Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
(Özlem Salman, Destek Yayınevi, 1.ci Baskı, Eylül 2010) Özlem Salman’ın yaşam ile aşkın rastlantısal metafiziği üzerine olan bu ilk romanı Fransız yazar Armand Lanoux’nun “Bruges’deki Buluşma”sını anımsattı bana. Lanoux o uçsuz bucaksız rastlantıyı, yalnızlığı ve hüznü şu kısa şiirinde dile getirir: “Biz yalnızız/Biz yalnızız/ Bu lanet karnavalda/Şeytanın başlattığı baloda/Biz yaşayan ölüler/biz yalnızız…” Salman’ın kendisiyle özdeşleştirdiği roman kahramanı Lale de o uçsuz bucaksız yalnızlık karnavalında delice bir koşu içinde: Aşkın peşinden koşturuyor. O “büyüyü yaşamak”, yakalamak, ona ulaşmak istiyor. Kendi hayalleri ve tutkularıyla farkına varmadan ördüğü labirentin, duvarların arasında çıkış yolunu arıyor. Bu bir kadının ve aşkının varolma mücadelesi. Lale’nin sevgilisi Ömer ise Alphonse Daudet’nin ünlü “Altın Beyinli Adamın Efsanesi” öyküsüne benzer bir şekilde -elinde kalan son beyin parçalarıyla değil de- eşinden boşandıktan sonra geriye kalan aşk kırıntıları ile Lale’nin yoğun ilgisine yanıt vermeye çalışıyor. Bunu yapmaya çalışırken Kazanova, Don Juan, Valentino, Otis Abi gibi kimlikten kimliğe giriyor, öfke nöbetleri geçiriyor. Ömer, Marcel Proust’un “Kaybolan Zamanın Peşinde” olduğu gibi durmaksızın bir arayış içinde: evliliğin yıkıntıları arasında kendini, geçmişini arıyor, geleceğini planlamaya çalışıyor. Romandaki üçüncü kişi Erdem ise Ömer’in iş yaşamında tanıştığı en iyi ve güvenilir arkadaşı olmasının yanı sıra, yaşça büyük olması nedeniyle, aynı zamanda onun akıl hocası, arkadaşı, yoldaşı, abisi, dayısı, idolü konumunda sarsılmaz bir kaya gibi görünüyor… Romanda aşkın büyüsü sorunsalına şöyle bir yanıt aranıyor: “Büyü ne kadar gerçekse, gerçek de o kadar büyüdür. Her şey insanın kendi elinde, hayallerinde, tasarladığı yaşam biçiminde ve bunun evrenle olan uyumundadır.” diyor yazar. İyi, güzel de, o halde yaşamda ve aşkta hiç rastlantı yok mudur diyeceğiz? Yoktur desek bir türlü, demesek bir türlü. Çelişkiler ve insan ilişkilerinin karmaşıklığı ve karmakarışıklığı inanılmaz boyutlarda. İşte hal böyle iken, böyle bir durumda Lale çıkış yolunu bulabilecek mi? Bu koşu ne zaman bitecek? Ömer ne yapacak? Roman bitmemiş, sanki yarım kalmış, hatta sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyor. DİL Romandaki dil, anlatım ve yazınsallık inişler, çıkışlar, düşmeler, kalkmalar gösteriyor. Bir yerde bakıyorsunuz çok yetkin akıcı bir dil, derken bir yerde dil ve anlatım güçten düşüyor, tık nefes ve sıradan kalıyor. Bu bağlamda yapıt ünlü romancımız Ferit Orhan Pamuk’un romanlarını andırıyor. Gündelik konuşma dili kullanılarak roman yazılır mı? Eğer yazılırsa buna roman denilebilir mi? Roman yazmaya kalkışan biri öncelikle “yazar” mı, yoksa Pamuk gibi “romancı” mı olmayı hedeflediğinin muhasebesini yapmalı, güncel, gündelik, gazete haberi ve internet kokan dilden kurtulmalı, Türkçeye özen göstermeli, yeni ve çağdaş sözcükler kullanmaya önem vermelidir. Nietzsche de bu yolu izlemedi mi? Ama Salman romancı olacaksa o zaman Pamuk’un yolunu izlemesi gerekli, mutlaka Nobel ödülünü alır ! Nietzsche derken romanda söz edilen “Aşkın Metafiziği” adlı yapıtın Nietzsche değil, ancak Schopenhauer’e ait olduğunu belirtmeliyim. Bu herhalde gözden kaçan bir basım hatası olmuş… İmdi, internet yazışmalarını, chatleri, mesajları, smsleri tek bir noktasına, virgülüne dahi dokunmadan – sanki kutsal yazılarmış gibi- “kopyala-yapıştır” yöntemiyle olduğu gibi yapıta aktarmak belki yazar veya aşkları için bir anlam ifade edebilir. Ama bu okuyucuyu sıkabilir ve onun için hiçbir anlam taşımayabilir. Bu yazışmalar çok ünlü medyatik tiplere ait olsa bile. Kaldı ki burada böyle bir şey söz konusu değil. Üstelik teknik donanım yetersizliği nedeniyle Türkçe dilbilgisi kuralları hiçe sayılarak “kahve icerken seni dusundum, (…) bu bizim buyumuz iste ve hep sursun” türünden sayfalarca süren, “geyik muhabbetleri” hiçbir yazınsal, dilsel ve estetik değer içermemektedir. Böyle bir dil var mı? Üstelik bu dehşet verici bir “dilkırım”a yol açmaktadır. Nedir bu pop art mı? Bu romanın İngilizceye çevrildiğini farz edelim. Ne olacak o zaman bu fantezi yazılım? Çağdaş, modern Türk yazarları böyle ucuz, kolay yollardan gerçekçilik adına bile olsa kaçınmalıdır. Gerçek kalkan yapılamaz böyle bir durumda. Şu unutulmamalıdır ki hiçbir yapıt, şiir, ya da, beste – büyük dâhiler hariç- hiçbiri olduğu gibi yayınlanmaz, çalınmaz. Mutlaka düzelti ve onarım yapılarak hatalar, eksiklikler giderilir. Böylece ham eser bir sanat eserine dönüşebilir ve ondan sonra okuyucuya sunulur. Gustave Flaubert “Madame Bovary”i tiplemesini ve konuyu gerçek bir gazete haberinden derleyerek oluşturmuştur. Ancak, öyle ki Flaubert olayın gerçekleştiği yere gidip bilgi toplamış, kasaba sakinleri, polis, yetkili mercilerle görüşmüş, notlar almış ve romanı bu şekilde oluşturmuştur. Modern romanın yazgısı kolaya kaçma ve sıradanlık olmamalı. Neyse ki Salman’ın romanında Ahmet Ümit ve Elif Şafak’ta görülen baştan savmalık, argo ve müstehcenlik yok. Bu nedenle özellikle ilk kez roman yazmaya kalkışan biri elindeki birikimi, hammaddeyi, malzemeyi ayıklamalı, derleyip toparlamalı buna estetik ve yazınsal bir sanat değeri katmaya çalışmalıdır. Çünkü sanat yapıtı böyle meydana gelir. Heykel ile yontu arasındaki fark da budur ! Herkes eline keski ile çekiç alıp taş yontabilir değil mi? Herkes “yontucu” olabilir ama “heykeltıraş” olamaz ! (Laf aramızda ben yontmayı bile beceremem!) KİŞİLER VE ÇEVRE Romansal anlatım pek başarılı olmasa da kişiler gerçeğe çok yakın duruyor. Ancak, kişilerin fiziksel özellikleri (boy, pos, göz rengi vs) hakkında en küçük bir bilgi yok. Bu kişilerin ve olayların gerçeğe çok yakın olduğu olasılığını kuvvetlendiriyor. Mekanlar zaten tamamen gerçek ve bu bağlamda Scott Fitzgerald etkisi seziliyor. Yazar üst gelir seviyesine yakın, seçkin, snop ve sofistike insanlardan oluşan bir ortamı anlatıyor. Kişilerin psikolojik çözümlemeleri tam anlamıyla başarılı. Salman, Tolstoy’un yönetimini izleyerek bir psikolog gözlemiyle karakterlerin artalanının didikliyor, çözümlüyor. İstanbul-Kıbrıs-Sapanca-Saros ekseninde gidip gelen, havana puroları, Camus, Hennessy, Jack Daniels benzeri içkilerin, konyakların, kalite şarapların, çeşit çeşit kahvelerin içildiği, Elvis, Paul Anka şarkıları, klasik jaz, senfonilerin, konçertoların dinlendiği nostaljik bir ortamda süre duran bu büyülü öykü genç aşıkların, aşık olmak isteyenlerin, evlenmeyi düşleyenlerin, boşananların, ayrılanların kaçırmaması gereken bir eser.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hulki Can Duru, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |