Dünya hayal gücünün tuvalinden başka birşey değildir. -Henri David Thoreau |
|
||||||||||
|
“Şebeke” Türkiye’de yıllardan beri siyaset, sanat, edebiyat, medya, basında egemen olan ve kamuoyunda “Dönmeler, Selanikliler, Avdetiler, Sabetayistler, Beyaz Türkler, Kripto Türkler” olarak bilinen ve/veya bilinmeyen bir gruba dikkat çekiyor. Bu grup, Yalçın Küçük’ün savına göre, benden olmayan bana karşıdır mantığıyla su başlarını tutmuş, ülkede her sektörde egemen, salt kendisinden olanların önünü açıyor ve yükseltiyor. Siyasal ve askeri erk, eğlence dünyası, basın, medya, gazete köşeleri, tiyatro, sinema, fakülte kürsüleri, şarkıcılar, reklam dünyası ve de futbolun önemli ölçüde Yahudi/İbrani kökenlilerin egemenliğinde olduğunu belirtiyor Küçük. Kitabın kapağına ABD dolarından yapılmış Magen (İsrail Yıldızı) şeklinde el ele tutuşmuş raks eden maryonetlerin (kuklalar) resminin konmuş olması çok yerinde bir buluş. EN ÇOK OKUNMAYAN YAZAR Şebeke’nin ilk bölümleri “En Çok Okunmayan Yazar” Ferit Orhan Pamuk’a tahsis edilmiş. Doğru bir saptamayla başlıyor Küçük: yazın dünyasında bir taraf Pamuk’u yazar saymıyor, diğer taraf da “en büyük romancı” olarak atama yapıyorsa demek ki ortada ideolojik bir savaş olduğu sonucuna varıyor. Basın ve medyaca “büyük romancı” ilan edilen Pamuk’un dünya Yahudi lobisince korunduğunu ve pazarladığını belirtiyor. Pamuk’un reklamı Yahudiliğin etkin olduğu Paris, Londra, New York gibi kentlerde, Yahudilerin basın, yayıncılık ve sanat sektörlerini kontrol ettiği yerlerde yapılıyor daha çok. Yalçın Küçük, Pamuk’u okumamış değil, okuyamamış olduğunu belirtiyor; “Economist” dergisinden yaptığı bir alıntıda “postkemalist” ve “posmodernist” Orhan Pamuk'un “Atatürk’e itaat etmemeye” cesaret ettiğinden söz ettiğini aktarıyor. Ataol Behramoğlu, Mahmut Makal, Oktay Akbal, Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Tahsin Yücel gibi yazarlar Pamuk’u okumayı denemişler ama başarılı olamamışlardır. Tahsin Yücel için Pamuk'un anlaşılamama nedeni günümüz Türkçe’sinin çok gerilerinde kalmasından, tutarlı bir roman evreni kuramamasından, her şeyden önce iletecek bir bildirisi olmamasından kaynaklanmaktadır. “Pamuk anlatamıyor, anlatma yeteneği yok” diyor Yücel. Prof Küçük, Pamuk’un kültürsüz, dillere sevgisi olmayan biri olduğunu, hatta yazar bile olmadığını, romanlarının hep ölüm sonrası ve ahretle ilgili olduğunu, yaşamın sıcaklığından çok uzak, tüm doğrulara düşman bir “yazıcı adayı” olduğunu açımlıyor ve ekliyor: “Az okuyucusu olan bir yazarı yazar sayabiliriz. Çok okuyucusu olan bir yazarın yazarlığını tartışabiliriz. Ancak, hiç okuyucusu olmayan bir kimseyi, hiç bir koşulla, yazar göremeyiz. Demek, Pamuk yazar değildir. Ve bu sonuç net görünmektedir.” Ahmet Altan’ı da bu gruba dahil ederek, hem edebiyatı, hem de tarihi tahrif ettiklerini iddia ediyor, her ikisini de “sanat katilleri” olarak tanımlıyor: “Bu ülkeyi halkı ezilmiş, silinmiş, değerleri yıkılmış, dili bozulmuş bir hale getirmeye çalışıyorlar” diyor. Pamuk ve Altan’ı, bu ülkeyi halksızlaştırmanın, değersizleştirmenin aygıtları olara görüyor; yazın ve sanat dünyasının bu ikisini reddetmesini küresel işgale karşı bir direniş olarak yorumluyor. Pamuk tüm doğrulara karşı çıkabiliyor, tüm yanlışları sahiplenebiliyor, samimiyetsiz ve bu yanlışlarına rağmen korkusuz. Korkusuz olma nedeni de dış güçlerin ülkemizdeki ideolojik egemenlik üstünlüğü... İsrail’in, Sabetayist Türk yazarlarının eserlerini başka dillere çevirtirken “transformasyona” uğrattığını, tekrarların ayıklandığını, bulanıklıkların kaldırıldığını, daha “şematize” daha “oryantalize” edildiğini belirtiyor ve ekliyor: “Flaubert'in en ilginç romanının yılda 200 bile satmadığı bir ülkede çok satmış olmanın yazınsal bir değeri pek yok.” Kültürsüz, dillere sevgisiz, tarihsel doğruları çarpıtan, intihal (aşırma) yapan biri olarak tanımladığı Pamuk için “içerideki usta kalemler Pamuk’un çıkartılarına aşağı bir mal olarak bakarken dışarısı yüceltiyor. Felaket dediğim budur.” diyor Küçük. Zorla ve zorlanarak okuduğu “Benim Adım Kırmızı” ile “Yeni Hayat” romanlarından çıkardığı sonuç, Pamuk’un Türkiye'de yazar olacak en son bir kaç kişiden biri olduğu yönünde. Türkiye, “anlaşılamayan kitapları en çok okuyanlar ülkesi mi, yoksa anlamamak sözcüğü okumamak anlamında mı kullanılıyor?” diye sormaktan kendini alamıyor: çünkü ona göre Pamuk’un “anlaşılmadığı” iddiası “okunmadığı” iddiası kadar yaygındır. AYDIN TANIMLAMASI Şaşırtıcı bir aydın tanımlaması yapıyor; batıda aydının bittiğini, ama ülkemizde hala varolduğunu gösteriyor ve medyatik olmayan iki aydına Bilgesu Erenus ile İsmail Beşikçi’ye işaret ediyor. Bunların tanınmak, bilinmek için parmaklarını bile oynatmadıklarını, çoğu zaman bilinmeyi kabul etmediklerini belirtiyor ve ekliyor: “Demek ki aydın kendisini bilen ve kendisinin bilinmesini reddeden yaratıktır”. Türkiye’deki çağdaş kadın aydın tiplemesine ek olarak Prof. Türkan Saylan, Sümerbilimci Dr. Muazzez İlmiye Çığ’ı da burada anmak isterim. Çığ da Erenus gibi yargılandı. Dinciler, şeriatçılar, gericiler, İslamcılar dine hakaret ediliyor gerekçesiyle Çığ aleyhinde dava açtılar. 1914 doğumlu Çığ beraat etti ! DİL VE YAPI Şebeke’de kullanılan dil ve biçem zengin. Biçem bazı yerlerde kararıyor ve yazar sanki içine kapanarak bazı görüşlerini hermetik anlatımlarla perdelemeye çalışıyor; bir kabalist gibi tam anlatamıyor veya anlatmıyor. Bu psikolojik bir durum. Bunun temel nedenlerinden biri ülkemizde hala yazın özgürlüğünün olmayışı ve birilerinin bu yazılarından dolayı Yalçın Küçük aleyhinde dava açma olasılığı olsa gerek. “Şebeke” dengelenmiş, kuramsallaştırılmış, disiplinli bir araştırma değil. Bilgiler çok dağınık ve karmakarışık yerleştirilmiş. Ayrı zamanlarda, ayrı konular hakkında yazılan yazıların toplamında oluşuyor. İzleksel bir bütünlük yok. Alelacele yapılmış bir araştırma izlenimini veriyor: Picasso’nun son dönem tabloları gibi ! Bölümler birbirinden bağımsız denemeler olarak pekala kabul görebilir. Yer yer anlatım zayıflıkları, düşük, kapalı, neredeyse anlaşılmaz tümceler, paragraflar var. Pamuk'un romanlarındaki kabalist biçemi eleştirirken kendisi de o biçemden etkilenmekten kurtulamıyor. Ben şu aşağıda yazdıklarından açıkçası hiç bir şey anlamadım: “Çalışmanın iktisat alanında yeni görüşler bulunmasını umut ediyorum; Marx iktisadının ortaya çıktıktan sonra hiçbir zaman yeniden radikalleşme eğilimi göstermediği bunlar arasındadır. Bu görüş başlı başına yeni sayılmamalıdır; Gramschi’nin hapishane notlarında işaretini buluyoruz.” (s: 11) Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ünü de “en üfürükçü roman” olarak nitelemesine de bir anlam veremedim. Din ve batıl inançların cenderesinde tinleri, düşünce özgürlükleri ve yaratıcılıkları ezilen basit, saf, cahil köylülerin başlarından geçen olayların çeşitliliği, karmaşıklığı, kır insanlarının tepkileri, hayal güçleri, endişeleri, acıları ve korkuları inanılmaz derecede grotesk, garip, karman çorman, inler, cinler ve perilerle dolu rengarenk pitoresk, resimsi bir ortamda aktarmış Tekin. Her roman illa devrimci bir çizgi izleyecek diye bir önkoşul mu var ? Yalçın Küçük’ün Pasternak’ın Dr Jivago’su hakkındaki olumsuz yorumuna da katılamıyorum. Öncelikle Sovyet rejiminin öyle fazla övülecek bir yanı pek olmadı. İkincisi hangi gerekçeyle olursa olsun bireysel özgürlükler kısıtlanamaz. KÜÇÜK KURAMI Yalçın Küçük, Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan karşılıklı değiş tokuş (mübadele) antlaşmalarınca, 1913 ve 1924 yıllarında, Selanik ve Serez’den gelen Dönmelerin Rumlardan kalan en güzel ev, apartman, mal, mülk, arazi ve iş yerlerine yerleştiklerini, buraları ele geçirdiklerini gözlemliyor. Ve bir kuram geliştiriyor: 1924 öncesi Türkiye’deki Rum zenginlerin coğrafyası Sabetayistlerin Türkiye’deki dağılım ve yerleşim alanlarını saptamada önemli bir açkı görevi oluşturuyor. Bu bağlamda, kişisel bir gözlem olarak şunu belirtmek isterim ki lise arkadaşlarım içinde Hristiyan, Rum, Yahudi ve Ermenileri en çok aşağılayanların genelde mübadele sırasında Türkiye gelip özellikle Rumların işlerine, evlerine, mal ve mülklerine bedavadan konmuş aileler olduğunu çok sonra fark ettim. Beni en çok şaşırtan lisede almış olduğumuz evrensel ve insancıl eğitime rağmen bunların hala nasıl olup da bu kadar fanatik ve şoven olmalarıydı. Sonradan çözümleyebildim ki bunların çoğu kendilerini kamufle etmek için çevrelerine Atatürkçü, milliyetçi ve dine bağlıymış gibi göstermeye çalışmaktaydılar. Ben dine inanan biri değilim. Ancak, içki içip iyice coştuktan sonra sofraya Kuranı Kerim'i getirip “hadi oku bakalım” diyenleri bile gördüm. Bir ikinci nokta da bunların sürekli olarak Varlık Vergisinden şikayet etmeleriydi. Varlık Vergisi, Kasım 1942-1944 tarihleri arasında, tüccar ve esnaftan bir defaya mahsus olmak üzere haksızca toplanmış bir vergiydi. Bu verginin en ilginç yanı, Milli Şef İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasına rağmen, vergilendirmede dinsel kimliğin baz alınmasıydı. Müslümanlardan %12,5 olarak tahsil edilen vergi, Dönmelerden %25, Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden %50 olarak tahsil edildi. Kanuna göre vergilerini 30 gün içinde ödemeyen, tutuklanabilecek, çalışma kamplarına (Aşkale, Sivrihisar) gönderilebilecek ve hiçbir dava hakkı tanınmaksızın mülklerine haciz konulabilecekti. Dinsel kimlik göz önünde tutularak yapılan bu Osmanlı usulü vergilendirme yönteminin cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde sürmüş olması üzücü ve düşündürücüdür. Nasıl ki ülkemizdeki tarikatlaşmayı, cemaatleşmeyi, şeriat kurallarının topluma dayatılmasını, laiklik, devrim ve cumhuriyet kurumlarının tahrip edildiğini, görmezden gelemezsek, aynı şekilde, derin devlet olsun, masonik, Sabeyatist, jüdaik örgütlenmeler olsun, bunların Türkiye’deki etkinliklerini görmezden gelmek veya bunlar hakkında yapılan yorumları komplo teorisi olarak görüp geçiştirmek, ya da bazılarının yaptığı gibi işi gırgıra vurmak, işin içinden kestirmeden sıyrılmak mümkün değildir. Yalçın Küçük, gücünü emperyalizmden alan Sabetayistlerin kendilerinden olmayanlara hiçbir şans ve yaşam hakkı tanımadıklarını, Türk edebiyatını yaşatmak için bunlardan kurtulmak gerektiğini söylerken, bunların edebiyat dışından gelip, büyük bir zorbalıkla üstünlük kurduklarını, bunların "pamukarlar, çiçekerler, aylinmanlar veya aslımenler" ve hepsinin salt insansızlığı, insanı aşağılamayı ve haksızlığı inşa ettiklerini vurguluyor ve soruyor: “Hiçbir işgalcinin yaşamı sevdiği veya yaşatmaya özlem duyduğu görülmüş müdür ? Şimdiki hegemon yazarlar işte tam böyledirler. Kısırdırlar ve kurutmaya mahkumdurlar. Güvensizdirler, dolayısıyla bütün yeteneklerin zindancısı olmak zorundalar. Haksızlıkla geldiler, hakkı yazamıyorlar, dünyaları insansız ve haksızdır ve bir tek kendilerini bu topluma kakanları biliyorlar. Bağlılıkları yalnızca kakanlarına, kendi hegemonlarına, oligarşiye ve emperyalizmedir, bildikleri ve dünyaları bunlardır. Bunlar koparıldığı zaman kuklalar misali yere düşecekleri kesindir..” Yalçın Küçük’ün bu sözlerine araştırmacı yazar M. Cengiz Yılmaz 2003 Ağustosunda şöyle bir yorum getirmiş: “politik sorunsal millici-gayri millici çatışmasında belirlenecektir.” Yani, asal çatışma ulusçularla, ulus karşıtları arasında olacaktır diyor. Doğru mu? Bilmiyorum. O zaman ben de şu notu düşeyim: Çatışma yurttaşlar ile postmodernciler arasında olacaktır. Doğru mu ? Bilmiyorum. Bakacağız ve göreceğiz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |