Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş. -Dadaloğlu |
|
||||||||||
|
Es esebildiğince bütün çılgınlığınla… Kasaba meydanında otobüsten inip etrafa bakındığımda çok fazla şeyin değişmemiş olduğunu görmek, çocukluğumun o acı günlerinde yaşadığım yürek burkulmalarını en derin şekliyle yeniden yaşattı. Meydanı çevreleyen tek katlı dükkanların dökülmüş sıvalarına yapılan komik ve iğreti yamalar, önlerine açılan tezgahlar, kapı girişlerinden asılıp sarkıtılarak sergilenen mallar, vitrin olarak kullanılan çoğu küçük ve demirli pencereler, sövelere yaslanıp bekleyen tezgahtar ve çıraklar, dükkanların önünden geçen herkesin yüzüne bir serinlik gibi vuran birbirine karışmış naftalin, baharat ve toz kokusuna kadar her şey aynıydı. İnsanlar, tepkisiz ve soluk yüzleriyle dükkan önlerini, kahvehane ve sokakları doldurmuş, günlük işleriyle uğraşır görünürken küçük beyinlerini meşgul eden saçma düşünceleriyle, o daracık pencerelerinden baktıkları minyatür dünyalarındaki kişisel mahpusluklarını yaşıyorlardı. Evler, yollar, sokaklar, ağaçlar hatta gökyüzü bile aynıydı. Yerinde durmayan tek şey zamandı, anlaşılan onun da gücü, kendinden başka hiçbir şeyi değiştirmeye yetmemişti. Meydana çıkan yollara kurulmuş Pazar yerinin kalabalığı, bayram arifesinin o anlamsız telaşı içindeydi. Yıllar sonra bir bayram arifesinde beni bu lanet olası kasabaya çekip getiren sebebin ne olduğunu sorgulayan bir düşünce yumağını çözmeye çalışarak yürümeye başladım. Her türlü kalitesiz malın satıldığı tezgahların ve tatmin edilmez bir iştahla gördüğü her şeye saldıran aç gözlü köylülerin doldurduğu dar sokaklardan birine girdiğimde kaybolmaya yüz tutmuş cılız bir ikindi güneşi, hüzün dolu yüzünü gösteren akşama direniyordu. Attığım her adım, beni geçmişime ve yaşadığım acılara yaklaştırırken, yüreğime de sinsi bir pişmanlığın fitnesini salıyordu. Kimsenin benimle ilgilenmediğini bilmeme rağmen nedense yanımdan geçen yada yanından geçtiğim herkesin, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi acıyan gözlerle bana bakıp tanımaya çalıştığını sanıyordum. Sanki çevremde hareket eden her şey, bir çift göz olup üzerime üşüşüyor ve oradaki varlığımı sorguluyordu. Hiçbir zaman kendimi ait görmediğim bir mekanda böylesine belirgin bir yabancılık yaşamak, onur kırıcı bir aşağılanma duygusu yaratıyor, “reddeden” mi yoksa “reddedilen” mi olduğumu anlamamı engelliyordu. Üzerimde toplandığını sandığım bakışların gerçekte var olmaması bir yandan içime reddedilmişliğin üzüntüsünü yerleştirirken, diğer yandan da yıllar önce arzuladığım duyarsızlıkla karşılaşmış olmanın avuntusunu yaşatıyordu. Şu an donup kalmış bir zamanda, bilmediğim bir mekanda, tanımadığım insanlar arasındaydım ve yaşama ait her şey şiddetli bir yok oluşun doruğundaydı. Gökyüzü ayaklarıma kapanmış, dünya dönmekten vazgeçmiş, zaman alıp başını uzaklara gitmişti. Satıcıların bağırışları ve uzun uzadıya yapılan pazarlıklar birer uğultudan ibaretti. Normal seyrinde devam eden her şey garip bir dinginlik ve alışılmadık bir süratle, baş dönmesi halinde akıp gidiyordu. Sanki yürümüyor, sürüklenen bir mermer parçası gibi önüme çıkan her şeyi ezip geçiyordum. Sahte bir duyarsızlıkla pazar yerinden çıkıp, boylu boyunca cumbalı iki katlı evlerin dizildiği uzun sokağın girişine geldiğimde, geçmişte yaşadığım tüm acıların ilk gün tazeliğiyle bir bir karşıma dikildiğini ve sokağa girip biraz ilerlediğimde hepsini yeniden yaşayacağımı hissettim. Öylece durup medet uman bir yüreğin beslediği çaresiz gözlerle etrafıma baktım. Sanki, ne yapacağımı, nasıl davranacağımı kestiremiyor, tanıdık bir yüz arıyor yada birinin bana yardımcı olmasını bekliyordum. Bu kahrolası kasabaya gelmeden önce hiçbir şeyin bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Sebebini kavrayamıyordum ama buraya gelme isteği, her şeyi çok sıradan kılıyor ve oldukça basit gösteriyordu. Oysa şimdi, yüreğimi oyarcasına rahatsızlık veren tanıdık bir sıkıntı, bütün bu düşünceleri silip, her şeyi olduğundan daha da zorlaştırmıştı. İçten içe anlamsız bir korku yaşadığımı ve ne yaparsam yapayım kötü bir şeyle karşılaşacağımı hissediyordum. Bu hissin gücü, elimi, kolumu, bacaklarımı hatta bütün vücudumu bağlamış, beni teslimiyetin uysallığına gark etmişti. Çakılmış bir çivi gibi hareketsiz ve hissiz öylece duruyorken biri diğerinden biraz kısa olan iki çocuk yanımdan geçip karşı evin duvarının dibine çöktüler. Çocukluğa has bir iştiyakla birbirlerine bayramlıklarını tarif ediyorlardı. Onların allı yeşilli, sırmalı püsküllü, cicili bicili bayramlıkları ve gözlerinden taşan bayram heyecanı, beni içine alıp yuvarlayarak sürüklemeye başlamış, hayatımın o en unutulmaz bayram arifesine götürmüştü. İlk okul beşinci sınıftaydım. İçki içmekten başka bir şey yapmayan babamın içinde bulunduğu durumu, onun için üzülüp kendini kahreden annemin yaşadığı ıstırabı ve kardeşimle bana acıyan yakınlarımızın babama yönelik öfkelerini yeni yeni fark edip anlayabildiğim yaşlarımdı. Babam işsiz güçsüz bir adamdı. Bütün gün aylak aylak dolaşır, eline geçen üç beş kuruşu içki ve kumara yatırır, günün her saatini sarhoş geçirirdi. Eve geldiği gecelerde kardeşim ve benim ağlamalarımıza aldırmadan ağıza alınmayacak küfürler savurarak annemi döver, sonrada bir köşeye yığılarak sızar kalırdı. Çoğu zaman evimizde yiyecek bir şey olmazdı. Yemeklerimizi, hemen hemen bütün günü evlerinde geçirip zaman sonra da tamamen yanlarına taşındığımız dedem ve babaannemle birlikte yerdik. O zaman, bu durum için annem bize, “onların yalnızlığını paylaşıyoruz” derdi ama kardeşim anlamasa da, ben bunun tamamen bir bahaneden hatta masum bir yalandan ibaret olduğunu bilirdim. Annemin deyimiyle herkes babamın, aklını başına toplayarak hayatına çekidüzen vermesini sağlamak için kendince çaba harcıyor, elinden geleni yapıyordu. Babaannem hoca hoca dolaşıp muskalar yazdırıyor, dedem bazen nasihat ediyor çoğu zaman kızıp bağırıyor, annem her fırsatta ağlayarak bizlere acımasını isteyip yalvarıyordu. Kendisi için yapılıp söylenenleri uysal bir şekilde kabul eden babam, aynı günün akşamında yine sarhoş geliyor, o umursamaz ve iğrenç kahkahalarıyla her şeyin kendisi için ne kadar önemsiz olduğunu ortaya koyarcasına gülüp yaptıklarına devam ediyordu. Bütün bu yaşananların ortasında olup bitenleri anlamlandırmaya çalışırken çocuk yüreğimde hissettiğim hüznü, yine çocuksu uğraş ve heveslerle bastırmayı, “avuntu” denen o acınası kandırmacayı yeni keşfetmiştim. Şahit olduğum tüm kötü şeyleri örtüp bastıran iki şey vardı benim için; geceleri kafama kadar çekip altında mutluluk hayalleri kurduğum yorganım, gündüzleri ise dedemin, iki büyük dalının üzerine küçük bir kulübe yaptığı ve her çıkışımda gökyüzüyle kucaklaştığımı düşündüğüm dut ağacımız. Üzüldüğüm yada canımın sıkıldığı zamanlarda dut ağacındaki o kulübeye kapanarak sessizce ağlayıp saatlerce otururdum. Şimdi o kulübeyi her düşündüğümde, oranın benim için ne ifade ettiğini her sorguladığımda aklıma üç şey geliyor: Hıristiyan kiliselerinde ki günah çıkarma odası, Yahudilerin ağlama duvarı ve İslam Tasavvufu’ndaki çilehaneler… Dedemlerin evi, çeşit çeşit meyve ağaçlarının bulunduğu, oldukça büyük bir bahçe içerisinde yer alan ve birçok odası bulunan taş bir yapıydı. Bu tür evlerin kendine has serinliğinden midir yoksa ait olma duygusunun yoksunluğundan mı bilmem, bu koca ev bana hep soğuk ve üşütücü gelirdi. Akrabalar, komşular, dedemin ahbapları dolup boşanır, günün her saatinde mutlaka birkaç ziyaretçisi olurdu. Gelen herkesin ortak konusu babamdı. Her gelen babamın durumunu konuşur, onunla ilgili duyduklarını, gördüklerini anlatır, yorum yapar en son tavsiyelerde bulunup dualar ederek çıkar giderdi. Kendime acıma kötülüğünü de ilk defa o günlerde yapmıştım: Aynı bugün gibi bir bayram arifesiydi. Tüm arkadaşlarımın bayramlık kıyafetlerini sergilemesinden duyduğum burukluğu bastırmaya çalışırken halamla eniştemin, bana ve kardeşime aldıkları birer gömlek, kendime acımama sebep olmuş, sonrasında bu hatayı defalarca yapmıştım. Aslında kendi çocuklarının yanında kardeşimle beni düşünerek bize de bayramlık almaları beni mutlu etmeliydi. Gömleği görür görmez boyunlarına sarılıp sevincimi belli etmem gerekirdi yada doğru olan, bu şekilde davranmaktı ama ben usulen bir teşekkür ederek elime tutuşturulan gömleği bir kenara bırakıp saatlerce de merak edip bakmamıştım. Aldığım hediye, içimdeki burukluğu arttırmış, garip bir ezilmişlik duygusu yaratmıştı. Aynı ezikliği, halam ve enişteme teşekkür eden annemin gözlerinde görmek, dut ağacındaki çilehaneme kapanıp saatlerce hatta günlerce ağlamakla bile bastırılmayacak kadar büyük bir üzüntü yaşatmıştı. Çocuk aklımla düşündüğüm ilk şey, babamın almış olacağı bir mendil ya da çorabın, o gömlekten çok daha değerli ve memnuniyet verici olduğuydu. Ancak bunun sadece bir düşünce ya da beklenti olduğunu bilmek, bayramlık olarak getirilen gömleğin zamanla benim için anlam ve değer kazanmasını sağlıyordu. İlk başlarda öylesine bakıp bir kenara bıraktığım gömleğe yönelik ilgim zamanla artmış, bir süre sonra çocuksu bir hevesle bayram sabahının hayalini kurmaya başlamıştım bile. Sabah erkenden kalkacak, bazı sabahlar babamın yaptığı gibi aynanın karşısına geçip ıslık çalarak limon sürüp saçlarımı taradıktan sonra gömleğimi giyerek dışarı çıkacak, herkesin bayramlığımı görmesi için akşama kadar içeri girmeyecektim. Bir de, arkadaşlarıma gömlekleri babamın aldığını söyleyecek, aynı şeyi kardeşimin de söylemesi ve ağzından bir şey kaçırmaması için sıkı sıkı tembih edecektim. O arife günü, annemin her yemekte olduğu gibi, bir sığıntı çekingenliğinde iştahsızca oturduğu akşam yemeğinden sonra düşündüğüm tek şey, bir an önce yatıp sabah olması için beklemekti. İçimi dolduran heyecan, ne kadar erken yatarsam, sabahın o kadar erken olacağını düşündürüyordu. Benim o anki heves ve heyecanımı ancak, daha önceki bütün bayramlarda çevresindeki çocukların bayramlıklarına imrenen ve ilk defa bayramlığı olanlar anlayabilir. Gecenin uzayacağını, sabahın nazlanarak zorla geleceğini biliyordum, çünkü bu duyguyu daha önce her yıl, yazın sonunda, okulların başlayacağı günün gecesinde mutlaka yaşardım. Belki yamalı pantolon, ağarmış önlük ve çoğu zaman burnu delik ayakkabılarla gitmek zorunda olduğum için okulu sevmiyordum ama nedense o ilk gün bana hoş bir heyecan ve heves verir, sabah bir türlü gelmek bilmezdi. Nazlı bir sabaha hazırlanan, hayatımın bu en önemli gecesinde, içimi dolduran sonsuz heyecanla yatağıma girip yorganı kafama kadar çektiğimde bütün ev halkı oturuyor, birbirlerine belli etmemeye çalıştıkları gizli bir beklentiyle babamın en azından bugün erken gelmesini umuyorlardı. O gece hayallerimin ne kadar sürdüğünü şimdi hatırlamıyorum ama eminim o hayaller umut dolu son hayallerimdi. Zira ömrümün o heves dolu ilk bayram sabahı, bayram namazına gitmek üzere evden çıkan dedemin acı dolu çığlığı ardından, önce ninemin sonra annemin yürek yakan haykırışlarıyla başlamıştı. Bu büyük evde olup biten her şeye rağmen alışık olunmayan bu haykırışlarla uyanıp seslerin geldiği yöne doğru koştururken yüreğimin orta yerinde daha önce hissetmediğim garip bir sıkıntı, belki de bir sızı belirmişti. Ardına kadar açılmış kapının hemen önünden gelen haykırış ve ağlamalar, bahçede bekleyen felaketin haberini veriyordu. İlk defa o gün kalbimde hissedip, sonraki yıllarda sık sık yaşadığım çarpıntılarla dış kapıya geldiğimde donup kalmış, ağlamamak için direnen gözlerle, babamın, dut ağacının en iri dalında sallanan cansız bedenine bakakalmıştım. Beni gökyüzüyle kucaklaştırıp var olan bütün sıkıntılardan arındırdığına inandığım dut ağacı, o bayram sabahı babamı bizden alıp, uzun yıllar yaşanacak derin bir acı bırakmıştı. Dedem olduğu yere diz çökmüş, ağlayarak sık sık kafasını kaldırıp babamın yavaş bir şekilde sağa sola dönen bedenine bakıyor, annem dut ağacının hemen yakınında yere yığılmış, kaskatı bir vücutla hırıltılı sesler çıkararak dehşet verici bir şekilde titriyor, babaannem ağlayıp bağırarak ellerini sırayla başına ve dizlerine vuruyor, bahçenin içerisinde koşturup komşulara sesleniyor, ben hiç tepki vermeden ve hiçbir şey hissetmeden öylece durmuş onlara, babama ve dut ağacına bakıyordum. Sonraki yıllarda babamı bizden aldığı için dut ağacından mı yoksa bana güzel hiçbir şey vermeyen ve tek huzur kaynağım olan dut ağacımı da elimden alıp giden babamdan mı nefret etmem gerektiğini bir türlü kestiremedim. O bayram sabahı başlayan haykırış, acı ve gözyaşı, hepimizin yaşamını etkileyecek kadar uzun sürerek hep var oldu. Babamın intihar sebebini kimse bilemedi. Babaannem, “o öyle bir şey yapmaz, öldürdüler onu” deyip yıllarca kendini avuttu, dedem kahrından öldüğü güne kadar “ben anlamıyorum, neden yaptın bunu” deyip dövündü, annem “benim yüzümden, hep benim yüzümden” deyip kendini suçladı. Kimi “kumar borcundan” dedi, kimi “alkolden”… Sonuçta üzerinden bu kadar yıl geçmesine rağmen hiç kimse gerçek sebebi öğrenemedi. Babamın o sabah benden çaldığı tek şey dut ağacı, hayallerim yada bayram heyecanı değildi. Çocukluğumu, gençliğimi hatta ömrümün geri kalanını da çalıp götürmüştü o heyecanla birlikte. Çocukluğum, “kendini asan adamın oğlu” yada “işte bunun babası kendini asmıştı” diye fısıldaşan insanların acıyan bakışları altında geçti. Yaşanılanların üzerine bir perde çekip her şeye en başından başlama umuduyla gittiğimiz büyük şehire bile peşimden gelen ve binlerce defa tekrar tekrar yaşadığım bu olay, bütün yaşamımı olumsuzluklar ve sorunlarla doldurdu. Bana yaşamım boyunca acı veren şeyin babamı bir intihar sonucunda kaybedişim mi yoksa onun intiharından duyduğum utanç mıydı bilmiyorum. Bugüne kadar cevabını veremediğim bu soru, yaşantımın her anında var oldu. Yıllarca kaçmama rağmen, babamın intiharı bir utanç olup her an, her yerde karşıma dikildi. Kendimce, bu utancı ortadan kaldırmanın tek yolu olarak belirlediğim çözüm, bahçedeki tüm ağaçların kesilmesiydi. Bugün bu kasabada, bu sokağın başında oluşum, ardı arkası kesilmeyen bu kaçışa bir son vermek ve bu utancın ortadan kalktığını görmek içindi. Oysa şimdi, her şeyi, unuttuğum detaylarıyla birlikte ve daha katlanılmaz bir şekilde yeniden yaşıyor, sokağa girmeye bile cesaret edemeden öylece bekliyordum. Etrafımdan bağrışıp gülerek birbirini kovalayan çocuklar geçiyor. Yüzlerinden yansıyan mutluluğun anlık bir görüntü olduğunu düşünüyorum. Nedense bu sokakta mutlu insanların da var olabileceği düşüncesi bana hep ihtimal dışı gelmiştir. Acı ve gözyaşından başka duygu barındırmadığına inandığım bu sokakta, mutluluk ve huzurun olamayacağını, gülen yüzlerin birer maskeden ibaret olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Şimdiye kadar binlerce defa yaşadığım geçmişi, aynı mekanda yeniden yaşamaya yüreğimin gösterdiği sabrı, bacaklarım daha fazla gösteremedi. Beni buraya getiren bilinçsiz adımlarım, aynı bilinçsizlikle kasaba meydanına doğru yönelmiş kontrolsüz bir şekilde ilerliyordu. Adeta vücudumdan ve irademden bağımsız hareket ediyor, yine de belli belirsiz bir kararsızlık sergiliyorlardı. Bakışlarım boş, hislerim yorgun, bütün bunlara rağmen düşüncelerim daha belirgindi. Bugün buraya gelişim bir şeyi anlamamı sağlamıştı; yıllarca kaçtığım şeyin aslında kendim olduğunu ve her kaçışın o şeyi çok daha fazla büyüttüğünü… Adımlarımı hızlandırarak bir an önce, her şeyin garip bir lanetin hükmü altında olduğuna inandığım bu dünyadan, bu kasabadan, bu sokaktan çıkıp uzaklaşmaya gayret ediyordum. Çünkü biliyordum ki, hüzün, alın yazısıdır bu sokakta ve geçen herkese bulaşır… LOKMAN ZOR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © LOKMAN ZOR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |