Bulanmadan ve donmadan akmak ne hoştur. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Kalemini daha sıkı tuttu.. daha tedirgin. Yazmaya devam etmek istiyorduysa da, aklında filizlenen bir düşünce onu durdurdu. Ruhu daralır gibi oldu. Bir nefes alımı zamanda düşünce filizi apansız hortlayan devasa bir sıkıntıya dönüştü.. Karnına bir ağrı saplandı.. Nefeslerinin hızlandığını fark edemeden önce titrediğini hissetti: Tek ve kuvvetli bir titreme… Hayırdır inşallah!.. Kendisine doğru hızla yaklaşan şeyin adını koymaya çalıştı. İçindeki ses ürkek bir cevap vermeye yeltendi ama O, aceleyle, cevabı duymak istemiyor olmalıydı ki, ‘destur bismillah!’ dedi. Bu iki kelime onu koruyamadı ve yazması gereken muskayı tamamlayamadan gözleri kocaman açıldı, kalemi tutan eli kasıldı ve tek bir ıkınma nidası gırtlağında sönerken kafası masanın üstüne düştü. Almadığı nefesin sessizliği etrafında genişledi. Bitiremediği yazının mürekkebi kurumamıştı ve yanağının ipincecik yarıkları arasında narin dallı mavi ve ince bir ağaç yarattı: Fesat Ağacı… Sonsuzlukta böyle miydi: sessiz, müphem ve mavi ağaçlarla dolu?.. Bunu hiçbir zaman bilemedi. Bilse de kıymetini yada fenalığını tahlil edecek mevkide değildi.. gidiyordu işte. Ölüm anında gözlerini kocaman açmasının bir nedeni olmalıydı. Belki son nefesin birdenbire yoldan peyda olan bir duvar misali karşısına dikilip sorulara mahal vermemesiydi, belki de yaşama daha doyamadığını hissederken duyduğu ilahi fısıltıydı. Her ne olursa olsun, ecelin tesellisi yoktu. Artık sonsuzluğun neye benzediğini bilmesinin bir önemi kalmamıştı. Zaten hangi çarpık ruh, son nefesin tadına varmaya çalışabilirdi ki? Uzaklaşıyordu… ışıkla karanlığın olmadığı bir yere yaklaşıyordu –eğer böyle bir şey mümkünse. Fani ölçülerin tasavvur etmekte kifayetsiz kalacağı tanımsız bir uzaklaşma her yanını sarmışken, uzaklaştığı yerdeki hiçbir şeyi umursamıyordu. Ne kadim bir ecinni gibi ‘ah’ ederek açılan kapıyı, ne eşikte beliren ve gecenin önünden akarak odaya doluşan pusları, ne de pusların ortasında beliren durgun insan siluetini… Durmuş kalbinin boşluklarına doluşup kalmış kan pıhtılaşmak için alil acele heveslenirken, dünyaya kapanmış kulaklarına ulaşan topuk sesleriyle ilgilenmiyordu. Dışarıdan gelen köpek havlamalarına, köpeklerin çamuru dalgalandırıp sokak sokak dolaşırken çıkardıkları yankısız şapırtılara; perdeleri çekili camına vuran yağmur damlalarına, şehri çepeçevre sarmış mutlak geceye ve karanlığın içinde kıvranan sıkıntıya karşı kayıtsızdı. Dünyaya kırgın gibiydi ölü… ölüler böyleydi işte: vefasız. Lakin yanında durup tepesinden ona bakan adam da, onun dünyaya davrandığı kadar umursamazdı. Ayakta dikilen adam cüppesinin iç cebinden ufak ve yuvarlak bir ayna çıkartıp ölünün burnuna yaklaştırdı. Endişeyle bekledi. Şiddetli ve sükut-u hayale uğramış nefesi sessizliği bitirdi. Bir süre kandil ışığında kızıl yansımalar çoğaltan aynayı seyretti; buğulanmamıştı. Ayakta dikilen ve geceyi etrafına çekmiş kadar mutat bir sükuneti olan adam, masaya kafası düşmüş mevtanın öldüğüne kanaat getirince omuzlarını silkip ikinci kez, sıkkınca nefes verdi. Biraz eğilerek sol elinin parmak uçlarını ölen adamın omzuna uzattı, bastırdı ve hafifçe ittirdi. Aslında cesedi oturduğu yerden ittirerek alaşağı etmeyi tedirginlik içinde, kalbi her an duracakmış gibi pür dikkat yapmadı. Ölü bir bedenden korkmayacak denli tuhaf biriydi. Dirayeti ancak ölüleri yıkayan gasil hanecilerle ve uğursuz gecelerde mezarları deşip ölülerin üzerinde altın bir diş yada kıymetli bir yüzük arayan mezar avcılarıyla karşılaştırılabilir ve yine de onlar, şimdi ölünün yanında bir sandalyeye tünemiş sessiz adam kadar gözü kara olamazlardı. Zira o, yıllardır tozunu yuttuğu İstanbul sokaklarında karşılaştığı herkesten daha az insandı; ölüme karşı tutumu da doğal karşılanmalıydı. Kendisi varlıklar içinde, el üstünde tutulmuş zamanları olan bir varlıktı. Gerçeğin bahşedildiği az üyeli zümredendi. Ama şimdi… Hızla soğuyan vücut aynı hızla, hiçbir tepki göstermeden sandalyenin yanına düşmüştü. Yerde belli belirsiz bir toz kalabalığı oluşmuş ve cesedi görünmez tülleriyle örtmüşlerdi. Ayakta bekleyen adam kandil ışığını kendine siper ederek eşikte bekleyen geceye ve çarpık nurlarla iç içe girmiş puslara sırtını dönüp sandalyeye oturdu. Kapının açıldığı avluda güzün ısırgan bir rüzgarı dolanıyor, revakların altında gürleyip sütunları tokatlıyordu; revakların göz alıcı kubbeleri içinde uğulduyor, açık kapıdan içeri girerek kandilin yapayalnız alevini sarsıp korkutuyordu. Gece İstanbul’a, ama en çok ta Aksaray tarafına saldırıyordu. Adam gecenin kötülük dolu karanlık nefesini seviyordu. Kim bilir bu zulmet, ölümlü bir beynin kıvrımları arasında hangi pervaların çakmasına sebep oluyordu, ki bu kıvılcımlar onların kafalarında taşıdıkları et parçasına benzeri görülmemiş mezalimlikle saldırıyor, ışığa olan açlıklarını arttırıyor ve gündüze Yaradan’ın bir lütfüymüş gibi şükrediyorlardı. Bunlar, akıl yürütmeyi gereksizlik olarak addedip Yaradan’a daha çok sığınmanın ve ona yaranmanın yolunu başkalarının kısıtlı fikirlerine uymakta görüyor, ne derlerse harfiyen yapmaktan geri kalmıyorlardı. Böylece Yaradan’la aralarındaki ricacıya benzeyen bu din yobazlarının telkinleri ve korkutmaları sayesinde göremedikleri bir nurun heybetine şaşırıp kalıyor, karanlığa ve nefse karşı yine bu vicdansız din sömürücülerinin Yaradan’dan aldıklarını sandıkları kudrete sığınıyorlardı. Halbuki karanlık ta Yaradan’ın marifeti değil miydi? Onu da kullarını sınamak için kendi tarifsizliği içinden doğurmamış mıydı? Muhakkak kulları, aynen söylediği gibi önlerine koyduğu her şeye kanıp, cehennemin akıllarında yanıp duran kudurgan alevlerine doğru yavaşça ama emin adımlarla yaklaşıyorlardı… bu hep böyle olacaktı. Ve işte Yaradan Onu, bu mezbelelik içine atarak, günahkarlar ve şeytanlar arasındaki “İyiyi oynama” temsilinde kurtuluşunu aramakla cezalandırmıştı. Filvaki Yaradan, kural koyanların en kurnazıydı… Masanın üzerindeki kağıt şeride baktı. Buruşmuştu. Üzerindeki mürekkep, ölmekte olan bir adamın can çekilen yanağı yüzünden damar damar yayılmış ve harflerin bazıları çarpılmıştı. Kızıl kandil aleviyle üzerindeki al tonlar palazlanan masanın çevresinde tehditkar bir gölgeler ordusu toplanmıştı. Kandil yalnızca masayı ve şerit kağıdın üst yarısını görünür kılabiliyor, gecenin etrafını saran karanlığına yalnızca ümitsiz bir titremeyle cevap verebiliyordu. Adam yazıdan geriye kalanı sağdan sola doğru okumaya başladı. Silinmiş harflerin boşalttığı kelimeleri aklından tamamlayıp yazıyla beraber sola doğru kayıyordu. Şeridin ortasında durdu. İşte, az önce ölümün dikenli ellerine teslim olan adamın kudreti ancak buraya kadar yazmasına yetebilmişti. Tam bu kelimeyi bitirdiğinde nefesi, onu doğal olmayan bir istekle terk etmiş olmalıydı. Masadaki adam ölümün nasıl da aniden çarptığını tahmin edebiliyordu. O yüzden şaşırmadı. Zira bu adam-bu, kendini dergahın en kudretlisi sayan imam- ondan önceki yedi imam misali aynı kelimenin ötesini yazmaya takat getirememişti. “Tam kavrarken ölüyorlar” diye tespitte bulundu. “Fanilikleri bunu kaldıramıyor. ‘Gerçek’e yaklaşmak ruhlarını bedende kavuruyor ve ruh bedenden kaçıyor… Ne fena!” Fenaydı, çünkü onun yeni gözlemi çaresizliğini daha da acı onaylamıştı. Yaradan’ın yöntemlerine akıl sır ermiyordu. Muhtemelen bunalmış olduğundan, kafasındaki sarığı çıkarıp kandilin yanına koydu. Beyaz kumaşın üzerinde sersemleşmiş al renkler parıldadı. Sandalyeden kalkmadan, ayağının dibindeki kuş tüyü kaleme uzandı. Doğruldu. Kalemi mürekkebin içine dalgın bir edayla batırmaya başladı. Bu geceden evvel yedi dergah dolaşmıştı. Yedisi de Allah yolunda Allahsızlık edenlerle doluydu. Onların içlerinde fokurdayan ve kaynayan habislik karşısında ölümden ve yaşamdan tiksindi. İnsanlar görmeyebilir, bu aç gözlü din adamlarına itimat edebilirlerdi ama o bu kadar kör değildi; onun gözünde perde yoktu. Kalemin ucunu sararmış kağıt şeridin üzerine bastırdı ve şüpheyle inceleşen bir süre zarfınca öylece durdu. Kafasındaki sorular sebebiyle alnındaki tüm deri dalga dalga olmuştu. Kaşları gerginleşmiş ve yukarıya doğru meyletmişti. Yedi kere daha aynı tablonun içindeki kaygılı adam figürünü oynadığını hatırladı. Başarısızlığı ay ışığında gümüş misali parlayan her imamın ardından hep kalemi eline almış, fakat aklında simsiyah bir ur kadar ağrı yaratan kalın çizgili bir gerçek onu sürekli durdurmuştu. İsyan etmek mi?.. içinde basitleştiği bedenin titremesini önemsiz kılan benliği ve onun sarsılışı anında ‘tövbe!’ diyerek sindi. Görünmeyen birinin onunla konuşmasına alışıktı: “Yine mi?” Gözündeki perdenin ötesinden seslenen, tiz hatlı bir mırıltı duydu. Dalga geçer gibiydi. Veyahut dalga geçişini, endişeli gösterdiği sesiyle fevkalade harmanlamıştı. Adam elini başının üst kısmına götürdü ve alnını avuçladı. Buradaki ter damlacıklarını ovuşturarak gözlerini kapadı. Nefesini sertçe verirken: “Yine” dedi, “ve sen ‘yine’ yanımda bittin.” Görünmeyen ses, gölgeleri üzerine giyerek saklanmış gibi gülümsedi –ve gülümsemesinin sesi duyuldu. Belli ki adamın sıkıntısını en az onun kadar net biliyordu. Dahası o belki de bu durumdan kendisine bir eğlence çıkarmıştı… Yeniden sırıtışı duyuldu: “Senin gibi kudretli bir varlığın hala bir çözüm bulamayışına öylesine şaşıyorum ki… Perdenin o yanında kurallar buradaki gibi işlemiyor mu?” Adam bezginlikle verdiği nefesinin ardından elinde kırana dek sıktığı kalemi masanın üzerine bıraktı ve sandalyesinde yan döndü. Ne acayiptir ki önündeki boşluğa sitemle bakarken sanki karşısında biri varmış gibi kaşlarını çatmıştı. “Hayır” adam homurdanırken parmaklarını teker teker çıtlatıyordu, “eğer burada da kurallar ‘oradaki’ yada ‘ötedeki’ kadar kapsamlı olsaydı şunların hali nice olurdu?” Çıtlattıktan sonra işaret parmağıyla, yerde kaskatı kesilmiş yatan ölüyü gösterdi. “şimdi bile ele geçirilmişken, onlardan her türlü sapkınlığı beklemek gerekirdi.” Hınzır ve tiz yankılı bir gülümseme odanın içinde oraya buraya sıçrayıp durdu. Adam gözleriyle neyi takip ediyordu? “Burada da durum çok farklı değil hani.” Görünmeyen ses, sanki ona eşlik eden rüzgarın sırtına binmiş, onunla beraber odayı dört dönüyordu. “Biz de aynı onlar gibiyiz, biliyorsun.” “Emin misin?” dedi adam, şimdi acıyarak yerdeki cesede ümitsizce bakıyordu, “siz iddialaşma konusu olmadınız. Onlar öyledir ki, siz bile onların tutkularını bilebilirsiniz. Vicdanları o denli ince ki,” işaret ve baş parmağının uçlarını bir araya getirdi, “bir saç kılını araya koysan yine de o boşluğa sığmaz ve taşar.” Görünmeyen sesin pişkin sırıtışını tiz sesi takip etti: “Hakkın var. Bize bayılıyorlar. Bizden birini görebilmek için neler yapabildiklerine inanamazsın. Öyle komik istekleri oluyor ki, ne yapacağımızı şaşırıyoruz… gülsek mi ağlasak mı?” “Siz ağlamayı bilir misiniz bakalım?” “Yine hakkın var.” Bir kıkırdama karanlığın sağına soluna yayıldı, “üzülmeyi onlar seçti. Vicdanları olması onların suçu. Başlangıcı hatırlarsın.” “Evet” dedi adam sessizce, “hatırlıyorum.” Bir anının içinde kaybolup, aynı hatıranın gerçekliğine geri dönebilmeyi tüm içtenliğiyle arzuladı. Hatırladığı şey sadece insanoğlunun ilk kusuru değildi; ilk günaha mekan olmuş ebediyet yuvasını, denizler kadar engin benliğinde özler olmuştu. Üstün renklerle beraber uçuşan ışıklarda ezberlediği erdemi ve durmadan, istekle tespih edindiği şükranı duyumsadı. Sadece ruhken ve şimdikine benzer hantal ve çileli bir et parçasına hapis olmamışkenki vaziyetine özlemle uzandı fakat bulabildiği yegane gerçek, faniliği sarıp sarmalayan çilekeş rüzgar olabiliyordu. Uyanmaya benzer bir şaşkınlıkla etrafına bakındı; öylesine yabancıydı ki bu dünyaya, işgüzar gecenin ortasını daha da betimsiz gösteren odanın içinde nedeni belirsiz ve yığınlar halinde istiflenmiş bir yalnızlığın ona şu soruyu sordurmasına mani olamadı: Burada ne işim var? “ Senin şu esrarlı ‘Gerçek’ini değil de, hırsı arıyorlar.” Tiz ve berbat bir ezgiyle konuşan ses, yeniden boşlukta vâr olabildiğini ispatlarcasına viyaklamıştı. Adam reddeder bir esefle başını salladı: “ ‘Gerçek’i bilmiyorlar ki arasınlar.” Cin sessizce ve meraklı bir sıkıntıyla mırıldandı; “Ben de bilmiyorum.” Adam sandalyede yeniden manevra yaptı ve yüzünü masaya döndü. Kağıda özlemle baktı ve bir kez daha kuralların dışına çıkma ihtimalini tahayyül etti. Şiddetle sarsılan benliği bir kez daha ‘Tövbe!’ dedirtti ona. Cin haklıydı, yada değildi… Zira, neredeyse varlıklar üzerinde bir varlık olduğu hususunda şüpheye düşmek üzereydi. Görünüşte hamleleri teker teker yanlış çıktıkça, gaibin uğultulu sesleri onunla alay eder olmuşlardı. Minikleşiyor, dahi şu Ben-i Ademleri bile geride bırakacak bir yozluğa sürükleniyor ve erdemden uzaklaşıp cahilleşiyordu. Hayret etti: Yaradan O’na nasıl bir oyun hazırlamıştı? Şu anda içine kıstırıldığı bedende ilk gözünü açışını havsalasında canlandırdı yeniden. İçinde çınlayan sesin sönmesi günler gerektirmişti. Ne muazzam bir çınlamaydı o ve nasıl da azarlarcasına yineleniyordu ruhunda: “Madem öyle benim aciz yarattığım, iç ki faniliğin şurubundan ve anla hâkir gördüklerinin halini!” O esnada kalbi ilk kez attı, ciğerlerine ilk kez havayı çekti ve göz bebekleri körpeliğini üzerinden atarak ışık karşısında minikleşti ezildi, büzüldü… Adam olarak ilk saatlerinde, vaveylaların en yürek çökertenlerini harcamış, yırtınmaların en göze nahoş ve komik görünenlerini bıkıp usanmadan ve kendini duvardan duvara atarak sarf etmişti. Ecelin yakasında olduğunu bilmesiyle yıkılmış, Yaradan’a bayılana ve sonra ayılıp yeniden kendinden geçene değin yalvarmaya koyulmuştu. Nafile olduğunu anlaması için bir gece vakti, hayata ruhunu açtığı dört duvarın kapısından, birinin girmesi gerekti. O’da bir adamdı; aynı ten kokusu, benzer ölümlü bakışlar ve topraktan havalanamayan bir çift ayak. Buna rağmen apışıp kalmasıyla onu tanıması bir olmuştu: “Burada ne arıyorsun ey kardeşim?” diye sormuştu gelen. “Bîhaber misin kusurumdan güya ey ruhumun ortağı? Bihakkın bu benim başıma esaslı bir azap oldu.” “Öyleyse benim gayemi de bilmen gerektir. Vallahi bu söz Yaradan’dan gelir ve senin kaderin şimdiden sonrası için yazılmamış denir.” “Yemin olsun ki ben bunu hak ettim. Lakin beklenen nedir ki bu aciz varlıktan? Fecin ve gece altındakileri tahayyül edene and olsun ki, ben tamamıyla bihaberim.” “Korkma öyleyse ya gaibin mensubu! Değil midir ki Yaradan bağışlayan?” “Elhamdülillah!” “İşte! Yemin olsun cürümün karşılığında vuku olanı bildiren ben olacağım sana.” “Nedir o öyleyse?” “Sen ve ben ve kamu gaibin mahlukatlarına aidiyetle bağlı olan tek şey nedir?” “Ne midir?” “Nedir ey eza içinde kıvranan?” “ ‘Gerçek’tir o, ey ezayı üstümden almayan.” “Bildin mi ‘Gerçek’i?” “Elhamdülillah!” “Demek ki bilirsin yapman gerekeni. Varlık üstünde varlık, ruhun içinde ruh! Gerçektir sana felâh. Gerçektir buna devâ. Öyleyse vur kendini dünyaya!” “Haşa derim ben sana! Gerçekle Adem’i yüzleştirmek olur mu ya Ufuk Bahçeleri’nde konuğum, Beyaz tarlaları’nda yoldaşım?” “İnce teferruat sır kalsın bana. Bulursan ‘Gerçek’ten soyarak isteneni, bekleriz hepimiz arşın ötelerinde seni.” Harcarken kabir azabı çektiği bir iki ayın ardından, halen çözümü olmayan, can sıkıcı bir bulmacanın ucundan tuttuğunu fark etti. ‘Gerçek’le oyun oynamanın kurallarını, insanları gerçek sayesinde kandırmanın ve bunu kendi kurtuluşu haline getirmenin inceliklerini yada gereklerini bilmiyordu. Bir et parçasına mahkum edilmiş usunu zorlaması çıkarsız bir uğraş olmak üzereydi. Elinde hiç seçenek yoktu. Belki bir adım atsa, önüne bin bir yöne uzanan pek çok yol çıkacaktı çıkmasına ya, o bu ihtimali, hiç yolu olmamasına tercih ediyordu. Tüm manalarıyla çaresizlik, onda önemli bir alışkanlık, saplantı ve vazgeçilmezlikti artık. Varlıklar üstünde bir varlık, şimdi karanlıkta yok olması müstahak bir mertebede sayıyordu kendini; içler acısı bir hisle kavruluyordu, ona sırt çevrilmiş ve sonsuzca biriken nursuz diplerin bir köşeciğine terk edilmişti. İnsanlar ne vakit aklına gelse köpürüyor, hiddetleniyor; cümlesinin acizliğine beddualar ediyordu. Onlar yüzünden çektiği çilenin haddi hesabı yoktu. Terk edilmişlik hissini akıbet kabuk bağlamış bir yara misali kabullendiği ve insanlara karşı olan gazap zehrini, yüce benliğinin içine bir yerlere akıttığı tozlu bir yaz günü vardı. Bedaheten ve dahi zerre çaba sarf etmeden –daha doğrusu sarf edemeden- hiç ummadığı bir ipucuna ulaşmıştı. Gerçekten bu, oldukça hayret vericilerin içinde en makbul olanıydı. O gün, din ve Allah hususunda konuşmaktan, atıp tutmaktan ve çıkarlarını koruyacaksa eğer, her şeyi saptırmaktan anlatılmaz bir vicdansızlıkla sıyrılabilen kalın enseli ve iyice semirmiş bir tüccar, onun konağına gelmişti. Herkese kendini dışarlıklı diye tanıttığından ve emsali zor görülür servetinin dedikoduları yayıldığından beridir, eşiğini aşındıranların haddi hesabı yoktu. Adını soranlara Mikael demişti doğrudan, vakıa ahali ona Mişel demeyi tercih etmişti. Bari doğrusunu söyleselerdi. Domuz kılıklı tüccarın yüzüne karşı zoraki bir tebessümle ancak bakabilen ve söylediği palavralara inanır gibi görünmek uğruna, suratına yeri geldiğinde hayret mealleri oturtmak zorunda kalan Mişel, içinde mahpus olduğu bedenin derinliklerinde kuduruyordu. Tüccar bol keseden atmakta sınır tanımadan Allah’ın kelamlarını, kendi menfaatleri doğrultusunda evirip çeviriyor, Mişel’de tiksinti yaratan sonuçlara varabiliyordu. Hatta tüm bu kuru gürültüsünün yamacından da, sanki lekesiz bir imanı sırtlanmışçasına ses tonunu yumuşatıyor, ders verir bir havaya bürünüveriyordu. Bu Mişel’in perdesiz gözlerine, azabın deli iblisleri gibi saldırıyordu. Zira perdeden azade gözleriyle Mişel, tüccarın her yanından kor gibi alevlerin yükseldiğini görebilirdi. Tüccarın ağzından girip kulağından çıkan, burnunu çekiştiren yada makağını parmaklayan binlerce –evet binlerce- ufak zebaniye dikkat etmemeye çalışıyordu. Onların uslanmaz kikirdemeleri, en sağlam kulakları bile mahvedebilen kötürüm çığlıkları ve lanetli kelimeleri, tüccarın hevesle anlattıklarıyla beraber çok kötü bir mozaik oluşturuyordu. İşte böyleydi; Mişel onu gerçek haliyle görmüştü. Doğaldır ki, bunun bilincinde olmadan hak ve hukuktan bahseden tüccarın, ne kadar yezit, yalancı ve pisboğaz olduğu hiç kuşku bırakmadan aşikar bir hal alıyordu. Mişel onun martavallarının arasında o denli boğulacak oldu ki, herifin bir anlığına bile susmasını sağlayabilmek için alelade bir soru sordu: “Pek muhterem zat-ı aliniz, anlaşılıyor ki Hak Teala’ya gönülden gelen bir vecit ile bağlısınız mirim. Cesaretimi mazur görürseniz zatınıza bir sual edebilir miyim?” “Lafımı olur Mişel Bey! Sor ki yolun imanın nuruyla aydınlansın.” Mişel içinden ‘La Havle…’ diye geçirerek şunu sordu: “ Bana Hak Teala’nın en kadirşinas meleğinin mahlasını bahşedebilir misiniz?” Tüccar hiç düşünmeden “ Azrail’dir o” cevabını yapıştırdı. Hiddeti dağları yerle bir edecek raddeye gelmiş Mişel, tüccar nereye baktığını anlayamasa da, kalın enseli adamın etrafında kahkahalar atan zebanileri süzüyordu. Onlar dahi bu cevabın sırf Azrail’e yaranabileceğini düşünen sakat bir akıldan çıktığını idrak edebiliyorlardı. Etin içinde tepinen öfkesine son bir gem vuran Mişel sakince ikinci bir soru sordu: “Peki böyle düşünmenize hikmet olacak akliyat nedir ey muhterem?” Tüccar kodamanca gülümsedi, “Canları almak kudret gerektirir be ey Mişel Efendi.” Bir saniye sonra tüccar acılar içinde yerde kıvranıyordu; başını, sanki müthiş bir ağrısı varmış gibi iki eli arasında sıkıyor ve kendini kaybetmişçesine tepiniyor, haykırıyor, ıkınıp cıyaklıyor ve dişlerini gıcırdatıp kafasını zemine vuruyordu. Ağzından bol miktarda köpük ve salya akmıştı. Ara sıra, elleri arasında tuttuğu kafasındaki ağrıya derman olması ümidiyle ayağa kalkıp deli danalar misali koşturuyor, kendisini ahşap kaplı duvarlara atıyordu. Tüm olanları oturduğu yerden hiç kalkmadan, soğukkanlı bir sükunetle seyreden Mişel, yaptıklarının dehşetiyle uyuşmayan bir dinginlik içerisinde oturuyordu. Kafası nihayet mosmor olan tüccar, en sonunda bitap düşerek yerdeki halının üzerine kapaklanınca, Mişel yerinden kalktı ve tüccarın sere serpe yattığı yere kadar yürüdü. Nefes nefese kalan ve acı yüzünden tüm vücudu hissizleşen adamın tepesinden bakarken içinden söylediklerini, onunda duymasına olanak sağladı. “Canları yalnızca Allah verir ve yine yalnızca o alır.” Tüccarın gözleri fal taşı gibi açılmış, beyninde uğuldayan ses sebebiyle bozguna uğramıştı. Kelime-i şahadeti tamamlayamadan, balon gibi şişmiş kafası patladı ve bedeni zebaniler tarafından lime lime edilerek yok edildi. Mişel yaptığından dolayı yarı yarıya huzurlu ve rahatsızdı. Haddini bilmezlerin cezası ancak buydu, başkası değil! Yine de emsalsiz benliğini sıkıştıran bir terslik hissediyordu. Gariplik ve terk edilmişlik o esnada üzerinden sıyrılmış mıydı neydi? Yeniden kudretli ve azametli hissetti benliğini. Bu, ne zamandır ihtiyacı olan bir şeydi. Peki ne zamandır bu tip fani ihtiyaçları vardı? Nasıl oluyordu da, bir adem oğlu kadar kudretini böylesi güç gösterileri için heder ediyordu? Kafasında bir şimşek çaktı;“Canları yalnızca Allah verir ve yine yalnızca O alır.” Mişel kendi söylediğiyle çelişmişti. Terazi yavaşça rahatsızlık kefesini doldurmaya başlıyordu. Amma ve lakin, tam bu bozgunun ortasında bir ses duydu; bulut tarlalarından, gaibin nağmelerinden örülmüş bir seda: “Yaklaştın!” “O gün oradaydım ve yaptığına hayran kalmıştım.” Cinin ince sesi Mişel’in yüzünün buruşmasına sebep oldu. Cin bunu açıkça görüyor olmalıydı ki, konuşmasına alaylı bir edayla devam etti: “Senin normal bir insan olmadığını anlamıştım. Hoş –şeytani bir kahkaha- insan bile olmadığını anlamak gayet heyecan vericiydi. O gün orada olduğum için çok şanslıydım.” “Bunu her seferinde anlatmak zorunda mısın?” Mişel bitkin bir halde sandalyeden kalktı ve gecenin bir uzvuna dönüşmüş açık kapıya doğru yöneldi. “Ne yapayım? Yazılmamış bir kadere bulaşmak bayağı cezp edici.” Mişel kapının tokmağını sıkıntıyla kavradı, “Sana her şeyi anlatmamalıydım.” “Belki de. Fakat unutma, benim varlıklar üstü dostum, yazgındaki payım yadsınamaz.” “Bu zaman dilimindeki yazgımı tamamen sen yazdın zaten.” “Teşekkür ederim. Onur duydum.” Mişel kapıyı kapattığında, kandilin alevi sağa sola yalpaladı; söner gibi olup yeniden canlandı ve iğne ucunu dümdüz yukarıya doğru çevirdi. Rüzgarın cesaret kırıcı esintisinden kurtulduğu için rahatlamış bir hali vardı. Şimdi adam, kapattığı kapının yanında durarak odayı seyretti. Bir an oda, kendi loş ve terk edilmiş halini andırdı. Eskisi gibi değildi; nihayetinde insancıllaştıkça yüce değerlerinden bir bir feragat edip, dosdoğru bir faniye dönüşüyordu. Minik iblisler yada koruyucu melekler gayrı görünmüyordu ona, sadece varlıklarını hissedebilirdi. Vakıa o buna memnundu. Ademoğullarının her yanını sarmış iblislerin arasında ezilen ve hakir görülen melekleri gördüğünde kafi miktarda sıkılıyor, oyunun gereklerine kendini veremiyordu. “Ben şu andan itibaren tastamam insanım” demesine ramak kalmıştı. Buna rağmen ‘Gerçek’le insanı aynı hizaya getiremiyordu. Bir şeyler sanki hep eksik kalmak zorundaydı. Mişel, gölge tülleri arkasında cini görüyormuşçasına gözlerini ölünün üzerine dikti. Cinin terbiyesizliğinden dolayı utandı. Şiddetle onu ikaz etmek istediyse de, lafını yuttu çünkü nafileydi. Ölüye doğru yanaşarak, havayı döven bir savma hareketi yaptı. Aynı esnada gıcırtılı bir sırıtış odayı çınlattı. “Hemen arkadaşlarına söyle ‘ondan’ uzak dursunlar. Ölüyle eğlenmeye hakkınız yok!” Başka başka ve tüyler ürpertici kıkırdamalar peyda oldu. Mişel şaşkınlık içerisindeydi: Bu sefil yaratığın aklına, nasıl olmuş ta uymuştu? “Seni selamlarım Sema’nın sakini. Seve seve sana ismimi söylerdim ya, ne yazık ki yasak. Eh, sen benden iyi bilirsin.” “Doğru.” Mişel’le cinin tanışması, yerde kendi kanı içinde çeşni olmuş adamın yanında vuku bulmuştu. Kafası zerrelerine değin parçalanmış tüccar beyazlaşmış, tüm kanını güzelim Acem halısına hayrat kılmıştı. Mişel cine, hala anlam veremediği bir ihtiyaçtan ötürü başına gelenleri anlattı. Hoş, o zamanlar yüce varlığında böylesi garip duygular oluşabileceğine ihtimal vermiyordu vermemesine ya, az evvel bir adamı öfkesine yenilerek öldürmüştü. İnsan ‘gibi’ olmak ne elem bir işkenceydi! “Doğrusu vaziyetine bakılacak olursa, buraya kısılıp kalmış gibisin.” Cinin bu sözleri Mişel’i ürpertmişti. Aynı, Yaradan’ın secdeyi reddeden şeytana çıkıştığı vakit, varlığında yükselen soğukluğa benziyordu. Toprağın üstünde yürümek… sonsuza kadar! “Allah korusun!” Mişel arzuyla ünlemişti. “Orasını ben bilmem. İnsanlardan yardım beklemek deliliğe eşdeğerdir.” “Neden böyle dedin?” “Hala anlamamış olamazsın.” “Neyi?” “Onlar, ‘irade’yle cezalandırılmışlardır. Sen dahi, o bedenin içinde, o bedenin iradesine yenik düştün.” Cin yerdeki kafasız bedenin üzerine çullanarak, iblislerin henüz tüketmediği bembeyaz olmuş etleri ince ve yeşil diliyle yaladı. “Bunu bir daha yapma!” Mişel ondan tiksinmişti. Yine de ne söylemek istediğini anlayabiliyordu. “Sence nasıl hareket etmeliyim?” Mişel, elinde hiçbir şey olmamasındansa, minik bir fikri değerlendirmenin faydalı olacağını tahmin ediyordu. Cin tüccarın neredeyse tükenen bedeni üzerinden atladı ve pırıl pırıl güneşin doldurduğu pencerenin yanına tünedi: “Asırlarını insanları müşahede ederek geçirmiş biri olarak sana şu tavsiyeyi, haddim olmayarak verebilirim.” “Evet?” “iradeleriyle oyna. ‘Gerçek’e –ki ‘Gerçek’ dediğin şey her ne ise- ulaşmak için onları kullan ve bunu onların hayrınaymış gibi göster.” “Peki ey yeşil mahlukat! Onların hayrına olan şey nedir?” “Onların hayrı çıkarlarıdır. Hırslarına hitap edecek bir mevzuu bulmalısın.” “Mesela?” “Meselaa..” cin bir müddet düşünür gibi yaptı. Aslında ne söyleyeceği en başından beri aklındaydı, “mesela bizimle irtibata geçmelerini sağlayabileceğin yalanını at!” “Bunun ‘Gerçek’le ne alakası var?” “Affedersin ama bu ‘Gerçek’ dediğin şey nedir?” Mişel susmuştu. Hakikatte bu cin, insanları kendisinden daha iyi tanıyordu. Mişel’in barındırdığı saf ve azametli varlık, Ben-i Ademin kirlenmiş benliğini anlayamayabilirdi… Yaklaşmıştı; ama ‘neye’ ? Sonraki günlerde, bu meraklı ama kurnaz cini yanından bir türlü def edemedi. Hali hazırda türdeşlerinden binlercesi istifler halinde her yeri dolduruyorlardı. Çoğunun aklı kendi işinde yani hınzırlıktaydı. Ne var ki bu cin sürekli etrafında dolanıyor ve varlığıyla Mişel’de hiç bastıramadığı bir iğrenme hissini canlandırıyordu. Bu süre zarfında Mişel uzun uzun ‘Gerçek’i düşündü. Ne de muazzam bir olguydu. Varlıklar ötesi ve zamanlar üstüydü. Hiçliği ve varlığı kapsayabilen devasa bir bütünlüktü; soluk kesiciydi. Sonsuzu bir haline getirebilir, bir olanı sınırsızlıkta bütünleyebilirdi… Gerçeği, kafatasındaki et parçasına idrak ettirmeye çalıştıkça başı zonkluyor, manayı bir türlü kelimelerin ötesine geçiremediğini fark ediyordu. Kelimeler… İnsan algısının mühürleri. O esnada bir çözüm bulmuş olabileceğini ümit ederek, önünde duran sayfada harfleri yaratmaya başladı. “Doğru yoldasın.” Cin keyifle kıkırdamıştı. Kelimeler iki manalıdır; ağızdan dökülen anlamlarının yanında, gönlün kör doğan gözüne hitap eden güçleri de vardır. Kutsal metinlerin yazıldığı diller bu sözcüklerle ihya edilmiştir. Eğer kişi, bahsedilen kelimeleri doğru biçimde yan yana getirir de okursa –yada yazarsa- gönül gözüne çekilen perde açılabilir. Bilinmesi yasaklanmış bir takım hakikatler böylece ortaya serilir ve gerçekten takva sahibi olan kişiler şükre dururlar. Vakıa öyleleri vardır ki, hileyle bu algı ötesi bilgilere vakıf oldurulur ve azap çekerek mahvolur, nihayetinde sonsuz çilenin karanlığında boğulacakları mekanlara atılırlar. Mişel her ne kadar insanların varlıkları ve var oluşlarını ahmakça kirleten ilkel duyguları karşısında sıkıntı duysa da, umudun her daim yaşadığına sıkı sıkıya inanıyordu. Alemlerin Rabbi bu yaratımı, toptan bir hayal kırıklığı yaşamak için tasavvur etmiş olamazdı. Bu fanilerin aralarında muhakkak istisnalar, şeytanın azgınlığına kulak asmayanlar olmalıydı. Akıbet yedi hocanın her birine aynı metni vererek yeni bir oyun başlattı. Onlara, kutsal topraklardan getirttiği bir kitapta yazan bu duanın cinlerle muhabere etmeye yaradığını, ayrıca ulaşılan cinlerin hem yazanı, hem de yazdıranı bir sahip gibi gördüklerini anlatmıştı. Hocaların çoğu bu teklifi açgözlülükle kabul etmişlerse de, bir iki tanesi neden Mişel Efendi’nin kendisinin bu duayı yazmadığını sormayı akıl etmişlerdi. Mişel onlara makul cevaplar vermekte sıkıntı duymadı çünkü danışmanı bir cindi: “Efendim, malumunuz ben bir Frenk olarak dünyaya geldim. Ne yazık ki biteviye olarak cebelleşmem bile, kutsal dili okumayı ve yazmayı bir bihuş gibi arzulayan ben kulunuza fayda sağlamadı. Hak verirsiniz ki, sizin gibi muhterem bir zatın benden çok daha fazla başarılı olacağı aşikârdır…” Yeterliydi. Gururları okşanan hocalar fazla üstelemiyorlardı. Lakin şu veya bu şekilde hiçbiri ‘Gerçek’in manasına ulaşamadı ve telef olup gittiler. Birinci hoca metni eline alıp, önce bir okuma gafletinde bulundu. Metnin ortasına gelince nefesi tıkandı ve gırtlağı şahdamarı hizasından başlayarak şişti ve ardından yere düşen bir karpuz misali patladı. Bunun üzerine Mişel diğer hocalardan, yapabilirlerse yazıyı muska haline getirene değin okumamalarını, hatta mümkünse bakmamalarını rica ediyordu. Fakat bu mümkün olmadı; her hoca, masaya oturup yazmaya koyulmadan bir müddet evvel kağıdı açıp şöyle bir göz gezdirmeden edemedi. Mişel, kapının ardında kalan rüzgarın uğultusunu dinledi. Akıl almaz bir cin kalabalığı ölünün etrafında bir çember oluşturmuş viyaklıyor, minik iblislerin ölüyü didiklemelerini seyrediyorlardı. Hayret ve tahammülsüzlükle açılmış badem gözlerini ölünün üzerine dikmişlerdi. Mişel onları görmemeyi yeğleyerek sağ elini gözleri önünden geçirdi ve sadece seslerini duyar oldu. En baskın ve bozguncu kahkaha yine aynı cinden çıkıyordu. Mişel’in aksine bayağı eğlendiği aşikardı: “Bildiğim başka hocalar var.” “Bundan eminim çünkü ne zaman biri ölse hep aynı şeyi söylüyorsun.” “Ziyanı yok –çileden çıkaran bir kikirdeme- hatırlatmak kötü bir şey değildir.” Odanın bir ucunda durmuş, gecenin iklimine boyun eğen derin gölgeleri kolaçan eden Mişel, karanlığın ortasındaki bir vaha gibi himayeci duran kandile doğru yürüdü. Bundan böyle biliyordu ki, ‘Gerçek’in yazıya dökülmesi ile alacağı yol bir arpa boyu mesafeyi aşmayacaktı. İnsanların miskin algısına farkındalık zerk etmenin kata yöntemi yoktu. Başarısız olmuş, mağlubiyetin korlarıyla dağlanmıştı. Cine uymuş olmakla ilk ve en büyük yanlışını yapmış olmuştu; başına gelen diğer yanlışlar bunun yanında devede kulak kalıyordu. Belki de elindekileri yeniden ve itinayla gözden geçirmeliydi. “Onları ‘Gerçek’ten haberdar etmenin imkanı katiyetle yok.” “Gerçek… Gerçek… Gerçek!” Cin, hiç olmayacak bir pişkinlikle isyan etmişti, “Kuzum nedir bu ‘Gerçek’?” Mişel, yavaşça kafasını çevirip, kendisinden uzaklaşan bir şeye bakar gibi gözlerini kaydırdı. Umursamazca omuzlarını silkti; ‘Bilse ne olur?’ diye geçirdi içinden: “ ‘Gerçek’, benim kilit altında tuttuğum bir kapının ardındadır. Kilidi açacağım vakit, benliğimin bir parçasıdır ve bu bana Yaradan tarafından bahşedilmiştir. Şimdi anladın mı ‘Gerçeği’?” Son sözcük ağzından gürüldeyerek, neredeyse patlayarak çıkmıştı. Cinin yürek çökerten çığlığı, onu göremeyen fanilerin dahi ruhlarını daralttı. Çoğu o gece üzerine karabasan indiğini sandı. Uyanık olup ta evinde pinekleyen yada sokaklarda çakırkeyif naralar atanlar ise akıllarını yitirip, ölümün peşinde mecnun oldular. Cin ne yapacağını şaşırmıştı. Düpedüz alaşağı olmuş ve havai halinden sıyrılarak dehşetin altında kalmıştı. Mişel belki de aylar sonra tebessüm etti. Bir cini şaşırtmış, dahası –gördüğü kadarıyla– korkutmuştu. Cinlerin kekelemeleri, zillerin çınlamasına benzer: “Ama… Ama… Ama..” “ ‘Ama’ ne?” diye çıkıştı Mişel. “Sen kendini Mikael olarak tanıtmadın mı ki?” Mişel hoş görerek gülümsedi: “O, benim kardeşimdir. Dünya üzerinde bana cezamı tebliğ eden ve kurtuluşumun ‘Gerçek’in elinde olacağını müjdeleyen!” Bir zamanlar varlıklar üstünde bir varlık olan sözde insan, şimdi odada hiç ses duymuyordu. Cinlerin cümlesi duydukları hakikat sonrasında feveran ederek telaşa kapılmış ve çılgın bir arbede yaratarak odayı boşaltmışlardı. O gece kesinlikle Aksaray ahalisinin dirayetini çökerten, bedenlerini titreten, bihuzur dudaklarına sabaha değin salavatın fısıltılı ezgisini mıhlayan ve bakışlarına çarpılmış günahkarların mahvolmuş mealini konduran sıra dışı, kabul edilemez ve kor gibi kaynayan bir karanlıkla efsunlanmıştı. Cinler sabaha değin insanları rahat bırakmadılar; ne var ki bu keyiflenmek amacıyla dürttükleri fanilerin haykırışlarıyla eğlenmek adına giriştikleri bir uğraş değildi. Toprak ve gök arasında nereye kaçacaklarını bilemiyorlardı. Kendilerini, boyutlarını kestirmenin maharet gerektireceği bir tehlikenin uzun ve kaçılamaz kolları arasında bulmuş olsalardı, muhtemelen ancak bu meblâğda dehşetlenirlerdi. Mişel her an arkalarındaymışçasına sema ile toprak arasında gidip geldiler. İstanbul’un mehtapla şereflendirilmiş göğü, hepsinin garabet ve habis çığlıklarıyla ağırlaştı. Sabah kimse korkusunu üzerinden atamamıştı… Cinler de… Nihayet! Mişel benliğini rahatsız eden tek bir ses bile duymuyordu. Varlığı ve tek bir kandille dinginliğin gölgesine sığınmış oda, fırtınayı atlatmış bir deniz kadar sakindi. Artık bilcümle Yüce varlığı ve insancıllaşan yanıyla baş başa kalmıştı. İçinde bulunduğu durumu gözden geçirdi: Eğer böbürlenmenin böyle güzel tarafları olduğunu bilseydi, bunu en başından itibaren yapardı. Bu düşünce, feri gidip gelen vicdanına tuhaf göründü; yapar mıydı?.. Hayır, tabii ki yapmazdı. Tertemiz bir halde, İstanbul denen bu kente ilk düştüğü an ne kibirliydi ne de küstah. Duygu ve düşünce bakımından çırılçıplaktı. Bunları zamanla edindi; deri ve etin içinde köreldikçe, insani değerleri ışıldamıştı. Kibrin ne olduğunu idrak ederek bunu sık sık kullandı. Basit –hatta ilkel görünen davranışları, onun gibi ulu bir kişinin algılaması ve sonrasında uygulaması ancak basit –hatta ilkel bir şemaile sıkıştırılmasıyla mümkün olabilirdi. Tuhaf bir açmazın böğründe şiştiğini hisseti: ‘Semanın Sakini’ berraklığından, faniliğin kibirli bireyi kademesine düşerek apaçık başarılı olmuştu. Peki bu -başarılı olduğu, Yaradan’ın insanları anlama cezasının doğruca işe yaradığı anlamına mı gelirdi? Birden aklında bir fikir dalgalandı. Üstüne bir üşüme geldi ve titreyişine engel olamadı. O an hissettiği acizliğin, zayıflıkla uzaktan yakından alakası yoktu. Cevabı bulmuş olmaktan, dahası gerçekten istenilen cevabın aklına gelen edim mi olduğundan şüphe duymuştu. Eğer öyleyse, müthişti! Yaradan’ın yöntemlerine akıl sır ermiyordu. Yüce Varlığı ‘çok şükür!’ diyerek tüm içtenliğiyle niyaz etmekle meşgulken, insanlaşmış ve neredeyse bütünlüğünden bir parçayı koparıp kendini yaratmış tarafı acele etmeye koyuldu. Ne yapması gerektiğini anlamıştı. Arşın sonsuzluk şerbetini içmiş varlığını ete hükmeden tarafına teslim etti ve fütursuz bir pazarlığa girişti. Ne de umursamaz ve çıkarcıydı! Elini yumruk haline getirip havaya doğru sallarken nasıl da sinsi ve içten pazarlıklıydı öyle! Tehditleri gök kubbeyi çatırdatıp hiçliği alemlerin üzerine salacaktı neredeyse. Aksaray o gece nispetinde bir geceyi asla yaşamadı. Hiçbir zaman semanın rüzgarıyla toprağın çiği bu miktarda yakınlaşmadı. Bir daha asla, karanlık dehlizlerin taşlarına oyulmuş zebaniler serbest kalıp, cinleri kuyularda telef ederken sapkınca tapınmadı. Ebediyen tek bir fani yıldızların bir araya gelip, dünyayı yutacakmış gibi yaklaşan azametli ve akıl almaz bir ağza dönüştüğü göremedi. Deryalar kudurarak galeyana geldi, kıtalar köklerinden düğümlenip çatırdadı! Filvaki tek bir ben-i adem bile, o gece akıl edip yatağından kalkmadı, kalkıp nurların anasına, Araf’ın ardına ve sonsuzluğun tahtına bakmadı… En sonunda Mişel, şu cümleyi sarf ederek faniliğin kılıfından sıyrıldı: “Beni yeniden yanına al! Yoksa vallahi, senin sadece bana bahşettiğin vakitten evvel, ‘Gerçek’i Sûr’la açarım!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |