımlar ve güzellikleri başlatır, güzel kokular dolar havsalaya. Aniden olanı makbuldür ve mantık sektiği için kalp yücelmiştir adeta. Kiminle veya ne ile karşılaşıldığı önemlidir. Zira kıvılcımlar dikenlere, güzellikler bataklık kabuslarına, güzel kokularda zihni çökerten karabasanlara dönüşüverir. Karşılaşmalar iyidir; ama hangi içsel tarafınız için iyi olduğunu siz belirleyemezsiniz. Buna kabiliyetiniz yoktur. Yapmanız gereken yalnızca tahlil etmektir. Güzelliklerin keyfini çıkarmalı, kadersizliği sahiplenmelisiniz. Kahvedeki adam kadersizliği metanetle kabul ederken, yüzündeki derin çizikler ve çenesindeki köşeli kıvrımlar hiç titremedi. Pos bıyığını dişledi ve çene kaslarını sıktı. Çığlığı duyduğundan beridir karşılaşmaya hazırdı. Artık gözü meydana saplanan yoldaydı, kara bir noktanın belirmesini bekliyordu. O kara nokta, meydana yaklaşırken giderek irileşecek ve insansı bir figüre dönüşecekti. Sonunda kahvenin açık olan kapısından içeriye girecek ve adamla yüz yüze duracaktı; Kahvedeki adamla ebenin karşılaşması bataklıktaki kabustu... Kabus... Zordur bunu tanımlamak. Aklınıza gelen en sivri ve en ürpertici kelimeleri kullanırsınız ilk başta. Fakat çaresizce anlarsınız ki, aslında betimlemeye çalıştığınız şeyi bir nebze dahi canlandıramamışsınız cümlelerinizde. Böylece daha karamsar tabirler ararsınız telaşla. Paylaşmayı istersiniz korkunuzu. Siz istediğiniz kadar cümlelerle, sesinizin tonuyla anlatmaya çabalayın bu kabusu. Sizi dinleyen onu anlatımınızda değil, yüzünüzde okur. Gözlerinizde görür... Kabuslar için kelimelere gerek yoktur. Kahvedeki adamda belki bu yüzden pek konuşmaz. Sadece ebenin kolları arasında kıvranan şeye bakar: Olmaması gereken sakallara, alından tomurcuklanmış sinir bozucu şirinlikteki üç kara boynuzcuğa ve göz olması gereken iki kara boşluğa... Ve masum ve tiz bir ağlayış geceyi iğneler ansızın. Kahvedeki adamın yüreği paralanır ama yine de ebenin kollarından teslim alır bebeği. Yücelerin asırlardır devam eden uğraşı, bu gecede de iş başındadır. Kim önce davranırsa kazanır; Yüceler kaybederse yeniden dener -Zira onların hırsı alevden salonları doldurur-, ama kahvedeki adam ve dolayısıyla kasaba kaybederse bunun telafisi, yıkımın yaralarını asla kapatamaz... Patika... Kahvedeki adam ( "Adı Halil olsun" demişti babası zamanında) meydanın Arnavut kaldırımlarını çınlatırken başka ayak sesleri duydu. Gittiği yönün tam zıttı tarafa doğru sönükleşen topuk tıkırtıları... Ebe evine, tek katlı virane yuvasına gidiyordu. Muhtemelen bütün gece ağlayacak, tüyleri dikilerek yakaracak ve dua edecek. Bu kasaba ne kadar kurbansa, ebe de aynı derecede çaresiz. Evine, küf kokulu duvarları arasına kapanınca, insanlığı ona ağlamasını emrediyor. Çünkü elinde bir bu kaldı. Halil ise Yüceler'in eteklerine tırmanan patikaya doğru ilerliyor. Halil... onu da aynı ebe doğurdu. Ailesi onu da aynı sıkıntıyla bekledi. Tüm kasaba, doğacak çocukları benzer kasvetler içinde beklerdi. Ebe Halil'in doğduğu gün, Halillerin evinden ellerini kurulayarak çıkmıştı. Suratında ölü bir çılgınlığın kalıntıları kalmıştı; felakete ramak kala kurtulmuş gibi bakıyordu yorgun gözleri. Halil'in doğduğu gün, evlerinde kimse çığlık atmamış, kimse kaderine isyan etmemişti. Halil'in iki büyük kardeşi vardı. Ölüydüler. Yüceler' in kurası onlara vurmuştu ve onlar Yüceler' in zirveleri altında, başlamadan biten bir hayata sahip oldular. Deli Ragıp'ın Yüceler' e son taşıdığı bebeklerdi onlar. Ragıp deliliğinden koyu bir cesaretle kendini zirvelerden aşağıya çığlık çığlığa bıraktığında kimse şaşırmamıştı; bu, er geç olacaktı... Biliyorlardı. Halil büyürken Sadi Çavuş üstlendi bu kahpe işi. Yücelere tırmanmak, bir savaş gazisini yıldırmazdı. O pek çok ölüm görmüş, sayısız kurşun atmış, süngü saplamış, canlar almıştı. Deli Ragıp'ın ölüm haberi üzerine hemen işe koyuldu ve kahvenin tüm sorumluluğunu o üstlendi. Çünkü orası sadece bir kahve değildi. Merkezin merkezinde, zincirleri sıkı sıkıya bağlanmış kuduz bir köpekti. Sadi Çavuş hep mert bir vakarla beklerdi kahvede. Kabuslarından bahsetmez, çılgınlık aklına hükmettiğinde Kara Orman'a kaçardı... Son gidişinin ardından hiç dönmedi. Halil evlenene kadar hiçbir çığlık ortalıkta dolaşmadı. Bütün bebekler normal doğuyor, Yüceler' in sessizliği fırtınayı çağırıyordu. Uzun yıllar gergin bir normallik halk arasında hakim oldu. Buna rağmen kasabaya azıcık dahi olsa huzur uğramadı. Onlar tetikte olmayı zorunluluk haline getirmiş, muhteviyatına zehir karışmış kaderi paylaşan bir avuç insandı. Rahat bir nefes almayı sevmezlerdi. Çünkü ardından mutlaka iblis kanatlı bir musibet belleklerinden fırlar ve ruhlarını çökertirdi. Temkinli olmak ve suçlu misali boyun eğmek daha makbuldü. O sıralarda kahve Süleyman'ın elindeydi. Belki de kasabada bu menfur işten ürkmeyen bir o vardı. Aklı başka çalışırdı Süleyman'ın. Küçücük bir yerleşimde güce düşkün olacak denli çarpık akıllı olan tek oydu. Azgın dürtüleri içinde hep bir çığlık bekledi, bekledi, bekledi. Çığlık ona gelmeyince, o çığlığa gitmeyi denedi. Korkusuzca Yüceler'in zirvelerine tırmanırken ve gece çatırdayarak, gümbürdeyerek ve yağmur olup üzerine yağarak onu lanet üstüne lanete boğarken, yeni doğmuş oğluyla ilgili en günahkar planları yapıyordu. İşte o gece ne olduğunu kimse anlamadı. Gökyüzünün hışmının sebebine bir mana bulamadılar. Bir kaçı Yüceler' in garaza geldiğini fısıldadı aralarında. Çığlıksız bir günün ardından gökyüzü hiç bu kadar delirmemişti daha önce. Ne olduğunu daha iyi anlamak için bir de Süleyman'a sormak istediler. Zira o kahveden geçen her şeyi kasabalıdan daha iyi bilirdi; yoksa çığlıksız bir kabullenişle bebeğini Yüceler' e veren bir anne mi olmuştu? Eğer öyleyse bu bir ilkti. ve bunu ancak Süleyman bilebilirdi. Lakin onu bulamadılar. Karısı oğlunun beşiği başında ağlıyordu, Süleyman ise kayıptı... Halil'in tüm çocuklarını da aynı ebe doğurttu. Halil bu kasabada doğmuş olduğuna sövdüğü kadar, ebenin uğursuzluğuna da söverdi içten içe. İkinci oğlu doğduğunda beklenilen olmadı ve Halil kime minnettar olacağının şaşkınlığı içinde oğluna Umut ismini verdi. Muhakkak kuru bir ümitle vermişti bu ismi. Umut bir aylıkken Yüceler gazabını saldı yine. Gök kubbe karardı, toprak altlarında dumanlara boğuldu. Ulumaların sayısız sahibi rüzgarların üstünde sokaklarda dolandı. Koşturup haykıranlara, bağırıp çağıran ve inleyerek ağlayanlar katıldı. Şaşkınlıkları dehşetin bıçak izleriyle berelenmişti. Herkes hazırlıksız yakalanmış, ne ebeyi koştururken görmüş, ne de ölecekmişçesine çığlık atan bir kadın sesi duymuşlardı. Yüceler ansızın galeyana gelmişti. Peki sebep neydi?.. Kasabada Ammansız tartışmalar oldu, anlayış yerini geniş bir çaresizliğe bıraktı. Korku nabız gibi atarken, ne yapacağını bilemeyen ahali vahşet maskesini takıverdi. Kasabanın en zengin ve en domuz gibi terleyeni hepsine seslendi. Parası en çok olan hayata en sıkı bağlanan olurdu. Her türlü günahı işler, en ufak çıkar peşinde çocuğunu gırtlaklardı. Tahrik etti hepsini. En ağır korkudan bir tohum serpti kalplerine ve nihayet istediği eylemi harekete geçirdi. Çoğunluğun kararı esef vericiydi. Karşı çıkanları dinlemediler bile... Her şey bir gecede oldu bitti. Yüceler'in garazı da, yeni başlamış hayatlar da... Tüm bebekleri alıp Yüceler'e doğru yönlenen, garip iniltiler ve yakarışlar koparan o akıl dışı kalabalığı Halil hiç unutmadı. O kararmış akıllar ve cesaretten fersahlarca uzaklaşmış fersiz bakışların yüzlercesi kapısını yerle bir ederek içeriye doluştuğunda Halil, felakete ne denli yaklaştığını ürpererek hissetti. Aç leş yiyicilerin gaddar haline bürünmüş yerli halk Halil'e sorarcasına bakmıştı. Konuşmuyorlardı. Halil olan bitenden haberdardı. Karşı koymak için ne yaptıysa kar etmedi. O geceye dair son hatırladığı görüntü ise, kanı kulaklarından ince pınarlar gibi akarken elinde Umut'unu taşıyan bir çift elin onu ittirdiği. Ardından kırmızı perdeler gözlerine serilmeden evvel guruldayan güruhun kara, biçimsiz ve kıvranan şeklini gördü; iki el oğlunu o karaltının üzerinde savaş ganimeti gibi taşıyordu... Patika... Yüceler' in eteklerine sarılmış bir keçi yolunda, Halil hep durduğu noktada durup geldiği yere baktı. Kasaba şimdi üzeri tozlu bir ampul gibi sönükçe ışıldıyordu.Kafasını kaldırdı ve önünde yükselen karanlık gecenin duvarına baktı. Patika kuru otların ortasında zar zor ilerleyip o duvarın içinde kayboluyordu. Varacağı yeri düşündü. Üç sivri zirvenin birleştiği kasvetli, yuvarlak taşlık düzlüğü hayal etti kafasında. Her çığlığın gecesinde gittiği yer, zifiri körlüğün yaratımlarından birinin kucağıydı orası. Yüceler' in üç sivri zirvesi, açlıktan kudurmuş onu bekliyordu. Şeytani uğultular ve öfkeyle esen rüzgarlar nöbetteydi orada. Akla üşüşen imgelerin ise tarifi yoktu; Halil'i en çok da bunlar korkuturdu. İnsanı kendi kendine düşman edip, sayısız uğursuzluğu istemenin eşiğine getirirlerdi. Susuzluk, çaresizlik ve nefessizlik bedeninizde hükmetmeye başlar, gittikçe yükseldiğinizi düşleyip aniden derin okyanusların en zulmet kenarına az önce düşmüş gibi kaburgalarınızın çatırdadığını inleyerek hissederdiniz. İşte böyle bir yerdi orası; en hakikatli nurlarla dahi sarılmış olsa, kaynağındaki karanlıktan asla ödün vermezdi. Halil, minicik ucube beden kolları arasında kıvranırken en çok kendi oğlunu düşünürdü. Umut'u uğursuz elleri üzerinde evinden alıp götüren vicdansız yerli halkı mahkum ederdi kalbinde. Yukarıya her çıkışında, ellerinde titreyen ve inleyen bebeklerin metruk suratlarına her bakışında geçmiş gelirdi aklına. Sürekli ve durmadan oğlunu kurban etmeye kararlı olan insan güruhunun siyah biçimi canlanırdı aklında ve inlemeler arasında duyduğu şişman ve zengin iblisin haykırışı yankılanırdı kafasında: "Yüceler bizi bekler! Zalim Yüceler adağı hemen ister... gazap... zulüm... felaket... Yüceler cezaları beraber keser! Korkun... İtaat edin... her bebeği yukarı getirin... hepsini..!" Umut demişti oğluna, bu kötürüm kasabada ümit kırıntılarının peşinden gidecek ilk insan o olmuştu belki de. Lakin korku her yerde üstün geliyordu. insanlık ve vicdan, korku karşısında acizdi. Güzergahı en beter yolculuk Yüceler' e doğru olanıydı. Halil yıllar içinde bir alışkanlık edinmişti. Üç habis zirveye doğru tırmanırken, delicesine korkmak yerine dikkatini başka tarafa çekiyordu. Mezarlıkta ölüler dürterken çaresizce şarkı söylemeye benzerdi. Yukarı çıkardığı her bebekle beraber aklına kazıdığı bir laf olurdu mutlaka. Umut'unu alıp götüren günahkarlara karşı söylemek için tasarladığı bir haykırış yada o iki yüzlü kalın parmaklı kasaba tüccarına çektirmek istediği acıların yanında iyi gidecek bir iki kelam.Benliğinin zifiri köşelerinde intikam dişlerini biler, belirsiz bir zaman sonra eline geçecek fırsatın provalarını yapardı. Tüm kasabayı, özellikle de kasabanın en iri işkembeli sakinini yürek yangınından ve ruh daralmasından inletecek günün- yada gecenin vaktini sebatla beklerdi. Şu anda ayaklarıyla beraber müphem bir karaltıya doğru uzanan mesafeyi aştıkları berbat işi üstlenmesinin ve kasabadan derhal ayrılmayışının yegane sebebi de buydu. Elbet bir gün şu insanlıktan çıkmış tedirgin fani sürüsünü ardında bırakacaktı. Lakin bunu Umut'a karşı bir bedel almadan düşünmüyordu. Gece her saniye biraz daha cansızlaşıp sönüyordu. Attığı her adımda gecenin can çekiştiği, yıldızların boğazlandığı yere varıyormuş gibi bir dürtüye kapılıyordu. Oğlunu bu keçiyolundan yukarıya taşıyan kalabalığı düşlerdi bazen Halil. Belki de oğlu soğuktan ve anlamamışlıktan dolayı yırtınarak ağlamıştı. Onu da diğer bebeklerin yanında koyup Üç sivri yüksek zirveye yakarmaya başlamışlardı. Sonra... Yücelere' e taşıdığı her talihsiz bebek, Umut'unun saflığını ve güzelliğini hatırlatırdı ona... Her çıkışında beklediği ve kasabanın eski bir ampulden farksız göründüğü noktadan tırmanışa geçeli epey bir vakit olmuştu gene... Bu gece çıkardığı çocuk, oğlunu kendisinden çalan kalabalık için tasarladıklarının neticesine yaklaştıran ilham oluvermişti. Çığlık... Halil kahvede çığlığı herkesle beraber duyduğunda çayhanenin ardında, elinde yıkadığı bardakla kalakaldı. O an kahvedeki herkes suspus olmuştu. İmgeler yeniden belleklerde canlandı. Yüceler' in hortlattığı terör yeniden sıkıntıyla hatırlandı. Birer ikişer masalar boşalınca Halil boş kahvenin meydana bakan camlarından ilerisini seyre koyuldu. Yerinden asla oynamadı, elindeki bardağı tezgaha bırakmadı. Sabırla, kıpırtısızlık yemini etmişçesine güneşin geceye teslim olmasını bekledi... bekledi... bekledi. Bu gece farklı bir gece olacaktı. Yıllardır cansız bir ferle yaşayan ruhu bu akşam dalgalı bir okyanus kadar kabarmıştı. Sabırla beklerken, benliğine gem vurmakta zorlanıyordu. Bu öyle bir plandı ki... hamile bir kadının çığlık atıp atmamasına bağlıydı. Halil kasabada bir çığlık duyuşunu ilk kez sevinerek karşıladığını çıldırmış bir hevesle kabul etti. Bir an önce gece olmasını istiyordu. Yüceler... Halil, o ilerledikçe önünde kaçan karanlık duvara doğru usanmadan tırmandı. Kalın dallı, sık yapraklı ağaçların ısrarcı kalabalıkları arasından ve zirvelere doğru yükselen bayırların kayganlaşmış taşlıklarından inatla geçti. Kucağından acıyla ağlayan ve kıvranan minik bedene aldırmadı. Karanlığa doğru emin adımlarla yaklaştı. Sonunda taşlık alanın lanetli göbeğine ulaştı. Isıran rüzgarlar ile dehşet verici uğultuların arasında metanetine yanında kalması için yalvardı. Cesareti bir nebze yerine gelince kafasını kaldırdı ve onlara baktı: üç keskin, üç yüksek, üç karanlık, üç cansız ve üç zebani zirve... Halil titremesine engel olamadan elinde iğrenerek tuttuğu vücuda son kez baktı. Evet, fırsat artık olgunlaşmıştı. Dokuz aylık beklentisi ve planları şimdi neticeye varacaktı. Kasaba tüccarı, oğlunun kurban edileceğine adı gibi emindi. Sabahın bir an önce gelmesini umuyor olmalıydı. Bir çocuğu olsa, onu da feda ederdi. Yaşam tatlıların en ağdalısıydı ve tüccar o ağdaya yapışıp kalmış bir kara sinekten farksızdı. Halil yeniden, bu sefer elindeki bebeğin babasından iğrendi. Böylece nefreti bir kat daha arttı ve sol ayağını hızla, üç kere taşlık zeminin çakılları üzerine vurdu; kapıyı çalıyordu. Yer sarsılmaya başlayınca Halil ne olduğunu biliyordu. Şimdi rüzgar dile gelecek, ürkütücü uğultusu içinde sanki insanoğluna yabancı bazı kelimeleri tıslayacaktı. Öyle bir an gelecekti ki rüzgar itiraz eder gibi kükrediğinde yer sarsıldığı kadar ileri geri gidip gelecekti. Gece, bilinmeyen bir uzaklığın ötesinden düşen betimsiz aydınlıklar yüzünden nabız gibi bir parlayıp bir sönecek, kulakları delip geçen bir vınlama ufkun bir ucundan bir ucuna uğuldayıp duracaktı. Halil gerçekleşmekte olan ayinin kenarında, taşlık alanın üç zirveyle kesiştiği noktadan etrafında olup bitenlere bakıyordu. Doğanın baştan çıkan öğelerince başlatılan bu törene, elinde böğürmeye başlayan küçük bedende katılmıştı. Toprak, gece, rüzgar, ateşler ve bebek çıldırmışlığın zirvesine yaklaşıyorlardı. Her şey engellenemez bir yıkımın zalimliği karşısında çaresiz bekliyordu. Halil kasaba halkının Yüceler' de olup biteni duyduğunu ama cesaret edip bakamadıklarını biliyordu. Bebek Halil'in kolları arasında kuvvetleniyordu... Vakit geliyordu... Halil yapması gerekeni yapacaktı çünkü üç mekruh zirve diplerinden çatırdamaya, gümbürdeyerek yarılmaya başlamıştı. Aç zirvelerin altında ellerinden kurtulmaya çalışan iğreti bebek vücuduyla bekleyen Halil bir iki saniye gözlerini kapatıp sayıkladı. Bir dua okuyordu, zebanilerin ebedi yurdundan onu uzak tutması için yakaran bir duayı tekrarlıyordu. Bebek kelimeleri duydukça çileden çıkıyor, böğürüşü akıl dışı tizlikler arasında gidip geliyordu. Halil'in onu bırakmasını, ona hayat üfleyenlerin arzularını gerçekleştirebilmeyi istiyordu, onlara yem olmayı değil... Taş ve kayadan geniş dudaklar korkunç yüksekliklerde açılmaya başlamışlardı. Eğer Halil hemen bebeği o ağzın içine atmazsa kasabanın başına gelecek felaket tasvir edilir gibi değildi. Başlı başına bir yıkım olurdu bu. Halil defalarca kasabayı kurtarmış, yıkımın fırtınadan ve ateşten kollarını savuşturmuştu. Peki niye?.. neden ona en büyük acıyı yaşatmışlara böylesine önemli ve çileli bir işte yardımcı olmuştu?.. Bebeği o lanet olasıca ağzın on ayak uzağında yere bırakıp kendini o karanlık boşluktan şekillenmiş yarığa doğru savurarak atarken Halil bütün bunlara değeceğini hissediyordu. Bebek ilk başta onu reddedenden başlayacaktı intikam almaya. Sonrasında kasabada onun dehşet verici açılarla büyüyen boynuzlarını görüp çıldırmayacak kimse kalmayacaktı. Gerisini Halil hiç düşünmemişti. Yüceler' in topraktan damağı üzerine kapanırken tüccarın çekeceği işkenceden gayrisini hayal edemiyordu. Oğlu ona en çok korktuğu şeyi, azar azar zerk edecekti... ...Ölümü! 14.08.2005
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |