"Küle değil, ateşe üflemelidir." -Divanü Lügat-it Türk, Savlar |
|
||||||||||
|
Beş dakika sonra Muhsin Bey, burnunu içine gömmüş olduğunu anladığı iğrenç kusmuğunun içinde uyandı. Ani bir tepkiyle elleri üzerinde yükselerek inledi ve burnunun ıslanmış kısmını kanlı gömleğinin yakasına silmeye çalıştı... Lamba artık hareketsizdi; durağan sarı ışığını zemine doğru perde perde yayıyordu. Muhsin Bey soğuktan dolayı ürperdi. Yeniden masaya oturup, en alttaki çekmeceden bir deste kağıt çıkardı. Her şeyin başlamasına bu avuç içi büyüklüğünde kağıtlar sebep olmamıştı, ama hayal gücüne sapkın cesaretini veren ilham bu elli üç kağıttan biriydi. Muhsin Bey derin bir nefes alarak, rutubet ve en berbat kokuları bağrında saklayan odasının bir kenarında, masanın üzerinde kağıtlarla oynamaya başladı; çocukluğundan beri vazgeçemediği tek alışkanlık işte buydu. En üstteki iki kağıdı alarak birini bir eline, diğerini öbür eline yerleştirdi. İki eliyle de, kağıtların kısa kenarlarından birini iki köşesinden kavradı ve iki kağıdı yan yana getirdi. Baş ve işaret parmaklarıyla tuttuğu bu kenarları birleştirdi, iki kağıdın diğer kenarları masanın yüzeyindeydi, ve üstteki kenarların aksine birbirlerinden ayrıydılar. Muhsin Bey , iki kağıttan yaptığı ilk üçgeni çabucak hallediverdi. Derken desteden iki tane daha kağıt aldı ve ilk üçgenin hemen bitişiğinde bir üçgen daha oluşturdu. İlk katın diğerlerine nazaran daha kolay yapıldığını biliyordu Muhsin Bey, usta marifetiyle kullanıyordu hamarat ve kurumuş kan lekeli ellerini; her ne kadar elleri ona yabancı görünse de. Ağır kokulu odada asla yetmeyen havayı ciğerlerinden verirken, cerrah itinasıyla davranıyordu, mümkün olduğunca kağıtlardan uzağa üflüyordu nefesini. Ve nefesi titreyerek çıkıyordu aslında, çünkü hala dehşet içinde çırpınan bir kalbi vardı; kağıttan evini yıkmaya azmetmiş, onu günahkar emelleri yüzünden alkışlayan hain ve metruk dehşet... Altı adet üçgen yan yana gelince Muhsin Bey artık daha sakindi. Evin yapımı iyi gittiğine göre, işleri de iyi gidecekti. Bir fal bakıyor gibiydi hali; yıldızlar yerine bir araya gelmiş kağıttan üçgenleri analiz ediyordu. Belki şimdi sandalyesinde arkasına dönüp, yüzleşmekten korktuğu manzaraya bakabilirdi; lakin anında kasları sertleşti ve damarlarının şişmeye yüz tuttuklarını hissetti. Gözlerini ilk katta dolaştırırken 'belki diğer katlarda' diye geçirdi içinden. Bilincini zorlayan endişe geri çekilir gibi oldu. Kararını verdiği için eli yeniden masanın üstündeki desteye gitti ve beş tane kağıt aldı. Bunlar üçgenlerin tepeleri arasına koyulacak kağıtlardı ve ikinci kat bunlar üzerinde yükselecekti. İkinci katın hazır olmasına daha zaman vardı, cesareti ikinci katla beraber geri gelirse kesinlikle dönüp uğursuz eserinin yerdeki şekliyle yüzleşebilirdi. Kağıtları üçgenlerin tepeleri arasına yerleştirdi ve yükselmekte olan evinin aksi yönüne doğru sessiz bir nefes verdi: İlk kat bitmişti... ...Muhsin ruhlara inanırdı. Onlar hakkında duyduklarıyla ilgili uzun uzun düşünür, fakat bir türlü yetinmezdi. Daha fazlasına açlık duyardı; varlığı şüphe götüren bir konu hakkında elle tutulur kanıtlar ister, merakını haklı çıkaracak yöntemler arardı. Böylece cesur bir kararı zorla kendisine kabul ettirerek ruh olmayı anlamak istedi. Şimdi köreltemediği hevesinin teşvikiyle, yaşayanların dünyasından vazgeçen bir karabasan edasıyla ilk karanlık adımını en yakındaki mezarlığa attı. Masum bir çocuğun en saf duruşuna bürünüp mezarlığın girişinde durdu ve gecenin mermer bekçilerini seyretti; içindeki çocuğun saflığına en ciddi ve büyük lekeyi o fesat gecede sürdü. 'Mezarlar' dedi kendi kendine, 've ruhlar... Neredesiniz?' ... İkinci katın ilk üçgeni Muhsin Bey'e büyük zorluk çıkarmıştı. Kan ter içinde kalarak, nefes alamadığı için kıpkırmızı olmuş halde üçgeni oturttu. İhtimamla ellerini çekip bir iki saniye üçgeni sadece gözleriyle sınadı... başarmıştı. Güvenle nefesini verdi ve iki kağıt daha aldı; iki kağıt, bir üçgen... Alnı üzerinde ter damlaları tomurcuklanıyordu, elleri titremesin diye olağanüstü bir çaba sarf ederek konsantrasyonunu bozmamaya uğraş veriyordu. Zira kafası hala onu hem suçluyor, hem de heveslendiriyordu. Pişmanlık tortusu bilincine yapışmaya başlamıştı; şimdiye dek yaptığı hiçbir şey hırsını, oturttuğu heybetli tahttan indirecek oranda vurucu bir kötü hissetme ve pişmanlık yaratmamıştı. Biraz önce ne olmuştu ki tonlarca fısıltı, içinde karıncalanma yaratıp, cehennem ateşleri üzerine fetvalar verirken, kendini garip hissediyordu?.. Elleri titrememeliydi, yoksa ikinci katın ikinci üçgeni tam bir yıkım getirecekti. Muhsin Bey iki kağıt daha aldı. Altmış mumluk ampulün aydınlatmaya uğraş verdiği oda içe işleyen bir soğuk ve ciğerleri dağlayan mayhoş kokularla ayakta duruyordu. Muhsin Bey'e nerede olduğunu hatırlatıyorlardı: günahkarlığın ayakları dibinde... İkinci üçgen beklenmedik bir direnç göstermiş ve Muhsin Bey'in istediği gibi durmamak için diretmişti. Muhsin Bey her saniye biraz daha sinirlenmiş, öfkesinin zincirini milim milim gevşetmiş ve ruhunu şu zavallı oyun kartlarına karşı galeyana getirmeye hazırlamıştı. Ama ikinci üçgen tam zamanında kendini düşmanın ellerine teslim edip, ikinci katın birinci üçgeni yanında yerini almıştı. Muhsin Bey için aynı cebelleşme, şimdi üçüncü üçgenle uğraşırken de vuku bulacaktı. O yüzden çok derin bir nefes aldı, ellerini kontrol etti, omuzlarını ileri geri oynatıp sakinleşme kültünü yaptı. Bu evi yapamazsa, düşündüğünün olduğuna asla inanamazdı. Çocukluğundan geriye bir bu kalmıştı elinde. Biraz önce yaptığı şeyle yüz yüze gelmeden evvel, eğer gelmek istiyorsa, kağıtlarla ortaya koyduğu maharetinden yardım istemeliydi; çocukluğun korkusuzluğuna ve sonsuz merakına ihtiyaç duyuyor gibiydi, karşısına ne çıkarsa çıksın şaşırıp inceleme dirayetine dört elle sarılmayı arzuluyordu. Çocukluk anılarıyla arınmak istiyordu tüm yaptıklarından. Elleri titredi... istemsiz bir seğirme ile sağ eli sola kaydı ve yapmaya uğraş verdiği üçüncü üçgen ikinci katın diğer üçgenlerini teker teker yıktı ve birinci katı yerle bir etti!! Muhsin Bey'in gözleri, alnında kuruyan kanı ısıtıp, onunla beraber kaşlarından akan terin yaktığı gözleri- koskocaman açıldı. Geride üst üste yığılmış bir takım kağıtlar kalmıştı. Ama hiçbir zaman ilk seferde bütün bir ev yapılmazdı kağıtlarla... Muhsin Bey ilk kata yeniden başladı... ...O gece Muhsin en fazla saniyeler sayısınca o mezarlık girişinde bekleyebildi. Ya rüzgar gecenin dikenli ellerine takılıp, çocuk kulaklarının hiç duymadığı garez dolu bir ulumayla azarlamıştı onu, yada mezarlarında gri bir uykuya dalmış ruhlar merakından dolayı cezalandırıyorlardı küçük Muhsin'i. Yaşayanların dünyasına yeni yeni alışan berrak bir kalbin kaldıramayacağı korkunç hislerle dolmuştu Muhsin. Oradan kaçarak uzaklaştı ve iki sokak ötede saklambaç oynayan arkadaşlarının arasına karıştı. Tehlikeden uzaklaşınca aslında bunun hoşuna gittiğini düşünür gibi olmuştu, saklandığı çöp tenekesinin arkasında nefes nefese gizlenirken kalbinin pır pır ettiğini fark etti. Yine de isteksizlik içinde, hevesli ruhuna şöyle dedi: Belki yarın akşam. Sonraki gece Muhsin, yüzüne taktığı kararlılık maskesiyle mezarlık girişine geldi. Rüzgarı titreyerek dinledi, kasvetin öbek öbek dumanlarla perdelendiği mezarlara ve mermer bekçilerine baktı. Uzun servilerin hoyratça yaptıkları dansı seyretti. Ve onlara karşı gülüyor olduğu için kendiyle gurur duydu. Aynı kelimeleri bir daha tekrarladı: 'Mezarlar... Ve ruhlar; neredesiniz?..' ... İkinci katın yapımında, ileriki katlarda da göstereceği sabrın temellerini atmaya çabaladı Muhsin Bey. İkinci katın beşinci ve son üçgenini yanan kaslarının aceleciliğine aldırmamaya çabalayarak yerleştirdiğinde, büyük bir rahatlama ile doldu. O kadar güzel bir andı ki, yaşadığı ve yaşattığı dehşeti bir iki saniyeliğine unutmuş olmaktan dolayı minnettardı. Zafer duyguları içinde, azalan desteden dört kağıt aldı ve üçüncü katın zeminini temkinli bakışlarla döşedi: İkinci kat bitmişti... ... Muhsin, gençliğinin ilk yıllarına dek mezarlığa gitti ve mezarlar arasında dolaştı. Bunun, yapılandırmaya çalıştığı düşüncesine katkısı olacağına yürekten inanıyordu. Ama nasıl ki, kabristan girişinde günlerce beklemekten sıkılıp korkusunu bir kenara attığında, mezarlar arasında bulunmanın kötü olmadığını söyleyerek daha fazlasına aç olduğunu göstermişse, mezarlar arasında dolaşmanın da merakını tatmin etmediğini anlayacaktı. Ne yapmalıydı?.. Ruhlara nasıl daha yakın olabilirdi?.. onlarla yüz yüze gelip, kafasındakileri nasıl sorabilirdi?.. Aklına gelen çözüm, çözümden çok gariplikti: Muhsin, mezarların üstünde yatmaya başladı. Geceleri geç bir vakitte, fanilik uykuya yatınca garip bir loşluğa bürünen mezarlıkta, her sesin çok farklı göründüğü mermer taşlar arasında bir mezar seçti ve üzerine yüz üstü yattı. Gözlem yaparken aşırı derecede dikkatliydi. Ölü toprağını burnuyla kokladı, elleriyle kurcalayıp yüzüne sürdü. Hiç bilmediği ve anlam veremediği yöntemlerle bazı iletişim yolları arıyordu. Bunları kendisi geliştirmişti. Ruh ile aralarında toprak vardı ve ruh topraktan geçme kabiliyetine sahipti. İşte bu mantığa göre, toprakta ruhun tadı olmalıydı. Muhsin bu rahatsız edici eylemleri büyük bir saflıkla yapıyordu. Zira çocuk haliyle bir kere korkup alt ettiğini düşündüğü şeyin, artık ürpertisine kulak asmıyordu. Geceler boyu mezarların üzerinde yatıp, soğuk toprağın mat suratıyla baş başa saatler geçirdi. Sabırla, aklına gelen her yolu kullanarak ruhları yanına çağırdı. Onlara yalvardı ve çoğu geceler hayal kırıklığı yüzünden ölü toprağı üzerinde ağladı. Öyle bir noktada yalpalıyordu ki, merakı tutkulu bir hırsa dönüşecek denli alevlenmişti. Yavaşça yaklaşan bezginlik, Muhsin'i bir sonraki adıma sürüklüyordu. İsteğinden vazgeçmesi düşünülemezdi; oyun kağıtlarından evlerinden gayri bir bu merakı kalmıştı artık. Yüzüne genç yaşta kazınan asık ve donuk ifade de, artık vazgeçmek için çok geç kaldığını söylüyordu; Muhsin daha on altı yaşındaydı. Aklı daha fazla mezar üstünde yatmaları, üzerinde çalıştığı sakat gayesi için gerekli görmüyordu. O yüzden Muhsin, daha sakat bir fikir bulmalıydı... ... Muhsin Bey üçüncü kata aşırı bir inanç yüklemesiyle başladı. İyi gidiyordu, evi gözlerinin önünde, ellerinin maharetiyle yükselmekteydi. Kendine güveni artmış, elinden çıkan işin doğruluğuna inanmaya başlamıştı. Artık istese arkasında duran eserine bile bakabilirdi, ama üçüncü kata çoktan başlamıştı. Bitirince ilk işi, dönüp arkasına bakmak olacaktı. Mesnetsiz ve yalan bir sabırsızlık ruhunu kemiriyordu Muhsin Bey'in. Üçüncü katı bitirip, 'eserim' dediği şeye bakmak için can atıyor gibiydi. Lakin emin olduğu bir şey daha vardı; sabırsızlık kağıttan evlerin en büyük düşmanıydı. Kağıtlar özenle yerleştirilmeli, itinayla üzerine titrenmeliydi. Üzerinde kuruyan teri, odanın soğukluğuyla bir olup Muhsin Bey'i ara sıra irkiltse de, o bir profesyoneldi; her türlü zorluğa göğüs gerip evini inşa ediyordu. Bu sayede çocukluğa geri dönme emareleri de, benliğindeki kapkara zift denizinin kabarcıkları içinden patlayarak bir görünüp bir yok oluyordu. Üçüncü kat salınım yapmakta kendini özgür hissediyordu. Muhsin Bey'in her hareketinde azar azar gidip geliyor, altındaki katları da ufaktan titretiyordu. Muhsin Bey her nefesini, neredeyse dakikalar boyunca tutmaya başlamıştı, çünkü kat sayısı arttıkça, oluşturulan her yeni üçgenin yerine konulma süreci daha narin ve daha uzun oluyordu. Üçüncü katın yapımı çok uzun sürdü ama sonunda sahibinin istediği gibi bir ev, bir şato, bir saray ortaya çıkmaya başlamıştı. Şimdi Muhsin Bey sandalyesini, vicdan azabından çok uzakta arkasına doğru çevirdi ve yere baktı. Üçüncü kat bitmişti... ... Muhsin giderek insanlardan uzaklaşıyordu. Ruhların fiziksel olmayan varlıklarını beyninde kurgulamaya çalıştıkça, yaşayanların arasında durmakta bir fayda görmemeye başlamıştı. Kendi başına günler geçirmeye yatkın bir insan oldu çıktı; günler birikerek ay oldu, aylar yıllara yuvarlandı. Ailesinin tepkisini çekmemek adına üniversite sınavına girdi ve azımsanmayacak bir üniversitenin gıpta ile bakılan bir bölümüne kapağı attı. Lakin yaşı ilerledikçe sınırları genişleyen ve olgunluğu bütünleşen gayesi, Muhsin'i asla yalnız bırakmıyordu. Artık çocuk değildi ve her gece mezarlıklarda dolaşmanın yada nefessiz toprakların üzerine fısıldamanın bir yarar getirmeyeceğinin farkına varmıştı. Yetişkin tarzı mantık yürütme alıştırmalarına, kendi sakat düşünce yönteminin uzuvlarını da monte ederek yoluna devam ededurdu. Gözü pekleşmişti; Planları ciddi oranda can sıkıcı olmaya başlamak üzereydi.Ama eyleme geçmek için günler boyu kendisini telkin etmesi gerekti. Nasıl bir öte hayat ve ne gibi bir zamansızlığın var olduğunu manasız şevklere dalarak merak ediyordu. İşe yaramayacağını bilse de, yüzeysel olan şeyleri de deniyordu; ruhları çağırıyor, kendi çapında meditasyonlar düzenliyor ve her kitapçıda bulunabilen 'gizemli' kitapları alıp okuyordu. Fakat hiçbirini gülmeden okuyamamıştı, çünkü maddiyata bağımlı bir bağımsızlık, onların anlattığı gibi elde edilemezdi. Bazen öyle tuhaf bir duyguya kapılıyordu ki, aradığı doğru yolun içinde saklı olduğunu hissediyor, böylece tarifsiz bir heyecana kapılıyor, fakat sanki bu bilgi ona çok yabancı bir dilde konuşan alakasız bir ağızdan çıkıyormuşçasına cevapsız kalıp, ardından çılgına dönüyordu. İşte bu çılgınlık nöbetlerinden birinde, gecenin lanetlileri sokaklarda cirit atarken kendini sokağa attı. Hiddet ruhunu dağlamıştı; öfkeyle soluyup gecenin sinmesine neden oluyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, çocukluğunun o derin sessizlik andı içmiş mezarlığına ulaştı. Uğursuz gölgelerin yollara düştüğü o yerde, en kuytudaki ve en beklenmedik köşeye çekilir gibi ilerledi. Yıllanmış bir mermer taşın önünde hınçla soludu ve kendini sinir krizleri içinde yere atarak toprağı tırnaklarıyla kazmaya başladı; ancak ve ancak, ölülerden birini rahatsız ederse onunla muhatap olacaklarını varsayıyor olmalıydı. Çünkü parmak uçları kanayıncaya kadar toprağı kazdıktan ve çatılmış eski tahtaları parçaladıktan sonra, neredeyse yok olmuş etleri kapamaya çalışan bir deriyle kaplı ölü bir kelleyi iki eliyle kavrayıp deli gibi sallarken, şöyle bağırıyordu: 'Çabuk konuş benimle!.. Lanetinle uyan ve garezinle gel buraya!!! Daha ne kadar bekleyeceğim?!..' Cevap yoktu... Kulaklarında akıl almaz bir basınç oluşmuştu. Muhsin'in duyduğu yegane ses, kendi gürültülü nefesiydi... Cebinden çıkardığı bıçağın havayı yırtan sesini bile önemsememişti, ne de cesede yaptığı insafsız işin çileden çıkaran dişli sızısını... ... Muhsin Bey yüzünü yeniden masaya doğru döndü. Suratında keyifli bir gülümseme vardı. Eserini uzun uzun , midesi bulanmadan ve pişmanlık duymadan seyretmişti. Defalarca emin olmuş ve her emin oluşunda kendisiyle biraz daha gurur duymuştu. Aynı mağrurluk edasıyla raflarda gezdirdi gözlerini; nedense, o yana yatmış kafatasının içi boş göz yuvalarına fazlaca baktı. Bu gece finale ulaşan çılgınlığının son sahnesini o kuru kafayla başlattığını hatırlamıştı. Hastalıklı sarı ışığın sersemlettiği gözleri, uykuya dalmışçasına o rafa bakakaldı. Anıların yankılı ve gölgeli koridorlarında fazlaca dolaşan Muhsin Bey, dördüncü katı hemencecik yaptığını fark etmedi bile... Bazı şeyler, farkında olunmayınca, daha kolay gerçekleşiyordu... ... Muhsin okuldan mezun olunca, kendisine hemen bir iş buldu. Ailesiyle beraber kaldığı iki katlı evin bodrum katının kapısına yeni bir kilit taktırttı ve çok nadir kullandığı tatlı diliyle annesini kandırdı. Babası yataktan kalkamıyordu ve evde olanlarla ilgisi neredeyse hiçti. Herkesin uyuduğu bir vakitte, mahallelerinin arkasındaki tepede sakladığı koleksiyonunu sakladığı yerden çıkardı ve bodrum katına indirdi. Duvarlara dört sıra raf yaptırıp, koleksiyonunu bu raflara dizdi. Bir gece içgüdüsel olarak başladığı bu biriktirme alışkanlığı, gittikçe düzenli toplamalara ve sistematik bir caniliğe dönüşüyordu. Muhsin bir liste hazırlamıştı, on iki ayı ve elli iki haftayı belli renklere boyamış, yağlı pastel boyalarla kocaman yuvarlaklar halinde renklendirdiği her haftanın üzerine bazı harfleri siyah bir kurşun kalemle yazmıştı; mutlaka bu sebepsiz değildi: Mezuniyetinden iki sene evveldi... Muhsin artık ahlak yada toplum kurallarını hiçe sayıyor, ailesinin ve çevresinin ona yıllardır zerk ettikleri davranış ve düşünce biçimlerini kullanmamayı yeğleyerek, yasak ve günah olduğu belirtilmiş işlere kurnazca eğiliyordu; aynen o camiinin bahçesindeki sarıklı mezarlara yaklaşırken gülüşüne yerleşen çarpık hınzırlığın vücuda gelmiş haliydi... Yere eğilip asırlık bir mezarı yine parmaklarıyla kazarken muhtemelen hiçbir şey düşünmüyordu. Zevk alıyor olduğunu biliyor, nasır bağlamış ruh araştırmasını devam ettirdiğini varsayıp daha derinlere iniyordu. Ama ne olduysa o zaman oldu ve asırlık mezarın en derinine inmeye çalışan Muhsin'in boğazını bir şey sıktı; toprağın içinden yükselen yarı kemikleşmiş bir el onu doğrudan toprağın içine çekiyordu. Muhsin uyandığında sabah olmak üzereydi. Sabah namazı için gelen insanların görmemesi için sessizce bahçe duvarından atlayan Muhsin, koşarak evine, bodrumuna gitti. Öyle heyecanlıydı ki, ne zamandır yapmadığı bir iş için masasının önüne oturdu ve çekmeceden bir deste kağıt çıkardı. Raflardan onu izleyen onlarca kuru kafaya, nasıl kağıttan ev yapılır dersi vermeye başlamıştı. Artık sefil bir yaratık gibi mezar açmasına gerek kalmayacaktı. Rüyasında -rüya mıydı?- gördüğü her neyse, bilinmeyen şifreyi çözdüğünü hissetmişti. Mutluluktan dolayı elleri öyle bir titriyordu ki, kağıtları bir türlü üst üste dizemedi ama o bunu önemsemedi; masanın üzerine yığılıp kalan kağıtlara baktı. Yüzü ona dönük bir kağıdın içinden, şeytani bir sırıtışla onu seyreden jokeri gördü. Duruşu ve sapkın dalgacılığıyla ona cesaret veriyordu; elinde sivri bir kama vardı ve ucu kanlıydı. Şöyle diyordu sanki; ' ben neyim?' Muhsin onun 'şans' olduğunu biliyordu. Dört gözle beklenen yardım, her şeyi taklit edebilen bir hokkabazdı joker. Diğer kağıtların hepsinin yerine geçebilir, onlar gibi davranabilirdi. İşte bu Muhsin'e tüm kapıları açtı; son perdenin son sahnesi başlamıştı... ... Muhsin Bey destenin yetmeyeceğini gördü ve hemen çekmeceden bir deste daha çıkardı. Kağıttan binası yükseldikçe, narinliğine daha da dikkat ediyordu. Son kata doğru azimle ilerlerken, farkındaydı ki, bu noktadan sonra gelebilecek bir terslik müthiş bir yılgınlık yaratacak ve en baştan başlamak için hatırı sayılır bir dirayet gerekecekti. Beşinci katın ilk üçgeni işbirliğine çoktan hazırdı sanki; Muhsin Bey, bu beklenmedik kolaylık yüzünden minnettar olmaya çalıştı. Şişkinleşmiş ve sızlayan diş etleri yüzünden kolaylıkla gülümseyemiyordu, ama o odadaki canlı ve mutlu olan tek şey kendisiydi. Desteden tek bir kağıt alıp, beşinci katın iki üçgeni üzerine koyduğunda tatminkar bir eda içinde başını salladı, tek bir üçgen kalmıştı... ... Muhsin uzun yıllar boyunca kendini yazmaya verdi. Arık onun için sır olmayan ve aklında uçuşan bilgileri kağıda döküyordu. Fakat o bile, aklındakilerin bu denli çok olduğunun farkında değildi. Defterler dolusu yazmış, her aklına geldiği yerde not almak için küçük not defterleri almıştı. Bunun yanında mezarlıkları ziyarete devam etti. Çünkü sadece yazarak bir şeye ilgisini yoğunlaştırması çok zordu: mezarlıklara, morglara, türbelere gitti, hissetmeye çalıştı. Ruhların bilmesini, anlamasını istiyordu; neler yazdığını ve onların gizini çözmeye ne kadar yaklaştığını görmelerini istiyordu. İşte bu yüzden, o gün geldiğine ona şahitlik etmeleri için, hepsinden birer parça alıp, uğursuz koleksiyonuna kattı. On beş seneye yakın yazmak, Muhsin Bey'i çok yıpratmıştı. Bilgiler başında ağrılar yaratıyor, aklında sarkmalara sebep oluyorlardı. Lakin nihayet son noktayı koyup defteri kapattığında hemen bir masa takvimi çıkarttı ve önüne koydu: İlk başta bütün ayları sarı renkle boyadı. Sonra bu sarı lekeler üzerinde, siyah pastelle bazı haftaları işaretledi ve bu işaretlediği haftalardan sadece ikisinin içindeki Salı ve Perşembe günlerini 'J' harfiyle belirtti. Hesaplamaları doğruysa, bu sene iki şansı olacaktı. Tek problem, kendisine bir yandaş bulabilecek miydi? Hayatının hatırı sayılır bir kısmında hep tek başınaydı; kendisini izole etmiş, günleri gayesini mükemmelleştirmek amacıyla yitip gitmişti. Bir Salı gecesi, birilerine rastlamamak için olağan üstü bir gayret sarf ederek evine doğru sessiz sessiz ilerliyordu. Sırtına attığı çok ağır yükle yürümekte oldukça zorlansa da, koleksiyonun bu en ağır parçasını bodrum katına indirmek zorunda olduğunun bilincindeydi. Ve bir cesedin bu kadar ağır olacağını daha önce hiç düşünmemişti. Mezarlıktan çıkmaya uğraş verirken bekçiye yakalanmış, ciddi bir boğuşmanın ardından bekçiyi alt edip oradan uzaklaşmıştı. Acayip ve tuhaf kokan ganimetiyle en derin gölgelerin içine saklanarak yol alıp, bir hayalet kadar incelerek bodrum katına ulaşmıştı. Ceset, genç bir adama aitti ve mezar taşında dört gün evvel öldüğü belirtiliyordu. Yazdıklarından cesaret alarak en tazenin en yakında olduğunu varsaydığı için, büyük bir hevesle sırtındaki leş kokulu parçayı yere uzattı. Şimdi bu mosmor suratın ve kaskatı vücudun sahibini geri çağırabilecek her şeyi biliyordu ve bunu yapacaktı da. Ama artık sadece ruhları merak ettiğinden değildi bu hevesi, durmadan 'jokeri' hatırlıyor ve son akıl dışı işinde joker olmanın hevesiyle yanıp tutuşuyordu: bir ruh olabilir miydi? Hazırladığı muskayı ölünün ağzına sokmalıydı, ama ağzı adeta donmuş gibiydi ve kıpırdamıyordu. Muhsin Bey'de iki eliyle ağzını açmaya çalışarak, kurbanın keskin dişlerinin ellerini kesmesine aldırmadan hatırı sayılır bir çaba sarf etti. Bir süre sonra nefes nefese kaldığı halde muskayı cesedin gırtlağına kadar ittirip ayağa kalktı ve geri çağıran kelimeleri fısıldadı; raflardan onu seyreden parçalar buz gibi bir sessizlik içerisindeydiler. Lambanın ışığı cılızlaşmış, her yeri cesedin berbat kokusu sarmıştı. Ve o çileden çıkartan ve insanı renkten renge sokan iniltiler kesinlikle Muhsin Bey'den değil, cesetten ve bilinmeyen aleminden kopup geliyordu. Ceset bu gürültü içinde aksak hareketlerle sarsılınca iniltiler haykırışlara dönüştü; muhtemeldir ki, bilinmeyen renklerin hazsız yerlileri, yeniden maddiyata bürünen için nefretle bağrışıyorlardı. Ama ne ceset, ne de Muhsin Bey onlara aldırış etmişti; kesin olan tek duygu insanlık dışı başarının kızıl hareleriydi. Muhsin Bey karşısında bilinçsizce dikilen, fersiz gözlerin ve rutubetli kokunun sahibine bu bilinç içinde baktı ve hiç vakit kaybetmeden ona emretti: 'Beni öldür!..' ... Muhsin Bey son üçgeni mağrur bir kral kadar böbürlenerek yerleştirdi. Evin son üçgeni hiç nazlanmamış, kolaycacık yerini benimsemişti. Üçgenlerin en tepesinde, bulutlar üzerindeki bir zirveden hiç farkı yoktu. Tüm iş, sanki onun oraya yerleştirilmesi adına gerçekleştirilmişti. Çünkü en kendi başına olan oydu, imece yapmadan ve kimseyi taşımak zorunda kalmadan dikiliyordu orada. Muhsin Bey şimdi ayağa kalkarak sandalyeyi geriye doğru ittirdi ve harikulade evine, şatosuna baktı. Evet, hala eski günlerdeki gibi mutluluk ve tatmin hissedebiliyordu. Hatta eski günleri de hatırlarken hiç zorlanmıyordu; anılar bu sabah hissettiği kadar kuvvetle doluyordu beynine. Böylece sırıttı ve başardığını en sonunda kabul etti. Şimdi yapılması gereken tek şey, neler hissettiğini hatırlayarak mest olmaktı. Geriye dönerek, öncekinden daha kuvvetli olarak yere baktı; onu özler miydi? Belki de özlerdi, ama nerede ve neyin içinde nefes alıyor olduğunun ne önemi olabilirdi ki? Gidip geldikten ve kelimelerle asla karşılığı konulmamış imgeleri, yerleri ve alemleri gördükten sonra, tüm bunlara rağmen yeniden geri dönmüş olmaktan gayri ne önemli olabilirdi ki?.. Muhsin Bey 'hiçbir şey' diye sayıkladı, ama sesi hatırladığından daha inceydi. Fakat kafasını sallayarak buna alışması gerektiğini anımsattı kendisine. 23.58... Muhsin Bey' in metabolizmasında çalkantılar başlamıştı. O bunu bekliyordu, yazdıkları içinde bundan bahsediliyordu. Bir müddet vücudu garip şekillerde kasılarak hareketlendi. Saniyeler geçti ve Muhsin Bey'in öğürmeleri giderek sıklaştı; sanki boğazına bir şey takılmış gibi çıkarmaya uğraş veriyor ve vücudunun belinden yukarısını yukarı aşağı sallayarak odanın içinde dönüp duruyordu. Bir ara bu sancı ve kusma nöbetleri sırasında, sadece öğürmenin işe yaramayacağını anlayarak, sol elinin baş ve işaret parmaklarını ağzından geriye, gırtlağına doğru soktu ve son bir müthiş inlemeyle beraber gırtlağındaki şeyi ağzından çıkarmayı başardı. Aynı anda yerde yatan, kendi cesediyle göz göze gelmişti... Muhsin Bey, artık kendi ağzı olan yerden, kara bir muska çıkarmıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |