Ben bir kuşum; uçtum yuvadan... Artık ben nerede, eve dönme isteği nerede?.. -Leyla ve Mecnun, Fuzuli |
|
||||||||||
|
BİR MUM DAHA SÖNDÜ ÖZGÜRLÜĞE; YANARAK VE ERİYEREK... Akşam kızıllığı, ayak sürüyerek çekilip gitmişti. Karanlığa sinmiş korku dolu bir endişe sarmıştı Kerkük sokaklarını... Çalınan kapı sesi, yüreğini ağzına getirdi Zehra’nın. Hepsi aynı anda ve aynı heyecanla ayaklandılar ancak Zehra, annesinden de ablasından da hızlı davranıp kapıya koştu. Elini kapı sürgüsüne uzattığında sabahtan beri bir kurt gibi içini kemiren endişe ve korkunun dağılıp yok olduğunu, yerini garip bir sevinç ve mutluluğa bıraktığını hissetti. O kısacık an öylesine tatlı ve doyurucuydu ki, hiçbir şey düşünmeden sürgüyü çekip kapıyı açtı. Karşısında benzi sapsarı kesilmiş babasını görünce donup kaldı olduğu yerde. Akşamın karanlığında dahi kolayca fark edilebilen bu solgunluk, Zehra’nın iri, siyah gözlerinden yansıyan mutluluk ışıltısını silip götürdü bir anda. Ve Kerkük’ü saran karanlık, Zehra’nın gözlerine dolup yüreğine aktı. Kapı önünde duran Bektaş Ali’nin bitap ve solgun yüzü,Zehra’ya, yaşanacak kara günlerin haberini veriyor gibiydi. “Ne oldu baba, ne bu hal?” diyecek oldu, diyemedi korkudan. Mutlaka kötü bir şey olmuştu. Öyle olmasa babası bu halde olmaz, Zehra’nın içine sadece en kötü durumlarda düşen bu korku ve çaresizlik düşmezdi. Bütün gün gönlünü ferah tutmaya çalışsa da, daha sabah babasını emniyet müdürlüğüne götürmek üzere gelen o iki polise kapıyı açtığında hissetmişti kötü şeylerin olacağını. Taş katılığında, mermer beyazlığında ve ürkek ceylan titremesindeki babasının, yaşlı, çaresiz ve güçsüz parmakları arasında bir kağıt fark etti Zehra. Babasını bu hale sokan, onu böyle zavallı ve acınası kılan, Zehra’nın içini saran korku ve çaresizliğin, belki daha bir çok şeyin sebebi bu kağıt olmalıydı. Nedense o an, İran-Irak Savaşı”nda esir düşen abisi geldi aklına. Yıllardır haber alamadıkları abisini düşündü ve aynı anda bir ölüm haberinin insan yüreğine verdiği o onulmaz acıyı hissetti iliklerine kadar. Bektaş Ali düşmek üzereydi. Ne iliklerinde ne de yüreğinde, bir adım daha atacak güç yoktu. Cansız bir et parçası, kaskatı bir külçe gibi yığılıp kalacaktı neredeyse. Buraya kadar nasıl geldiğini, görevlinin verdiği bu kahrolası kağıdı okuduğunda nasıl ölmediğini, bu haberi evdekilere nasıl vereceğini, ne yapacağını düşündü bir an. Okuduğu an içine girdiği zifiri bir karanlığın kör çaresizliğinde titreyen eliyle, kağıdı kızına uzattı. Bu sıkıntıyı atacağını, bu zifiri karanlıktan, bu kör çaresizlikten kurtulacağını sandı. İlk defa kafasını kaldırıp, “kağıdı al” dercesine yalvaran gözlerle kızına baktı. Zehra, bedeninin ağırlaştığını hissetti. Kağıdı alıp babasının acısına son vermeyi, onu tüm sıkıntılardan kurtarmayı istedi. Daha şimdiden kalp atışları hızlanmış, gözleri kararmaya, başı dönüp vücudu titremeye başlamıştı. Babasının elindeki kağıda uzandı alamadı. Gönlü varmadı almaya. Ne yazdığını biliyordu sanki, her kelimesinden haberdarmışçasına ve yazılanların nelere sebep olacağını tahmin ediyormuşçasına kaçındı kağıdı almaktan. Elini uzattı ama kağıdı değil, babasının kolunu tuttu. Bektaş Ali biraz kızından, biraz da kapının kenarından destek alarak içeri girdi. Zehra’nın hemen arkasında karısını sonra da büyük kızını gördü. Başı önüne düştü. Zehra kapıyı kapattığında, Kerkük, yeni bir ağıdın sözlerini yazmaya hazırlanıyordu. Dolunay, utancını yüzüne çektiği bir bulutla gizlemeye çalışırken, gökyüzü karanlığa gömülüyor, Kerkük sokakları eşi benzeri görülmemiş bir sessizliğe bürünüyordu. Hiçbiri soru sormuyor, hiç kimse söyleşmiyor, Bektaş Ali konuşmuyordu. Kerkük sokaklarını bürüyen sessizlik, burada ölümcül bir hal alıp herkesi esir etmiş, Bektaş Ali’yi kıvrandırır olmuştu. İki kızının desteğine rağmen odaya sürünerek girdiğini hissetti. Hanımının ve kızlarının ne olduğunu anlamaya çalışan bakışları arasında yığılırcasına oturdu bir köşeye. Bakışlar çoğaldı, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca bakışa dönüştü ve Bektaş Ali, ezilip küçüldü bu bakışlar altında. Kağıdı Zehra’nın eline tutuşturdu. Aynı anda omuzlarını çökertip, gücünü tüketen ağır bir yükten kurtulduğunu, gönlünün rahatladığını fark etti. Kahredici bir kabus terlemesinden sonra ferahlatıcı bir meltem serinliğinin tüm bedenini kuşattığını sandı. Ancak Zehra, titreyen elindeki kağıdı ölüm fermanı ürkekliğiyle açarken, Bektaş Ali’nin yüreğini günah dolu bir rahatlamanın huzursuzluğu sardı. Zehra, bir zulmü, kara bir yazgıyı yahut ölüm emrini okurcasına okudu kağıdı. İlk önce titrek ve ürkek sonra buruk ve ağlamaklı: “ Irak Hükümeti’nin Kerkük’te yaşayan Türkler’in dağıtılmasına yönelik aldığı karar doğrultusunda yirmi dört saat içerisinde ailenizle birlikte, Kerkük’ü terk edip Erbil’de hükümetin uygun gördüğü bir yere yerleşmeniz gerekmektedir. Size ve ailenize tanınan bu süre içerisinde emri yerine getirmemeniz halinde güvenlik güçleri vasıtasıyla Erbil’e götürüleceğinizi, ayrıca Irak Hükümeti’ni tanımama ve Irak Hükümeti’nin kararlarına isyan suçuyla yargılanacağınızı bildiririz. Kerkük Emniyet Müdürlüğü.” Kerkük’ün hatta dünyanın tüm sessizliği çöktü odaya. Ölüm sessizliğini aratacak, kıyamet sessizliği gibi bir sessizlik. Sesin unutulduğu, sesin bilinmeyeceği, bir daha hiç duyulmayacağı bir sessizlik. Sessizlikten başka hiçbir şeyin olmadığı, olmayacağı bir sessizlik. Ve bu sessizliğin yüreğini yakıp erittiğini hissetti Zehra. Dağlanmışçasına, göz göz ve köz köz... vücudunu ter bastı. Göz pınarlarında biriken yaş, yürek yangınını söndürmek istercesine kopup, tere bulanarak süzülüp düştü pembe yanaklarından. Sanki ölümüne akıyordu, ardarda ve kederli... Ay, biraz daha kapattı yüzünü, gökyüzü biraz daha gömüldü karanlığa. Artık yalnızca karanlık , sessizlik ve utanç vardı yaşayıp nefes alan, bir de Zehra’nın yürek yangını... Bektaş Ali, mahzun, çaresiz ve başı önünde, çöktüğü köşede ölmediğine kahredip aczin utancıyla kıvranırken hanımı, sessizliği, karanlığı, utancı ve yürek yangınını dağıtıp parçalarcasına mırıldandı: “Tisin’den sonra burayı da mı çok gördüler.” O an milyonlarca ok, milyonlarca delik açtı Bektaş Ali’nin yüreğinde. İnce bir sızı beyninde toplanıp bütün vücuduna yayıldı. Ölmüş olmayı diledi. Yüreğine saplanan her okla milyonlarca defa ölmeyi istedi ve bir daha kahretti ölmediğine. Zehra, bir şey söyleme zorunluluğu hissetti. Konuşarak bu girdaptan çıkacağını, rahatlayıp her şeye son vereceğini ve sanki bütün bunların o an son bulup düzeleceğini düşündü. Ağzını açtı; yüreği burkuldu, boğazı sıkılıp sesi kesildi. Dili dönmedi bir türlü, umarsızca sustu. Ancak o zaman anlayabildi babasının geldiğinden beri konuşmayışının sebebini. Pembe yanaklarından dökülen yaşlar çoğalıp hiç kesilmeyecekmiş gibi akmaya başladı yüreğinin içine. Sonra çöküverdi bir köşeye Bektaş Ali çaresizliğinde... ********* Bir daha kimse konuşmadı. Odanın içini gittikçe büyüyen girift bir düşünce yumağı ve ölümcül bir kahır bürüdü. Bir de belirli belirsiz hıçkırık ve iç çekmeler... geçen her saniyede çaresizlik telaşla yoğrulup doldurdu odanın her köşesini. İlk önce kararttı her yanı, ardından terlemeyle karışık baş dönmesi olup boğazına çöktü odadakilerin. Zehra, boğazında düğümlenen çaresizliğe inat başını kaldırıp ıslak kömür karası gözlerle önce abisinin sonra Ata Hayrullah’ın fotoğrafına baktı. Abisinde esareti, Hayrullah’ta ölümü gördü. Kendini onun yerine koydu: Aynı onun gibi, öldürüldükten sonra ayaklarına bağlanan iple sokaklarda sürüklendiğini düşündü. Ardından sırayla bütün yakınları; annesi, babası, abisi, ablası, akrabaları, komşuları, bütün Türkmen halkı ayaklarından bağlanmış iplerle sokaklarda sürüklendi bir bir... Sokakların Türkmen kanıyla sulandığını, Türkmen canıyla dolduğunu gördü bir an. Kulaklarında içli bir ezan sesi çınladı. Sokakları dolduran Türkmen canlarını diriltecek kadar içli bir ezan sesi. Bu kabustan kurtulduğunda bütün vücudunu kaplayan ter, yüzünde boncuk boncuk olmuş, korku ve endişeyi resmediyordu yeniden. Saatler dakika, dakikalar saniye hızında ilerliyor, Kerkük’ü aydınlatmaya yemin etmişçesine inat dolu bir alev kızıllığı, karanlığın göbeğini yırtıp gökyüzüne yükseliyordu. Ama bu yükseliş yas dolu, keder dolu, ölüm doluydu sanki. Sanki istemeyerek doğuyordu gün. Sessiz ve sonsuz bir teslimiyetle uzaklardan gelip odanın içini dolduran sabah ezanı, garip bir matem serinliği sardı yüreklere. Sabahların o kendine has huzur dolu tadı, bu sabah öldürücü bir dinginliğe sahipti. Ve sabahın neşe dolu gülen gözleri, kaygı ile karışık soğuk bir tedirginliği saklamaya çalışıyordu bu defa. Her şey durgun, herkes bir heykel katılığında donuk ve hareketsizdi. Gece boyu uyku yoktu, söz yoktu, hareket yoktu. Sanki gece, yaşamı öldürmüş yok etmişti. Ve sabah... Her şeyi doğuran, yaşamı yaratan sabah, bu kez sadece kasveti doğurup yası yaratmıştı... Birkaç saat geçmişti ki kapı sert bir şekilde vurulmaya başladı. Hepsinin içinden taşarak odayı dolduran tedirginlik bir kat daha artmış, kalp atışları sıklaşıp korku çoğalarak çekilmez bir hal almıştı. O an, ölümü anımsatan ve yalnız ölümü düşündürten bir hareketlilik sardı odanın her köşesini. Tüm heykeller, tüm cansız bedenler hareketlendi ve bakışlar gizlediği tedirginliği kustu aynı anda. Bütün adımlar kapıya yönelirken, Zehra’nınkiler yanıp kahrolmuşlukla ölüme gidiyordu adeta. Bektaş Ali kapıyı açtı. Karşısında bir sivil diğerleri resmi kıyafetli dört polis duruyordu. Polislerin, “siz hâlâ burada mısınız?” dercesine sorgulayan bakışları, Bektaş Ali’yi sonsuz ve acı dolu bir karanlığın içine itip kıvrandırdı kısa bir an. Bacaklarının halsizleştiğini, gözlerinin kararıp başının döndüğünü hissetti. Sivil memur; “Irak Hükümeti’nin emri doğrultusunda Kerkük’ü terk etmeniz gerekiyor. Sizi yeni ikametinize götüreceğiz.” Dediğinde tuhaf bir güç Bektaş Ali’nin güçsüz bedenini yere doğru çekmeye başladı. İnce, acı dolu ve titrek bir sesle kekeleyerek “tamam” dedi. Sivil memur, “Kerkük’ü terk etmeniz için tanınan süre doldu. Emniyet Müdürlüğü, eşyanızı taşımanız için bir araç tahsis etti. Hemen yükleyin.” diyerek askeri kamyonun yanına doğru yürüdü. Polislerin ve askeri kamyonun varlığı, neler olduğunu anlamaya çalışan Kerkük halkını Bektaş Ali’nin evi önüne toplamaya başlamıştı. Babasının arka tarafında konuşulanları dinleyen Zehra, göklerin kafasına çöktüğünü, hayatın bitip kıyametin koptuğunu sandı. Güçsüzleştiğini ve durduğu yere yıkılmak üzere olduğunu fark edince annesine tutunarak kalabildi ayakta. Anne kız birbirlerine sarılmışken bir süredir kesilmiş olan hıçkırık sesi, ablasının yüreğine sinmiş gizli bir ağlamayla yeniden vücut buldu. Bektaş Ali’nin gözlerinden süzülen yaşlar, Zehra’nın boğazında düğümlenen isyan dolu bir haykırışa dönüştü. Dışarıdaki herkesin rahatça duyabileceği bir şekilde “Kerkük’ü terk etmeyeceğiz, hiçbir güç bunu yaptıramayacak” diye bağırdı. Zehra’nın sesi, bütün bakışları üzerine çekti, Bektaş Ali’yi kendine getirdi. Herkes, beklemediği bu çıkışla karşılaşmanın şaşkınlığındayken Zehra, kapının dibindeki gaz bidonunu kapıp ani bir hareketle sokağa çıktı. Kalabalık gittikçe artıyor ancak kimse Zehra’ya yaklaşamıyor, durdurup susturamıyordu. Bir elinde gaz bidonu, diğer elinde kibrit, etrafını çepeçevre saran insanlara doğru, delirmişçesine yürüyüp hep aynı şeyleri söylüyordu: “Kerkük bize ait. Buradan hiçbir yere gitmeyeceğiz.” diye. Ağzından çıkan her kelimede hırsı biraz daha artıyor, sesi biraz daha yükseliyordu. Sesini tüm Kerkük’e, Bağdat’a hatta dünyaya duyurmanın kararlığıyla haykırıyor, kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. Bektaş Ali’nin bacakları, vücudunu taşıyamadı daha fazla, kapı önünde yığılıp kaldı. Karısı ve büyük kızı, gözyaşları arasında bir yandan Zehra’yı durdurmaya çalışırken bir yandan da onunla ilgileniyorlardı. Komşulardan birkaç kişi Bektaş Ali’ye müdahale ederken Zehra, etrafında bir çember oluşturanların korku, endişe ve merak dolu bakışları arsında gaz bidonunu başından aşağı boşaltarak konuşmasını sürdürdü: “Ben Kerkük’ün kızıyım. Bu şehirde doğdum, bu şehirde öleceğim. Buradan hiçbir yere gitmeyeceğim. Bu zulmü protesto etmek için kendimi yakacağım. Kerkük bizimdir, katillere ve zalimlere kalmayacaktır.” Zehra’nın sözleri bitmişti, alacağı nefes de... Seyredenler, Zehra’nın gözlerindeki kararlılığı fark ettiğinde o, elindeki kibriti yakmıştı bile. Bir anda tüm vücudunu saran alevler, Zehra’yı, hiç sönmeyecek bir özgürlük meşalesine çevirdi. Toplanan kalabalık, çevresini aydınlatmak için debelenerek yanan bu meşaleyi seyrediyor, hiç kimse bir şey yapamıyordu. Yapılan tek şey; annesi, ablası ve yarı baygın babasını engellemekten ibaretti. Zehra’nın acı dolu kıvranışı, yerini ateş topunun korlaşmasına bırakırken, Kerkük seması, özgürlük ateşinin mide bulandıran kokusuna bulanıyor, seyreden biçarelerin haykırışları acı bir inlemeye dönüşüyordu. Ve dünya, oraya toplanmış kalabalığın gözlerinde, bir mumu daha seyrediyordu; Kerkük’ün sıcak kollarında yanan ve eriyen bir mumu... LOKMAN ZOR Bu öykü Göller Bölgesi Şairler ve Yazarlar Derneği Öykü Yarışması Türkiye Birinciliği ödülü almıştır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © LOKMAN ZOR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |